Seçim sonuçlarının sembol cümlelerinden biri, tıpkı 2018 seçimleri gibi “Adam kazandı” olsa da, “adam”ın üzerinden asıl kazananın demokratik düzenek ve mevcut laik-kapitalist düzen olduğu açıktır.
Türkiye, Mayıs ayının ortasında ve sonunda olmak üzere iki turlu bir seçime tanıklık etti. “Yüzyılın seçimi” olarak nitelendirilerek, hem iktidar hem de muhalefet cephesince bir “ölüm-kalım seçimi” şeklinde propaganda edilen seçim, iktidar cephesini teşkil eden Cumhur İttifakı’nın galibiyetiyle neticelendi. Hem Meclis seçimleri, hem de Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde muhalefet cephesinin büyük bir iddia ve beklentiyle teşkil ettiği Millet İttifakı tam anlamıyla hüsrana uğradı.
İşin doğrusu Millet İttifakı’nın aldığı seçim yenilgisi ile ilgili “zoru başarmak” deyimini kullanmak isabetli olacaktır kanısındayız. Özellikle son birkaç yıldır içerisinde bulunulan ağır ekonomik şartlar, muhalefet açısından kolay kazanılabilecek bir seçim tablosu vaad ediyordu.
Muhalefet cephesinin, süreci kendileri açısından doğru yönetip ciddi hatalar yapmadıkları takdirde seçimleri kolaylıkla kazanacakları yönünde yaygın bir kanaat vardı. Ülkedeki ağır ekonomik şartların yanı sıra, teşkil edilen muhalefet cephesinin muhtemel toplam oy oranı da bu beklentiyi güçlendiriyordu.
Lakin, muhalefet hatalardan öte öyle bir hata yaptı ki, dediğimiz gibi neticede zoru başarmış, bu kadar yıpranmış bir iktidar karşısında seçimi kaybetmiş oldu. O da, meseleyi salt matematiksel oy oranları düzleminde hesaplayıp cepheyi o düşünceyle hesap etmeleri oldu.
Siyasetin sahada ve toplum planında matematiksel oranlardan farklı çalıştığını ise, 14 Mayıs akşamı büyük bir hayal kırıklığı ile yeniden yaşamış oldular. PKK ile iltisaklı oluşunu saklamayan HDP (YSP) faktörünün, “beka” algısı ve söylemi karşısında toplumda nasıl bir karşılık bulacağını hesaplayamamış olmaları, yaşadıkları ve yönetme iddiasında oldukları ülke ve toplumu yeterince tanımadıklarını göstermiş oldu.
Seçimle ilgili değerlendirmeye geçmeden önce şunu belirtmeyi bir gereklilik olarak görmekteyiz ki, Türkiye şartlarında “iktidar” ve “muhalefet” kavramlarını kullanırken bu kavramların görece niteliğinin farkındayız. Bugün iktidar partisi olarak ifade edilen parti mi gerçek anlamda iktidar partisidir, yoksa ana muhalefet partisi olarak nitelendirilen parti mi iktidar partisidir, bu soruya tek düze bir cevap verme imkânı yoktur.
Evet güncel anlamda yönetim erki AK Parti’nin elinde bulunmaktadır, lakin bu durumun onu “iktidar” yapmaya yetmediğini ve neticede ana muhalefet partisi CHP’nin altı okuna bağlılık ahdi ve akdiyle sınırlı bir “iktidar” alanıyla malul olduğu açıktır.
Bu itibarla gerçek iktidarın, kendisi muhalefette olsa da altı oku iktidarda olan CHP olduğu tartışma götürmez bir gerçektir. Nitekim tüm partiler ve yöneticilerin, CHP’nin kurucusuna bağlılık seremonisi ile mükellef kılındığı da bilinen bir gerçektir.
Seçimle ilgili ilk elde yapılması gereken tespit, her iki tarafın da halkı sandığa motive etmek gayesiyle yüksek derecede bir kamplaşma stratejisi izlediği gerçeğidir. Her iki taraf da seçimi bir ölüm-kalım meselesine dönüştürmüş, iktidar cephesi “beka”, muhalefet cephesi ise “cumhuriyet değerleri” üzerinden, seçimi telafisi olmayan bir mesele halinde öne sürmüşlerdir.
Bu durum da, başta 14 Mayıs’taki ilk tur olmak üzere her iki turun da Türkiye tarihinin en yüksek katılımlı seçimlerinden biri olarak neticelenmesini sağlamıştır. Bu yüksek katılım, seçimler sonrası gerek parti temsilcilerinin ağzından, gerek gazete manşetlerinden “Demokrasi kazandı” ifadesiyle tebrik ve takdis edilmiştir. Bu itibarla seçimin kazananı olarak ilk elde demokrasiyi sıralamaya koymak gerekmektedir.
Evet, seçim sürecinde sağ-sol nerdeyse tüm parti ve politik aktörlerin dilinde çeşitli İslami kavram ve değerler, ayet ve hadisler, tabiri caizse havada uçuşmuş olsa da, seçimin kazananı ilk elde, rahmetli Ercümend Özkan’ın “hevaya uyma rejimi” olarak isabetle tanımladığı demokrasi olmuştur. Nitekim demokrasi, toplumları çeşitli stratejilerle mevcut laik-kapitalist işleyişlere entegre etmeye dayalı bir “düzenek”ten başka bir şey değildir.
Tıpkı Firavun’un Mısır halkını hevasınca yönetebilmek için kamplara bölmesi (Bkz: Kasas, 28/4) misali, demokratik düzenekte de toplumları kamplaştırarak mevcut işleyişe mahkûm ve meftun kılma yöntemi uygulanmaktadır. Son seçimler, yaşadığımız ülkede bu stratejinin en yüksek perdeden uygulandığı ve düzen adına başarıya ulaştığı bir süreç olarak tarihe geçmiştir.
Demokrasinin kazanmış olması, mevcut laik-kapitalist kemalist düzenin de kazanmış olduğunun ifadesidir. Zira yukarıda da ifade etmeye çalıştığımız gibi demokratik düzenek zaten bunun için yürürlüktedir. Mevcut düzenleri, hokus-pokus stratejileri, ölüm-kalım propagandaları vs ile halka onaylatma düzeneğidir demokratik seçimler.
Bu sebeple de hangi parti, hangi aktör kazanırsa kazansın, tıpkı piyango gibi “büyük ikramiye” her zaman düzenin hanesine yazılır, asıl kazanan, demokratik düzenek sayesinde halkı işleyişine entegre eden düzen olur.
14 ve 28 Mayıs seçimleri, paradigması tükenmiş, köhnemiş laik-kapitalist Kemalist düzen için gerçek anlamda bir can suyu olmuştur. Düzen, Cumhur İttifakı ve Millet İttifakı şeklinde konumlanan iki ana kanadı marifetiyle halkı işleyişine entegre etmeyi fazlasıyla başarmış, düzen dışı ve düzene rağmen arayışların önüne güçlü bir “halk iradesi” duvarı örmüştür.
Öyle ki, yakın zamana kadar, insan hevasını esas kabul eden demokrasiyi şirk ve küfür ideolojisi, mevcut düzeni cahiliye düzeni olarak niteleyerek “cahiliyeden akidevi ayrışma” temelinde tevhidi toplumsallaşma ve siyasallaşma çizgisinde hareket etmeye çalışan çeşitli “İslami” çalışma grupları dahi, düzenin bu kamplaştırma stratejisine yenik düşerek, tevhidi mevzilerini terk etmiş ve demokratik düzeneğin çarklarında düzen aktörlerinin aktif destekçisi misyonuna soyunmuşlardır.
Son seçimler, bu açıdan da demokrasi ve düzenin kazançlarına yeni kazançlar eklediği süreçler olmuştur. Oluşturulan keskin kamplaşma ortamı ve ölüm-kalım söyleminin, bugüne kadar tevhidi mevzilerinde sebatkâr olan nicelerini de “oyuna” dahil ettiğini öğrenmek, bizim açımızdan üzücü olmuştur.
1981 yılı Ocak ayındaki ilk sayımızdan bu yana sözümüzde sebat üzere hareket etmeye gayret eden İktibas Dergisi olarak, bu yazdıklarımızla testi kırıldıktan sonra ağıt yakıyor değiliz. Zira biz seçim öncesindeki sayılarımızda da bu hususlarda İslam’ın değişmez ölçü ve ilkelerini dillendirmeye ve Müslümanların olması ve durması gereken yeri hatırlatmaya gayret gösterdik.
Lakin yaşadığımız süreçler, söz ve nasihatin insanlar üzerinde eskisi kadar etkili olmadığı, akıl yerine duygularla hareket etmenin yaygınlaştığı, ölçü ve ilkelere vurgu yapanlara “antik eser” gözüyle bakıldığı ziyan süreçleri ne yazık ki.
Seçimin “kazananlar kulübü”nün zirvesinde yer alan demokrasi ve düzenin yanında sıralamaya konulması gereken bir aktör de “Türk milliyetçisi” akımlardır.
Her ne kadar Türkiye’de bu akım, İslam’dan gasp edilen “millet/milliyet” kavramları üzerinden kendisini ifade ediyor ve “kavmiyetçilikten” ziyade “ulusçuluk” ideolojisine kendisini nispet ediyor olsa da, gerek bizatihi ulusçuluk ideolojisinin kavmiyetçilikten kopuk olmadığı gerçeği, gerekse Türk ulusçuluğunun/milliyetçiliğinin “damardaki asil kan” gibi vurgularıyla, “Tanrı Dağı”, “bozkurt” gibi kavmiyet esaslı sembolleriyle hassaten kavmiyetçi bir niteliğe sahip olması, meselenin bir kavmiyetçilik sorunu olduğunun açık karineleridir.
Seçimler, özellikle de Kürt kavmiyetçisi HDP’nin Millet İttifakı üzerinden güçlü bir çıkış yapma ihtimali karşısında Türk kavmiyetçisi akımların toplumdaki etki gücünün ciddi anlamda yükselmesine zemin oluşturdu. Bu coğrafyada Türk ve Kürt kavmiyetçiliği, tavuk-yumurta gibi birbirlerini üreten ve besleyen bir niteliğe sahipler.
Bizi kardeş kılan İslam üst kimliği ve aidiyeti yerine, Rabbimizce ayrılık değil tanışıp kaynaşma vesilesi olarak var kılmış olduğu kavmiyet kimliklerinin, bir topumsallaşma ve siyasallaşma için esas kabul edilmesi ve öne çıkarılması, bitip tükenmez kamplaşma ve çatışmalara zemin hazırlamaktadır.
Son yıllarda ve konumuz itibariyle son seçimlerde Türk kavmiyetçisi akımların etki güçlerini artırmış olması ve bunun yanı sıra “dindar-muhafazakâr” kesimler üzerinde de etkili olmaya başlaması söz konusudur. Son seçimler, kavmiyetçi akımların toplum üzerindeki etkisini azami düzeye çıkardığı neticeleri ortaya çıkarmıştır. Bu da, toplumun geleceği açısından hiç de iyi bir duruma işaret etmemektedir.
Seçimin kazananları arasında başat aktörlerden birinin de finans kapitalizmi olduğunu hassaten belirtmemiz gerekir. Ki finans kapitalizminin “seçim zaferi”, seçim öncesinde ilan edilmiş bir neticeydi. Zira her iki ittifak da, seçim öncesi deklare ettikleri ekonomi kadrolarıyla finans kapitalizme tam teslimiyet mesajı vermiş bulunuyorlardı.
Nitekim seçim sonrası, bir ara mevcut iktidarca gündeme getirilen ve aslında mevcut düzen ve işleyiş içinde halka yönelik bir oyalama retoriği olmanın ötesine geçme imkânı bulunmayan “nass” söylemi tamamen unutularak, finans kapitalizmin gereği olan faiz muslukları daha da açılmış oldu.
Seçim sonuçlarının sembol cümlelerinden biri, tıpkı 2018 seçimleri gibi “Adam kazandı” olsa da, “adam”ın üzerinden asıl kazananın demokratik düzenek ve mevcut laik-kapitalist düzen olduğu açıktır. Tabii ki bu küçük resimdeki kazanımdır. Büyük resimdeki asıl kazanan ise, demokratik rüzgârların saptırıcı cazibesine prim vermeyip, İslam’ın ölçü ve ilkeleri üzere sebat etme kararlılığını sürdüren müminler olmuştur.
Hac ve Kurban Şimdi Başlıyor!
Geçtiğimiz ay sonu, İslam’ın çok önemli sembolik mesajlar içeren iki ibadetini idrak ettik: Hac ve kurban. Yeryüzünün her bölgesinden hac niyetiyle Mekke’ye giden milyonlarca Müslüman, tüm toplumsal statü ve farklılıkları ortadan kaldırıp insanları eşitleyen tavafı, sayi, vakfesi ve kurbanı ile kolektif bir akış içinde Allah’a kulluklarını ortaya koydular.
Hakeza dünyanın her yerinde milyonlarca Müslüman, kurban ibadetiyle Rablerine kurbiyet sağlamaya, kurbanla paylaşım ve dayanışma içinde olmaya çalıştılar.
Bilindiği üzere Rabbimiz Hac sûresi 37. ayette kurban ibadetiyle ilgili olarak “Onların ne etleri ne de kanları Allah’a ulaşır. Ancak sizden O’na yalnız takva ulaşır. İşte böylece onları sizin emrinize verdi ki sizi hidayete erdirmesine karşılık Allah’ı yüceltesiniz. İyilik edenleri müjdele.” (Hac, 28/37) buyurmaktadır.
Mevcut yaygın uygulamada kurban ibadeti bu ayet çerçevesinde mi anlaşılıp ifa ediliyor, bu husus değerlendirilmeye, muhasebe ve tashih çabalarına muhtaçtır. İbadetlerde şekil şartı ve anlam/gaye (form ve norm) bütünlüğü olmasa olmazdır. Anlamı gözetilmeden salt şekil şartlarının yerine getirilmesi de, şekil şartları gözetilmeden anlam/gaye boyutunun gözetilebileceğini düşünmek de doğru değildir.
Hac ve kurbanla ilgili diğer önemli bir husus, İslam’ın diğer tüm ibadet ve mükellefiyetlerinde olduğu gibi, bu ibadetlerin ifa edilmekle onlarla ilgili yükümlülüklerin sona ermiş olmayıp, bilakis asıl o zaman başlıyor olmasıdır. Ali Şeriati bu gerçeği, hacla ilgili olarak “Hac, asıl Mekke’den dönmekle başlar” şeklinde ifade etmiştir. Aynı durum kurbanla ilgili de, namazla, oruçla ilgili de geçerlidir.
Bu itibarla geçtiğimiz ay hacc ve kurban ibadetlerini ifa etmiş olan müminlerin, bu ibadetleri yerine getirmekle hayatlarına dair, ailevi, ictimai sorumluluklarına dair Rablerine hangi sözleri vermiş olduklarını idrak etmeleri gerekir.
Hacdaki başta ihram olmak üzere, tavaf, say, vakfe, şeytan taşlama gibi rükünlerin hayatımızda hangi yönelim ve mükellefiyete karşılık geldiğini, kurbanın bizim hayatımızdaki karşılığının ne olduğunu anlamaya çalışmalı ve bu anlamda hac ve kurbanın asıl şimdi başladığı bilinciyle hareket etmeliyiz.
Aksi durum, haccı, kurbanı, namazı, orucu ubudiyyet bütünlüğünde hayatı inşa eden ibadetler olmaktan çıkarıp ritüelleştirmek, âdete dönüştürmektir. Taatlarımızı ibadet katına yükselten, hayatı ubudiyyet bütünlüğünde anlama ve yaşama tercihini ifade eden tevhidi bilincimizdir.
(İktibas, Temmuz ayı yorumu, sayı 535)
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *