Akıllı Türk’ten Makul Tarih Çıkar mı?

Akıllı Türk’ten Makul Tarih Çıkar mı?

Türkçülük, ırkçılık, ulusalcılık bilumum beşeri ideoloji mensuplarını etkisi altına aldığı gibi, ne yazık ki İslamcı cenah da Türklüğe ve Türkçülüğe ilgi duymaktan, ilgi duymanın ötesinde mensubiyet hissetmekten kendini alamamıştır. Bu hakikatin tezahürü yakın tarihin arşivlerinde kayıtlı olduğu gibi, günümüz aydın entelektüel ve akademik camia içerisinde de etkisini göstermektedir. 

Yakup Döğer

Modernleşme ile birlikte uluslaşmanın etkisiyle kavmiyet mensubiyetini öne çıkarmanın, Müslümanlık düşüncesi içinde kök salmaya başladığı malumdur. Geleneksel düşüncede önce mensup olduğu dine ait sıfatın öne çıktığı görülürken, yaklaşık yüz elli yıldır önce mensup olduğu kavmin zikredilmesi, yer yer itikadi boyutta sıkıntıları da ortaya çıkardığı görülmektedir. “Türklük”ün “Müslümanlık”ın önüne geçmesi, modern ulus devlet açısından büyük bir kazanım olarak değerlendirilebilir. Zira önceliklerin yer değiştirdiği bu söylemde, “Müslümanlık” “Türklük”ün gölgesi altında kalmaktadır. Modern ulus devletin menfaatine bilgi üretim kurumu olan akademik geleneğin muhafazakâr kanadında bile “Akıllı bir tarihin ancak akıllı Türk’ten çıkabileceği” iddiası yer alır.(1) 

En baştan ifade edilecek olursak, adı geçen iddianın bile buram buram kavmiyetçilik koktuğu gözlerden kaçmamaktadır. Türklüğün ve Türkçülüğün parlatılması sade bununla da sınırlı değildir. “Türklerin Bir Tarihi Var mı?” diye sorulur.(2) Yazılan makalenin içeriğine bakma gereksinimi duymadan, sadece makale başlığı bile -Akıllı Türk Akıllı Tarih- bize Türkçülüğün sürekli yukarı doğru çekildiğini göstermesi açısından yeterli kanaati vermektedir. Yazara göre ya Türkiye’de tek bir millet yok ya da Türkler bir geçmişe sahip olmakla birlikte bir tarihe sahip değiller. (adı geçen makale) Yazarın genelde Türklük meselesine felsefi açıdan yaklaştığı, mantıki açıklamalar yapmaya çalıştığı ve fakat izahlarını ideolojik bir zeminde yaptığı da gözlerden kaçmamaktadır. 

Türklerin geleceği ne olacak?

Yukarıda kendisinden alıntılar yapmış olduğumuz akademisyen İhsan Fazlıoğlu’na göre, “Türk olmanın ilkeleri vardır ve bu ilkeler Türk tarihinde içkindir; bu nedenle Türk olmak bir his değil bir bilinç, bir duygu değil bir bilgi sorunudur. Türk tarih bilincinin eşlik etmediği, medeniyet mensubiyeti bulunmayan kişilerin ürettiği çözümler, ya Sümer tapınaklarının dehlizlerinde kalmaya ya da Malezya sokaklarının kanalizasyonlarında akmaya mahkûmdur.”(3) 

Bu durumda “Türklerin geçmişi ne olacak?” Yazar meseleye tarihi bağlamda girer:

“Dünya, Roma’nın düşüşünden ve Barbarların istilalarından bu yana, barbarlığın ve cehaletin kol gezdiği binlerce yıllık bir uykuya dalmıştır. Ancak 1453’ten beri medeniyet yeniden dirilmeye başlamıştır; çünkü Türkler medeniyet yolunda hem kendileri büyük ilerlemeler gerçekleştirmiş, hem de gerçekleşmesine yol açmıştır.”(4) 

Fazlıoğlu, bu sözlerin 17’nci yüzyılın ünlü gökbilimcisi Johannes Kepler’e (1571-1630) ait olduğunu söyler:

“Bu düşünceleri, çağının genel kabullerine uyarak dile getiren Kepler bir yandan ortaya çıkan durumu olumlamakta, öte yandan Türklerin merkezinde yer aldığı ve belirleyici konumda olduğu bir dünyada yaşamaktan şikâyet etmektedir. Nitekim ‘Ama…’ diye başlayan cümlenin devamı şöyle: ‘Türklerin geleceği ne olacak?’ Başka bir deyişle gelecekteki dünyada Türklerin yeri, konumu ve etkisi ne olacaktır?” (a.g.m.) 

Yazarın zihin dünyasında Türklük duygusunun-mensubiyetinin ağır bastığı görülmektedir.

Türklerin geçmişi ne olacak?

Yazara göre, “Batı 1071’den bu yana daima Türklerin geleceğiyle ilgilenmektedir. Türklerin geleceğini yok etmek için siyaset, teknik, iktisat, vb. birçok araç geliştirmiştir. Niyetleri Çanakkale ve Kurtuluş Savaşı’yla kursaklarında kalan Batılılar hâlâ Türklerin geleceğiyle ilgilenmeye devam etmektedir. Ancak bir farkla: Bu milletin geçmişini dikkate almadan, kısaca ‘Türklerin geçmişi ne olacak’ (Türkler kendi geçmişlerini nasıl yorumlayacak) sorusuna cevap vermeden ‘Türklerin geleceği ne olacak’ sorusuna cevap verilemeyeceğini görmüştür.” (a.g.m.) 

İslamcı cenaha mensup bir akademisyenin sürekli “Türklük” vurgusu yapması dikkat çekmektedir. Batı, Türkleri tarihleriyle muhatap kılmamak için bütün bilimsel (!) teknikleri kullanmakta, Türklerin hem geçmişe ilişkin ‘tarihlerini’ hem de geleceğe ilişkin ‘niyetlerini’ tırnak içerisine almaya çalışmaktadır. 

Peki, Batı bunu neden yapmaktadır? Fazlıoğlu kendi zaviyesinden buna da ilginç bir cevap verir: 

“Çünkü Türkleri hem bir daha içlerinden bir ‘Gazi’ çıkartamayacak şekilde anlam-dünyalarından yani tarihlerinden, hem de bir daha ‘Kurtuluş Savaşı’ yapamayacak şekilde ümitlerinden tecrit etmek şart da ondan.” (a.g.m.)

Biz makalede bahsi geçen “Gazi”nin Mustafa Kemal olduğuna kanaat getirdik, yanılıyorsak yazar bizi düzeltebilir.

Fazlıoğlu’nun tarih olarak 1071’i işaret etmesi, Türklüğü İslamlığın önüne çekmeye çalışmasından kaynaklanmaktadır. Eğer İslamlık öne çekilmiş ve övünülecek bir şey olarak görülseydi, bu tarihten üçyüz yıl önce Müslümanlar İspanya’ya çıkmıştı. Eğer Batı dünyasını bir korku sarmışsa eğer, şüphesiz ki o tarihlerde sarmıştı. Zira o tarihlerde Müslümanların hedefi, Avrupa’yı arkadan dolaşarak İstanbul’a ulaşmaktı.

Türkler “Varlık”a şairane bakar

Peki, Batı’nın Türkler üzerine kurduğu bu tuzaklardan, “Şiir Türkleri kurtarabilir mi?” Fazlıoğlu kendi sorusuna kendisi cevap verir: 

“Şiir Varlık’la bir ilişki kurma tarzı hiç şüphesiz. Ya da Hegel’in deyişiyle: ‘tüm sanatların hülâsası’. Sese, söze ve dile hakimiyetin adı; tüm zıtları sonsuzluk duygusunda terkip eden, bir araya getiren sanatların sanatı… Şiir yalnızca söylemez, ifade etmez, dile getirmez; ama aynı zamanda resmeder, heykel yapar ve şarkı söyler; o hem mimaridir, hem resim hem de musiki… Sinan ile İtri, Yunus ile Fuzuli’nin açtığı varlık çanağında hayat bulur. Türkler Varlık’a, ‘var-olan’a ve ‘bu-arada-olan’a şairane bakarlar; şairane duruş ayıklıktır çünkü. Ve şiir insana evrendeki yeri konusunda takdir edilemez bir şuur verir.”(5) 

Yukarıdaki ifadelerde de dikkat çeken hususun, Türklük olduğu gözlerden kaçmamaktadır.

İddia sahibi toplumların aşamaları

Fazlıoğlu’na göre iddia sahibi tarihî toplumlar, tarihî süreç içerisinde altı aşamadan geçerler:

“Kuruluş aşamasında insanlığa yön vermeyi hedefleyen toplum, kendisine biçtiği misyonun öngördüğü ilkelere göre hareket eder; savaşır, barışır, ileri gider, geri çekilir. Yükseliş aşamasında, elde ettiği güce paralel olarak kendisini ve temsil ettiği misyonu tarihin merkezine koyar; geçmişi, şimdiyi ve geleceği kendisine göre kurar ve yorumlar. Merkez olarak kendisini bütün insanlık için sorumlu sayar; bu sorumluluğunu yerine getirecek şekilde düşünür ve eyler. Yayılış/İstikrar aşamasında toplum kurduğu organizasyonun içerdiği imkânları son sınırlarına kadar açar; hem maddî hem de manevî güçlerini mevcut durumu sürdürebilecek biçimde seferber eder. Bu aşamada yeni yaratımdan çok eskiyi, ayrıntılarda derinleştirse de, muhafaza eder ve savunur. Ortaya çıkan eksiklikleri ve aksaklıkları, kendisini mümkün kılan, varlığa getiren misyonun ilkelerine geri giderek gidermeye çalışır.”(6)

Konu üzerine felsefi açıklamalarda bulunur.

“Her ilmi olan, bir siyasi iradenin hizmetindedir”

“18’inci yüzyılın başlarından bu yana İslam medeniyetinin [eski-güç] yükselen Batı Avrupa medeniyetine [yeni-güç] yaptığı katkılar üzerine, hemen hemen dünyanın her yerinde, binlerce çalışma yapıldığını görmek kimseyi şaşırtmaz.” İslam, Osmanlı, Türk, vs. medeniyetlerinin Batı medeniyetine etkisi olduğu, ilmi akademik çalışmalarla ortaya çıkmıştır. 

Fazlıoğlu burada bir hakikatin de altını çizer; “Her ilmî olan, bir siyasî iradenin hizmetindedir.” (a.g.m.) Bu ifade, günümüz akademik geleneğinin ilmi çabalarının da nereye hizmet ettiğini anlamamız açısından bize önemli kanaat vermektedir. Müellif, Mevlana’nın mesnevisinin Hindu rahipler tarafından tercüme edildiğini ve ayinlerde okunduğunu da bize haber vermektedir.

Çinlileşme, ters yönden biz olmak demektir

Fazlıoğlu, İslam medeniyetindeki ilmi çalışmaların, Çin medeniyetine büyük katkısı-etkisi olduğunu ifade eder. O’na göre, Çin’in yükselişi ve dünya gücü halini almasıyla belki de “İslam dünyasında ilk yapılacak iş bu medeniyete olan katkılarımızın araştırılması, ortaya konulması ve güncelleştirilmesi olacaktır. Bu da bize Çinlileşme yolunda büyük kolaylıklar sağlayacaktır. Çünkü ne de olsa bu hale gelmesinde ciddi katkılarımızın olduğu bir medeniyet bir bakıma bizim de eserimiz sayılır ve Çinlileşme aslında biraz da, ters yönden de olsa, biz-olmak demektir.” (a.g.m.) 

Müellifin bu değerlendirmesi, mekanik medeniyetin merkeze yerleştirilmesi olarak anlaşılabilir. Zira bu değerlendirmede din ve Müslümanlık yoktur lakin Türklük vurgusu her daim satır aralarında mevcuttur. Fazlıoğlu bulabildiği bütün malzemeyi Türklük adına kullanmaktadır.

Fazlıoğlu da geçmişe öykünmenin dayanılmaz cazibesine kapılmış gibi görünmektedir. Selefleri de cihanı Türklerin eseri olarak görmüştür.(7) “Bugünlerde yalnız Türkiye’de değil, öncelikle bütün İslam dünyasında olmak üzere pek çok Avrupa ülkesinde de ele alınan konu, Avrupa/Batı medeniyetinin oluşmasında Müslümanların katkıları konusudur.” (a.g.m.) Fakat dikkat çeken husus, Avrupa/Batı medeniyetine katkı sağlayan öznenin “Türk” olmasıdır. 

“Ben” idraki

Fazlıoğlu, tarihi süreçte “Müslüman yazarların kendi ben-idraklerini kavramsallaştırırken, Müslüman ile Türk kelimesini eşanlamlı kullandıklarını” ifade eder. Karşı-taraf olan Batı ise, bu iki kelimeyi aynîleştirmekte, Osmanlılar hakkında konuşurken ise daima Türk kelimesini kullanmaktadır.(8) 

“Özetlenen bu durumun oldukça geriye giden tarihî bir bağlamı mevcuttur. Papa II. Baschalis 1100 Ağustosunda, Roma’da bir ferman yayımlar: ‘Müslümanlar eşittir Türkler’ der. 11 Ekim 1098’de Antakya’da cereyan eden savaşlara katılan bir papazın notlarındaki bir ibare şöyledir: ‘Her yerde Türkler.’ Nitekim 1188-1190 tarihlerindeki haçlı seferine katılan Alman imparatoru Barbarossa’nın ordusunda bulunan Ansbert, Latince kaleme aldığı kronikte Anadolu’dan, artık, Türkiye diye bahsetmektedir.” 

“Kısaca, Anadolu’da her yerde olan Türkler, tarihte ilk defa bir coğrafyanın, Türk sözcüğüne nispetle anılmasını doğurmuştur: Türkiye, yani Türklerin meskûn olduğu yerdir.” (a.g.m.) 

Fazlıoğlu, sürekli Türk ırkını, tarih bağlamında yukarı çekmeye çalışmaktadır.

“Türk” sözcüğünün tarihçesi

Fazlıoğlu burada da durmaz, Türk sözcüğünün tarihçesinin nasıl takip edilebileceğine dair izahlar yapma ihtiyacı duyar. Müellifin ifadelerine göre,

“Araplar hem İslam öncesi, hem de İslamî dönemde Orta Asya’ya nüfuz etmeye başladıklarında, Gök Türklerin (552-731) damgasını taşıyan bir kültür ortamıyla karşılaştılar. Ayrıca Sulu Kağan komutasındaki Türkeşler Devleti (630-766) ile savaştıklarından, Türk kelimesini Parsların Turan kelimesine tercih ederek yaygınlaştırdılar ve Orta Asya’daki bütün kavimleri Türk diye adlandırdılar. Deyiş yerindeyse, Türk kelimesini cihanşümul kılan Arapçadır. 745’te kurulup 840’da Kırgızlar tarafından yıkılan Uygurların ise İslamî bir dönemde vücut bulduğu göz önünde bulundurulmalıdır.” (a.g.m.)

Dikkat edilirse Fazlıoğlu, Türklük meselesine meşruiyet sağlamak için, Uygurların İslami bir dönemde ortaya çıktıklarını ifade etmek ihtiyacı hisseder. Burada zikredilen ifadelerde de özne olan “Türk’tür.”

Esas Türkler: Anadolu – Balkanlar

Fazlıoğlu, Türk’ü coğrafi olarak da ayırır:

“Arkeolojik kazılar ya da diğer çok yönlü tarihi araştırmalar Türki olan hakkında bilgi verebilir, ancak bu bulguların Anadolu-Balkanlarda vücut bulan Türklüğün organik tarihiyle bir alakası yoktur. Benzer biçimde Kuzey Afrika’da, Yemen’de ya da değişik İslam coğrafyalarında vücut bulmuş Müslüman Türkî tarih bile, Anadolu-Balkanlarda yeşermiş, anlam kazanmış Türklük için mukavvim bir değer ifade etmez.” (a.g.m.) 

Fazlıoğlu’nun zihin dünyasında var olan sahih Türklük, Orta Asya’dan kopup gelen ve Anadolu’yu yurt edinen Selçuklu-Osmanlı hattına ait olan Türklüktür. Nitekim bu tespitimizi ilerleyen satırlarında kendisi ifade eder. 

“Müslümanlar eşittir Türkler”

Fazlıoğlu’na göre, 

“Anadolu-Balkanlar coğrafyasında tecessüm eden ve anlam kazanan Türklük, dolayısıyla Türk, tarihî bir vakıa olarak tarih sahnesine Oğuzların 1040’ta Gaznelilere karşı Dandakan Meydan Muharebesi’ni kazanmasıyla çıkmıştır. Malazgirt (1071), Anadolu Selçuklu (1075), Osmanlı (1299), İstanbul’un fethi (1453), Türkiye Cumhuriyeti (1923) sürecini izleyen bu tarihî vakıa, bu coğrafyada yaşayan insanların tarihî ben-idrakinin organik içeriğini oluşturur. Bu nedenle Türklüğün tarih sahnesine çıkışını, dolayısıyla Türk Devleti’nin kuruluşunu, 1040 tarihiyle başlatmak tarihî vakıaya mutabık olması bakımından en doğrusudur. Papa II. Baschalis’in fermanında dile gelen “Müslümanlar eşittir Türkler” ifadesinin muhatabı da bu tarihî içeriktir.” (a.g.m.) 

Papaya ait olan “Müslümanlar eşittir Türkler” ifadesi, Fazlıoğlu’nun “Türklük” savunusuna meşruiyet sağlayan istinat duvarı gibi işlev görmektedir. Tarihi hakikatler ise, Anadolu’da ve Balkanlar’da, Türklerin dışında da Müslüman olan onlarca etnik varlığın mevcudiyetinden bahseder. Mesela Fazlıoğlu’nun ifadelerinde Anadolu’nun kadim kavmi Müslüman Kürtler hiç yer almaz. 

Diğer bir husus, nasıl yorumlanırsa yorumlansın, gerek Selçuklu gerekse Osmanlı, Müslümanlık gömleği giymiş olarak hüküm sürmeye çalışırken, bu gömleği çıkarıp atan, dahası ezanı Türkçeleştiren ve Kur’an öğrenilmesini yasaklayan cumhuriyet rejimi de Fazlıoğlu tarafından aynı hattın devamı olarak ifade edilir. Fazlıoğlu’nun ifade ettiği gibi, kurulan devlet Türk devletidir. Lakin Selçuklu-Osmanlı hattının devamı olarak görülmesi büyük hatadır. Bu hakikati kendisinin de çok iyi bildiğini tahmin etmekteyiz. Ayrıca müellif, Cumhuriyet rejimiyle Türklerin İslamsızlaşmasını ise görmezden gelir.

Türkler “mecazi” anlamda seçkindir

Kanaatimizce Fazlıoğlu, Türklük kavramını çok fazla telaffuz ettiğinin farkında gibidir ve Türklüğü biraz İslam’la beraber de anması gerektiğini düşünür. Türkler İslam ile tarihi vakıa haline gelmiş, yani millet olmuştur. Düşmanları Türkleri, “imkânı paylaşan ve istikameti muhkem olan insanlar diye tanımlamaktadır.” 

Müellif Türk’ün yerini sağlamlaştırmak, muhkem bir yere oturtmak için, sınırları zorlayan yorumlarda bulunur. “Anadolu-Balkanlar bağlamındaki Türklük, tarihî müktesebatın kendisine verdiği hak ile bu hakkın omuzlarına yüklediği vazife dolayısıyla mecazî anlamda seçkindir. Başka bir deyişle Selimiye Edirne’de, Süleymaniye İstanbul’da bulunduğu, İstiklal Harbi Anadolu’da yapıldığı için kazanılmış bir seçkinlik ve sorumluluktur.” (a.g.m.) Dikkat edilirse Türklere “mecazi” olsa da bir seçkinlik makamı verilmektedir.

“Yerinize başka bir millet getirir”

Fazlıoğlu, Mehmed Vanî Efendi’nin (ö 1685), Tevbe Suresi’nin 39. ayeti olan “yerinize başka bir milleti getirir” ayetine yaptığı yorumu, kendi düşüncelerine meşruiyet sağlamak için kullanır. Mehmed Vanî Efendi bahsi geçen ayete, “Arapların yerine getirilen milletin Türkler olduğu” yorumunu yapmaktadır. Bu yorumla, İslam Tarihi yazmış biri olarak Filibeli Ahmed Hilmi’nin, “Tanrı Müslümanlara tekrar acıdı ve düşmanlarıyla arasına Türkleri koydu”(9) yorumu birbirine ne kadar benzemektedir. Eğer Mehmed Vani Efendi’den Filibeli’ye ve Filibeli’den de Fazlıoğlu’na uzanacak olursak, Türklük damarının yüzyıllardır sürüp geldiğini anlayabiliriz.

Türk Milletini Türksüzleştirmek

Fazlıoğlu, Osmanlı münevveri ile cumhuriyet aydınının aynı karaktere sahip olduğunu ifade eder:

“Kendi halkından bu kadar iğrenen bir yaratık olarak Osmanlı münevveri ile Cumhuriyet aydını için Türk’ün kayda değer hiçbir hasleti yoktur. Tarihi, dini, dili, siyaseti, giyim kuşamı, oturuşu kalkışı, kısaca maddî, manevî ve fikrî tüm gelenek ve görenekleri ile Türk olumsuzdur. Halkının hissiyatı, vicdâniyatı ve fikriyâtından bu kadar uzak olan, uzak duran münevver ve aydın için Türk kavramı, içi doldurulması gereken boş bir kavramdır. Bu boş kavramın içi, Türkü Türksüzleştirmek için doldurulmaktadır.”(10) 

Burada da özne olan “Türk”tür. Dini, dili, siyaseti, giyim kuşamı, gelenek ve görenekleri İslamlıkla alakalı olmayıp, Türklükle alakalıdır. 

Fazlıoğlu’na göre, “Beka-i devleti siyaset, beka-i milleti bilgi sağlar. Bilgi siyaseti kuşatmalı, münevver ve aydının yerini Türk bilgini almalıdır.” (a.g.m.) Müellifin esas amacının Türklüğü öne çıkarmak olduğu dikkatlerden kaçmaz. Münevver ve aydının yerini almasını istediği Türk bilgininin din ile esastan bağını kurmaz. Yani dini ve maneviyatı öne çıkarmaz. Bulabildiği her gerekçeyi Türklük adına zihin kodlarındaki kalıp, kavram ve bağlamlara dökerek, Türklük savunusuna meşruiyet elde etmeye çalışır.

Türk’ü tanımaktan korkanlar…

İhsan Fazlıoğlu, Türk tarihi ile de yakından ilgilenir. Ona göre, “Türkü tanımaktan korkanlar Türk tarihinden de korkarlar, belirsizliğe, müphemliğe sığınırlar. Türk milletini bir hedefe taşımak, Türk tarihini maddi, manevi ve fikri tüm yönleriyle bilmeyi gerektirir.”(11) İzahlarında İslamiyet’i kabul etmeyen tek Moğol Sultanı Kubilay Han’dan örnek verir.

Fazlıoğlu, yukarıda kendi ifadesi olan “her bilgi siyasi iradenin hizmetindedir” kaidesini, olağanüstü çabalarıyla, ulusçu-ırkçı temelli kurulan siyasi iradenin hizmetine sunma gayreti gütmektedir. Kullanılan dil ırkçı bir dildir ve İslam’la uzaktan yakından bağı kurulamaz. Müellifin bahsi geçen makalelerini ilk kez okuyanların Türkçü-ırkçı olması kaçınılmazdır.

İhsan Fazlıoğlu, “Türk Felsefe-Bilim Tarihi’nin Seyir Defteri”ni yazar. Fazlıoğlu’na göre herhangi bir konuda bir seyir defterinin düzenlenebilmesi için, öncelikle hem üzerinde yürünülen yolun mahiyeti-niteliği hem de yolda yürüyenin hüviyeti-kimliği açıklığa kavuşturulmalıdır. Yol tarihi-coğrafi süreç; yolcu Türk; yük ise felsefe-bilimdir.(12) 

Genel tarihteki Türk ile Türkiye tarihindeki Türk farklıdır

Fazlıoğlu, genel Türk Tarihi’nde kullanılan Türk ile Türkiye [Anadolu Balkanlar] tarihinde kullanılan Türk kelimesinin farklı olduğunu söyler. “Bu ayrımdaki ölçüt ise ‘içerisinde hayat sürülen mevcut kültürün organik geçmişi’dir. Bu nedenle içerisinde yaşadığımız tarihî sürecin geriye doğru organik-çizgisel bir biçimde uzatılması bize, kullanılan Türk kelimesinin tarihî içeriğini verecektir.”(13) Aynı tanımı daha önceki makalelerinde de ifade eden müellif, tabiri yerinde ise, “Beyaz Türkleri” öne çıkarmaya çalışmaktadır. Bahsi geçen coğrafyalar dışında bulunan Türkler, her ne kadar “Türk” olsa da, Anadolu-Balkanlarda bulunan “Türk”lerden değildir. Fazlıoğlu bunu da, konuşulan dil, yaşanılan kültürün farklılığıyla izaha çabalar.

Müellif, Türklüğü Oğuzların Anadolu’ya gelmesi-çıkmasıyla birlikte, tarihsel kültürel coğrafyada arar. Aynı zamanda bu dönemde İslam medeniyetinin maddi ve manevi bakımdan ne durumda olduğunu sorgular. Fazlıoğlu’na göre bu sorunun cevabı Türklerin hem İslam medeniyetinde hem de dünya tarihinde oynadıkları rolü tebarüz ettirmek bakımından son derece önemlidir.(14) Dikkat edilirse, Türklerin hem İslam medeniyetinde hem de dünya tarihinde oynadıkları role hassaten dikkat çekilmektedir. Fazlıoğlu, seleflerinin izinden gitmektedir. Bir zaman selefleri de, “Bugünkü cihan Türklerin eseridir”(15) demişti. 

Türklerin gelişinde, İslam medeniyetinin hal-i pürmelali

Müellif, Oğuzlara/Türklere İslam medeniyeti içinde bir konum belirlemeye çalışmaz, aksine İslam Medeniyetini (daha doğrusu İslam’ın kendisini) Türklere mahkûmmuş gibi tasvir eder. 

“İlk olarak, Oğuzların siyasi bir güç olarak İslam medeniyetine dahil olduklarında, İslam medeniyeti 400 yaşındadır. Hem dünya görüşü (anlam-değer dünyası) hem de dünya tasavvuru/resmi bakımından kavramsal/metafizik paradigmasını büyük oranda tamamlayan bu medeniyetin büyük siyasî, manevî ve fikrî önderleri hemen hemen aynı dönemlerde tarih sahnesinden çekilmiştir. İkinci olarak, Oğuz/Türkmenler İslam medeniyetine siyasî/askerî bir güç olarak dahil olduklarında, İslam dünyası siyasî açıdan parçalanmış bir durumdadır. İslam medeniyetinin coğrafî sınırları küçülmüş; pek çok coğrafî bölge, iç çatışmalardan da faydalanan dış güçler tarafından işgal edilmiştir.”(16) 

Fazlıoğlu ilk iki sebebe istinat ederek, Türkleri diğer Müslüman unsurlar karşısında yukarı çekmekte, İslam medeniyetini inşa eden büyük şahsiyetlerin boş bıraktığı yerlere, Selçuklu-Osmanlı hattında Türkleri konumlandırmaktadır. Dağılan, parçalanan, coğrafi sınırları küçülen İslam medeniyetini yeniden toparlayan, bir araya getiren unsurun ise Türkler olduğunu ileri sürmektedir. Fazlıoğlu bir adım daha ileri gider. 

Oğuzların kendine has nitelikleri

“Üçüncü olarak, Türkler, İslam medeniyetine dahil olduklarında, aklı ve vicdanı da parçalanmış olarak buldular. Hakikati temsil ettiğini iddia eden onlarca dinî ve fikrî okul aralarında çatışma halindeydi; öyle ki, birbirlerinin canlarına kast etmekteydiler. Aklın parçalanmışlığı siyasî parçalanmışlığın meşruiyetini sağlıyor; siyasî parçalanmışlık ise fikrî parçalanmışlığı besliyordu.”(17)

Bu ifadelerinden sonra Fazlıoğlu, Oğuzları müstesna bir yere yerleştirir.

“Oğuzlar, kendilerine has niteliklere bağlı kalarak ilk önce yeniden inşa ettikleri, bu bilgi ile eylemin, akıl ile adaletin yeniden tesisi, hatta terkibidir.” 

Müellif, Türkleri/Oğuzları, kendince sağladığı meşruiyet dairesinde, İslam medeniyetinin merkezine yerleştirir.

Türkler Müslümanlaştıkça, İslam da Türkleşti

Peki, bunun sonucunda ne olmuştur? Fazlıoğlu uzun izahlarından sonra sonuca gelir: 

“Türkler Müslümanlaştıkça, İslam da Türkleşti; deyiş yerindeyse, günümüzdeki amiyane ve siyasi/ideolojik kullanımının ötesinde, ortaya bir Türk İslam’ı çıktı ve bu İslam’a mensup Müslüman Türk, bir İslam-Türk medeniyeti inşa etti, meydana getirdi.”(18) 

Sanırız ki Fazlıoğlu çok ileri gittiğinin farkındadır ya da esas niyetini örtmek için bu ifadelerine, savunma merkezli açıklık getirmek için bir dipnot ekler. Dipnotta, “Burada özellikle Türk-İslam değil İslam-Türk diyoruz; çünkü bu etkileşimin medeniyet ciheti İslam, kavim ciheti Oğuz/Türkmen’dir; terkip Türk’tür. Büyük küme İslam olduğundan Türk, bu kümenin bir üyesi, ama etkili bir üyesidir” der. 

Sonuç yerine:

İhsan Fazlıoğlu’nun, Türk’ü ve Türklüğü merkeze alan, Türk’ü özne olarak değerlendirdiği düşünceleri, kendi metinlerinden yola çıkılarak daha da çoğaltılabilir. Fakat biz meselenin anlaşıldığına kanaat getirdik. Türkün, Türklüğün akademik gelenek tarafından resmi ideolojinin lehine nasıl yeniden yorumlanarak köpürtüldüğüne, daha yumuşak ifadelerle, daha felsefi yaklaşımlarla ikna ediciliğe gayret ettiğine işaret etmeye çalıştık.

Aslında Fazlıoğlu ve onun zihin kodlarını taşıyanların, erken dönem cumhuriyet tarihinde icat edilen modern tasavvura ait laik karakterli “Türk Tarih Tezini” postmodern dönemde yeniden yorumlayarak aynı teze “muhafazakâr bir karakter” kazandırmaya çalışmalarından başka bir şey değildir. Bilimsel, ilmi ve felsefi yaklaşımlarla daha ikna edici olmaya çaba gösterilmektedir. Ve bu çabalar yine kendi ifadesiyle “siyasi iktidarın hizmetindedir.” 

İhsan Fazlıoğlu ifadelerinde, Türklerin Müslümanlığının diğer Müslümanlardan farklı olduğunu, ayrıştırıcı, üstünlük kurucu bir dille ve ısrarla vurgu yapmaktadır. Türk’ün özne olarak merkeze alınması, sürekli olarak Türk’e vurgu yapılması, okuyucuda ister istemez kavmiyetçi-ırkçı tezleri (başka bir deyişle de şeytani hisleri) çağrıştırmaktadır. 

Fazlıoğlu, Türklerin Müslümanlığa geçmeleriyle birlikte, İslam’ı kendilerine has yaşadığını, Anadolu İslamının sadece bu topraklara has olduğunu söyler. Siyasi ve fikri olarak dağılmış parçalanmış olan İslam medeniyetini yeniden Türkler toparlamıştır. Bu sebepten Türkler “mecazi” anlamda seçkindir. Fakat görülen odur ki Fazlıoğlu, Türk’ü mecazi anlamından ziyade, esastan seçkin olarak diğer Müslüman kavimlerin-ırkların üstünde görmektedir.

Diğer önemli bir husus, “Türkleşmiş” bir İslam’ın asli İslam ile ne kadar uyuştuğudur. Türkleştirilmiş bir İslam’dan geriye yola çıkılırsa bu yol Müslüman’ı Resululah’a, ashaba, Asr-ı Saadete götürür mü? İslam’ı kabul eden Türklerin, pagan inançlarıyla birlikte Müslüman olması, Fazlıoğlu’nun Türklüğün tarihini başlattığı Oğuzlardan bu yana, İslam’ı ne denli tahrif etmiştir, bunların da araştırılması gerekmez mi?

Anlayabildiğimize göre İhsan Fazlıoğlu, Türk’ü İslam’ın potasında eritip, İslam’ın kalıplarında şekillendirmekten öte, İslam’ı Türk’ün gelenek, görenek ve âdet potasında eritip Türkleştirmeye çalışıyor. Türk’ü İslam’ın bir parçası olarak değil, İslam’ı Türk’ün kültürel bir değeri olarak ele alıyor.

Hülasa dersek; mesele aslında bizim ele almaya çalıştığımız boyuttan çok daha derin ve daha tehlikelidir.

Dipnotlar

1 İhsan Fazlıoğlu, Akıllı Türk Akıllı Tarih, Anlayış Dergisi, sayı 44, sayfa 76, Ocak 2007

2 İhsan Fazlıoğlu, Türklerin Bir Tarihi Var mı?, Anlayış Dergisi, sayı 38, sayfa 78, Temmuz 2006

3 İhsan Fazlıoğlu, Türk Tarihini Yenmek, Anlayış Dergisi, sayı 54, sayfa 82, Kasım 2007

4 İhsan Fazlıoğlu, Türklerin Geçmişi Ne Olacak?, Anlayış Dergisi, sayı 3, sayfa 82,  Ağustos 2003

5 İhsan Fazlıoğlu, Şiir Türkleri Kurtarabilir mi?, Anlayış Dergisi, sayı 4, sayfa 82, Eylül 2003

6 İhsan Fazlıoğlu, Hedef konuşulabilir Türk’ü yaratmak, Anlayış Dergisi, sayı 10, sayfa 82, Mart 2004

7 Ispartalı Hakkı, Türklük Gayreti, Sırat-ı Müstakim, cilt 6, sayı 141, sayfa 166, 5 Mayıs 1327 (18 Mayıs 1911)

8 İhsan Fazlıoğlu, Onlar Bize Türk Derler, Anlayış Dergisi, sayı 23, sayfa 78, Nisan 2005

9 Şehbenderzade Filibeli Ahmed Hilmi, Dertleşme! Türk Kardaşlarıma -I-, Hikmet, cilt 1, sayı 6, 26 Mayıs 1910

10 İhsan Fazlıoğlu, Akıllı Türk Makul Tarih, Anlayış Dergisi, sayı 37, sayfa 78, Haziran 2006

11 İhsan Fazlıoğu, Türk’ü Anlamamak İçin Her Şeyi Anlamak, Anlayış Dergisi, sayı 36, sayfa 78, Mayıs 2006

12 İhsan Fazlıoğlu, Kayıp Halka, sayfa 42, Ketebe Yayınları, 2021

13 a.g.e. sayfa 44

14 a.g.e. sayfa 54

15 Ispartalı Hakkı, Türklük Gayreti, Sırat-ı Müstakim, cilt 6, sayı 141, sayfa 166, 5 Mayıs 1327 (18 Mayıs 1911)

16 a.g.e. sayfa 55

17 a.g.e. sayfa 55

18 a.g.e. sayfa 56

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *