Neyi Seçiyoruz ya da Seçebiliyor muyuz?

Neyi Seçiyoruz ya da Seçebiliyor muyuz?

Biz neyi seçiyorsak zamanla seçtiğimiz şeyle özdeşlerek ona benzemekte/dönüşmekteyiz. Öyleyse neyi seçiyor olduğumuza dikkat etmeliyiz. Ya da seçebiliyor olabilme kaabiliyetine sahip miyiz diye tefekkür etmeliyiz…

(İktibas Dergisi Mayıs ayı yorumu)

Seçimler hızla yaklaşırken partiler kurmuş oldukları ittifaklarla halka vaadlerini bir bir sıralamaya başlamış durumdalar. Her aday kendi parti programının rakip diğer partilerden daha iyi olduğu iddiasıyla bol keseden vaadleri sıralamaktadır. Türkiye’de yapılan seçimler seçmen açısından istediği liderin yahut partinin ülke yönetimine gelmesinden ziyade istemediği parti ya da liderin gitmesi stratejisi üzerinden yapılmaktadır. Bu da şu anlama geliyor ki Türkiye’de halk tarafından bir sistem sorgulaması yoktur. Sistemin kendisini sorgulamak yerine daha çok, partiler merkeze alınarak bir eleştiri yapılmaktadır. Sistemin kendisi sorgulanmadığı sürece de şikayet edilen konuların temelde değişmeyeceği de aşikardır.

Türkiye’de siyaset üzerine bir eleştiri yapmak gerekirse meseleyi anlamlandırabilmek için üç soru sorabiliriz. Sorulacak bu üç soruya vereceğimiz cevap meseleyi ne kadar doğru anlamlandırdığımızı da bize gösterecektir. Birinci sorumuz; mevcut siyasetin kaynağı nedir sorusudur? Malumunuzdur ki her düşüncenin çıkmış olduğu bir kaynak vardır. Bu kaynak ne kadar berrak ise inşa ettiği düşünce ve sistemin de o kadar berrak olma ihtimali yüksektir. İnsanın halife kılınması sürecinde Allah’ın insana eşyanın isimlerini öğrettiğini biliyoruz. Allah’ın insana bu isimlendirmeyi öğretmesiyle birlikte insanın Allah ile; insanın insan ile; insanın eşya ile ve insanın tabiatta olanlarla nasıl ve ne düzeyde bir ilişki kurması gerektiğini öğrenmesi mümkün olmaktadır. Eğer ki insan kendisine öğretilen öğretiye sahip çıkarsa bütün insanlığa ve evrene, olması gerektiği gibi yaklaşmayı da öğrenmiş demektir. Adem’den bugüne insanlık İslam ile uyarılagelmiştir. Allah, insanı yaratan ise ki öyledir, onu terbiye edecek olan da yine Kendisidir. Eğer ki dünya üzerinde var olan siyasetler kaynağını ilahi olana dayandırıp Allah’ın tevhid esasına göre hükümler ihdas edebiliyorlarsa o vakit hakikati yakalamaları mümkün görünmektedir. Ama siyasetin kaynağını ilahi olana değil de insanların heva ve heveslerine dayandırıyorlarsa ve ilahi olana sırt çevirmişlerse başlangıç noktalarını kaybetmişler demektir. Başlangıç noktasını yanlış seçenlerin ise doğru menzile ulaşmaları mümkün görünmemektedir.

İlk sorumuzun reeldeki karşılığına bakacak olursak, Türkiye’nin yüzünü İslam’a değil batılı değerlere döndüğünü görmekteyiz. Kapitalist bir anlayış çerçevesinde demokratik, laik ve modern bir düşünce sistematiğine tabidir. Demokrasi özü itibariyle seküler olmak zorundadır. Zira rönesans ile başlayan Avrupa’nın düşünce değişimi kiliselere karşı verilen mücadelelerle seküler kimlik kazanmış ve bugünkü demokratik düzene bu seküler sürecin içinde ulaşılmıştır. İlahi olan ile sürekli savaş halinde olmanın somut karşılığı demokrasi denilen şeydir. Dolayısıyla demokrasi dediğinizde laikliği mutlaka yanına monte etmelisiniz. Laiklik ister Anglo Sakson anlayışta olsun ister Fransız jakoben anlayışında olsun farketmeksizin ulus devletin hizmetinde olan bir dini tanımlar. Yani din ile devletin ayrılması olmayıp dinin seküler devletin emrince işlevsel hale getirilmesi anlamına gelir. Demokrasi dediğimiz olgu yalnızca sekülerizmi dayatmaz onunla birlikte yine gelişim sürecine sadık kalarak kapitalizmi de besler ve önünü açar. Burjuvanın sermayesiyle yerini sağlamlaştıran demokrasi en çok da sermaye sahiplerine hizmet etmek üzere şekillenmiştir. Sermaye sahiplerinin amacı kabaca dünyanın ekonomik gelirinin en fazlasına en az kişiyle sahip olabilmektir. Bu açıdan bakıldığında halk kapitalist amaçların gerçekleştirilmesinde yalnızca bir araç işlevini görmektedir. Dinin politik bir malzemeye dönüşmesi de bunun içindir. Hatırlarsınız eski Kenya Cumhurbaşkanının sözlerini: “Bizlere beyaz adamlar ellerinde incille geldiler. Onların ellerinde incil bizim ellerimizde topraklarımız vardı. Bize gözlerinizi kapayın ve dua edin dediler. Biz gözlerimizi kapatıp dua ettik. Gözlerimizi açtığımızda onların ellerinde bizim topraklarımız, bizimse ellerimizde yalnızca incil vardı.” Çünkü kapitalizmin, beşeri sistemlerin çıkış kaynağı yalnızca bir avuç elit azgının maksimum sermayeye ulaşmasıdır. Geriye kalan halk esasen umurlarında değildir. Kapitalizm tarihi incelendiğinde bunun nasıl bir dram olduğunu yakinen görmek mümkündür.

Türkiye’nin mevcut siyasetinin temellerini dayandırdığı düşünce yapısı da işte bu Batılı değerler olan kapitalizmdir. Türkiye gerçeğine baktığımızda da bir avuç azgın azınlığın kaynakların tamamına yakınını sömürdüğünü ya da sömürme mücadelesi verdiğini görebiliriz. Türkiye’deki siyasi, politik mücadelenin esas amacı sermayeyi tabana yayarak ülke halkını kalkındırma mücadelesi, adaleti tesis ederek adil bir yönetim sergilemenin ötesinde, çekişme kimin daha çok sömürmesi gerektiği üzerine yapılan anlaşmazlıktır, suyun geveri kimden yana açılacak mücadelesidir. Birinci Dünya Savaşından sonra ulus devletlerin kurulmaya başlanmasıyla birlikte ABD merkezli yeni dünya sistemi, kapitalizmi tüm uluslara dayatmıştır. Artık ülkeleri topla tüfekle işgal yerine, ekonomileri ve buna bağlı olarak siyasetleri de bu ilkeye göre belirlenerek işgal edilmişlerdir. Kapitalizmin efendilerinin isteğine göre dizayn edilen ülkelerden biri olmuştur Türkiye de. Machiavelli yüz yıllar öncesinde yazdığı eserinde şunları söylemişti: “Bir ülkeye sahip olmak için onu yıkmak gerekir; yıkmak demek o ülke halkını yok etmek demektir. Yok etmek ise ya bedeni olarak insanları katletmek ya da o halkı o halk kılan örf ve adetleri, kısaca halkın bağımsızlık ve özgürlük taleplerini yasladığı tarihi öldürmektir. Bir ülke maddi olarak elde tutulmak isteniyorsa maneviyatı, yani özgürlüğü, yani tarihi zayıflatılmalıdır. Bunun için itaat etmeyenler marjinalleştirilmeli, itaat edenler, işbirlikçiler zevke düşkün kılınarak ülkenin başına getirtilmelidir. Ülke halkı kendisinden olduğu için işbirlikçilere karşı çıkmada ürkek davranacak, işbirlikçiler ise halklarına güvenmedikleri için onları efendilerine bağımlı kılacak her türlü işbirliğine yanaşacaklardır.” Bugünkü siyaset düzenini ne de güzel de açıklıyor.

İkinci sorumuz şu olmalıdır; mevcut siyaset bizleri nereye götürmektedir? Elbette çıkış kaynağı problemli olan bir siyasi düzenin bizi götüreceği yer meçhuldür. Çünkü bu siyasetin dayanağı ve temeli çürüktür. Yalnızca siyasi ve iktisadi elitlerin çıkarları doğrultusunda sürekli değişebilen bir yapıya sahip olup her an eldekileri kaybetme durumuyla karşı karşıya kalmak mümkündür. Her türlü vurgunu, soygunu, düzenbazlığı yasalara dayandırarak yapabilecek güce sahiptirler. Dayandıkları temeli esas aldığımızda bu mevcut sistemin içinde hangi parti ya da lider seçimi kazanacak olursa olsun bu sonuç değişmez bir gerçektir. İsmet Özel’in “Başını Örten Kızlar Felsefe Bilmelidir” kitabında anlatılır: Anadolu’da bir köylüye CHP ile DP arasındaki fark sorulduğunda, aynı fışkı sadece ortasından bir kağnı tekeri geçmiş cevabını verir. Mevcut sistemin içinde her bir parti sistemin varlığının garantörü olarak vardır. Sistemin varlığı ise kapitalizmin değerleriyle örtüşmek zorundadır. Böylesi bir zorunluluk bizleri nereye götürür? Mesela aile mefhumu, yediğimiz gıdalar, içinde soluk aldığımız tabiat, ilişki kurduğumuz sosyal çevre, eğitim sistemi, adalet sistemi, ticari sistem nasıl şekillenir? Özellikle kapitalizmin hızlı bir yükselişe geçtiği son yirmi yıla baktığımızda ülkemizde LGBT derneklerinin dışardan ve içerden fonlanarak eşcinselliği meşrulaştırmalarının önü açılmaktadır. Bu derneklere yasal güvenceler oluşturularak kendilerini kamuoyunda ifade etme özgürlüğü ile birlikte çocukların, gençlerin eşcinselliğe özendirilerek sapkınlığın artırılmasının yolları açılmış durumdadır. Bu sapkınlığın temsilcilerinin koruyucusu olma vaadini bütün partiler peşinen üstlenmiş durumdadır.

İstanbul Sözleşmesiyle birlikte kadının beyanı esastır diyerek aile mefhumunu dağıtma yolunda ciddi adımlar atılmıştır. Bu sayede kadın şiddetine maruz kalan evlilikler çoğalmıştır. Haklı haksız ayırt edilmeden tamamen keyfi bir tutumla kadının şikayet ettiği erkekler kendi evlerinden uzaklaştırılarak aile içi geçimsizliği çözmek yerine daha da artırmış durumdadır. Bir günlük evli bile kalınsa boşanınca ömür boyu kadına nafaka sistemi erkeklerin evlenmektense “sevgili” olarak gayri meşru birlikteliğe sıcak bakmasına neden olmuştur. 18 yaş altındakilere evlenme yasağı getiren yasal düzenlemeyi yapanlar daha ortaokul çağında zinaya sürüklenen çocuklarımız için kaygı duymamaktadır. Çocuk hakları adı altında yapılan düzenlemelerde çocukları ailelerine karşı gelmeye teşvik edecek düzeydedir. Dolayısıyla geleneğimizde, örfümüzde olan aile bağları çözülmekte ve aileler bir bir parçalanmaktadır. 

Gıdalar artık doğal olmaktan çıkmakta tamamen sentetik gıdalara dönüşerek insan sağlığı yok edilmektedir. Zorunlu dayatılan aşılar, ilaçlar, sağlık sistemi bir avuç elitin daha fazla kazanması uğruna feda edilmektedir. Eğitim sistemi yeni neslin zihni işgalleriyle devam etmekte olup genç nesli batılı efendilerinin sömüreceği sürüler haline getirilmeye ayarlıdır. Tabiat ve içindeki hayvanlar yine efendilerin kazançları için talan edilmekte ve tarım alanları rant uğruna inşaatlara açılmaktadır. Hayvanlar bir avuç elitin keyfi için katledilmeye, yaşam alanları yok edilerek imha edilmeye devam edilmektedir. Tüm bu sistemi vareden güçler adalet sistemini de kendilerini sağlama alacak şekilde dizayn etmektedirler. Köpeklerin salındığı taşların bağlandığı bir düzende  adalet aramak beyhude bir çaba olarak durmaktadır. Kaynağı bulanık olan, belirsiz olan bu sistemin insanlığı götüreceği nihai nokta bir uçurumdur. Bu sistemin savunuculuğunu yapmak insana felaketten başka bir şey getirmeyecektir.

Soracağımız üçüncü soru da şu olmalıdır; mevcut siyaset bizi bir yere götürürken kullandığı argümanlar nelerdir? Mevcut düzen açısından aslolan şey kendi varlığını devam ettirmektir. Bu varlığın devamının nasıl olacağı içinde varolduğu toplumsal yapının durumuna göre şekil değiştirebilir. Firavun’un yönetme biçimi gibi halkı çeşitli gruplara, mezheplere, etnik kökenlere bölerek ve her bir grubu birbirleriyle çakıştırarak kendi varlığını daim etme arzusu güdebilir. Türkiye’de Kürt/Türk, Alevi/Sünni, Sağcı/Solcu, Muhafazakar/Kemalist vs. bölünmeleriyle halkı birbirine kırdırırken ve her bir grup bir diğerini vatan hainliği ile suçlarken sermaye sahipleri ve onlara hizmet eden yönetici takımı kapitalist sistemin varlığını daim ederler. Mevcut sistem açısından yukarıda sayılan her bir grup sadece yönetimde kullanılan bir sostan ibarettir. Hiçbir parti ya da politikacı açısından üzerinde ciddiyetle durulan bir konu olmayıp yalnızca popülist bir politikanın araçlarından biridir.  Öyleyse din de dahil olmak üzere her türlü duygu, düşünce, ideolojinin mevcut sistemi ayakta tutmak için bir araç olmaktan başkaca bir gayesi yoktur. Propaganda teknikleri kullanılarak halkın duyguları okşanır ve halka geleceğe dair umutlar, hayaller ve güzellikler yüklenir. Böylelikle halk bir uyuşturucu almış kimsenin ruh haliyle kendini bulutların üstünde sanarak bu vaadlerin büyüsüne kapılarak bir seçim yapar. Yaptığı şeyin bir seçim mi yoksa  seçtirtme dayatması mı olduğunu ancak bir süre geçtikten sonra farkeder. Ama sistem bu sorunu da bildiği için ve defalarca bu durumla yüzleştiği için halkı elinde tutacak yeni argümanlarla onları yine efsunlamayı başarır.

Müslüman olmak niçin önemlidir? Müslümanın tarifini Kur’an “sözü dinlerler ve sözün en güzeline uyarlar” diye yapmıştır. Sözün en güzeli elbette Allah’ın vahyidir. İnsanın fıtratına dönüşü mümkün kılan da o vahiydir. Müslümanın kaynağı berraktır. Beslendiği kaynak müslümana sorumluluk bilinciyle yaşamasını emreder. Bu öyle bir sorumluluktur ki kendi aleyhine dahi olsa adaleti ayakta tutacak bir yaşama ve yönetme biçimidir. Müslüman bir bilinç açısından mevcut sistemin içinde bir seçim yapmak onun sorunu değildir. Zira mevcut sistem her haliyle içinde birçok pisliği barındıran bir sistemdir. Her yönüyle çökmüş bir sistem olmaktan başka bir şey değildir. Aile mefhumunu yok eden, sapkınlığı koruyup kollayan, ilahi olana savaş açmış, insanın varoluşsal özüne dönmesinin tüm yollarını kapatmış, Allah’ın helallerini haram; haramlarını helal yapmış bir sistemin müslüman bir bilinç açısından herhangi bir parti ya da kişi arasında seçim yapması mümkün değildir. Zira yapacağı her seçim sistemin varlığını güçlendirmede bir pay sahibi kılacaktır onu. Dolayısıyla böylesi bir seçim Allah’a karşı mes’uliyet doğuracaktır. Bazı “siyasal islamcı” ya da “muhafazakar” çevrelerce ehveni şer mantığı içerisinde kötünün iyisi olarak tanımlanan veyahut bazı çevrelerce ümmetin varlık ve yokluk seçimi diyecek kadar abartılan bir partinin, AKP’nin durumuna kısaca göz atacak olursak meramımızı anlatmış oluruz kanaatindeyim. AKP, her seçimde  İslamcı söylevlerde bulunarak Kemalist düşüncenin karşıtıymış gibi davrandı. Adeta İslami değerlerin tek hamisi savuncusu pozisyonunda yer aldı. Filistin davasının meşhur “One Minute” ile üstlenici konumuna geldi. Başörtüsü serbestisinin ve İHL katsayı zulmünün sonlandırıcısı pozisyonunda oldu. Özellikle CHP zihniyetinin toplumun asılları olduğu iddialarına karşın, halka tepeden inmeci bakışlarına karşın İslamcı/muhafazakar kesimi koruyup kollayan bir görüntü verdiler. Bunca yapılan ve vaadedilene karşın toplum olarak geldiğimiz nokta nedir? İslam mı kazanmıştır yoksa mevcut sistem mi kazanmıştır?

AKP döneminin özetini şöyle yapabiliriz: Baş örtüsü serbest olmuştur evet ama başörtüsü bir inancı temsil eden örtüden ziyade modayı temsil eden bir dekora indirgenmiştir. Sistemin kendi çıkarları doğrultusunda kurduğu İmam Hatip Liseleri mezunlarının alan dışı okullara başvurularında uygulanan katsayı problemi çözülmüştür ancak İHL’ler eskisinden de kötü hale gelmiş, giderek dindar nesil yerine neredeyse deist nesil yetiştiren kurumlara dönüşmüştür. İstanbul Sözleşmesi ve akabinde onun hayat bulması için 6284  sayılı kanunla ailenin parçalanmasının yolu açılmıştır. Genç nesiller en fazla bu dönemde İslam’a sırt dönerek dünyevileşme ve toplumsal bağlara karşı tavır almışlardır. Sosyal ilişkilerin en fazla güven kaybına uğradığı ve toplumsal kutuplaşmaların en fazla yaşandığı duygu durumu bu yönetim zamanında olmuştur. LGBT dernekleri kendilerini en fazla AKP dönemi içinde ifade imkanları bulmuş, toplum önünde daha fazla görünürlük kazanmış ve yasal olarak korunma güvencesine ulaşmışlardır. Kemalizm düşüncesi toplumun her kesimine sirayet ederek başörtülü hanımların ve muhafazakar erkeklerin gönlünde taht kurmuştur. İsrail’le Mavi Marmara hadisesinden sonra gerçekleştirilen üst düzey yakınlaşmalarla dost ülke statüsüne evrilmiştir. Zinanın serbest kılınması, eğitim ve adalet sisteminin iflası, yandaş kayırmacılığının, torpille devlet memuru olmanın ayyuka çıktığı bir yönetim olmuştur. Finans sektörünün yani bankacılığın kârlarını katladığı, toplumun her kesiminin  krediyle borçlandırılarak köleleştirildiği bir yönetim biçiminin tezahürüdür. Domuz eti kasaplık et statüsüne bu hükümet zamanında alınmıştır. İklim krizi kapsamında büyük baş hayvanların karbon salınımı yaptığı gerekçesiyle tedrici olarak önce sınırlandırılması ve zamanla yok edilmesi ve yapay etin üretiminin teşvikinin önünün açılması bu hükümet zamanında olmuştur. Geçmiş partiler döneminde tv kanallarında yayınlanan dizilere rahmet okutacak düzeyde, muhafazakar insanların sahip olduğu tv’lerde daha beter ahlaksız dizi ve filmler gösterime girmiştir. Exxen, Disney, Netflix gibi eşcinsellik ve sapkınlığın yayılması temel gayesi olan şirketler AKP döneminde Tükiye pazarına dahil olup bu pazarda en fazla paya sahip olmuşlardır. Bunlarla birlikte elbette ulus devlet mantığı içinde çevre ülke olmanın dışında merkez ülke olma isteğiyle kimi gayretleri olmuştur. Ne var ki kaynak problemli olunca bu çaba da amaca hizmet etmeyecektir. Zira bu çaba kendisinin de bir emperyalist ülke olma çabasına dönüşecektir. İslam’ın istediği elbette böylesi bir sonuç değildir. Sonuç olarak baktığımızda en yüksek perdeden İslamcı söylevlerine rağmen AKP halkı İslami olan değerlerden uzaklaştırırken İslam’ı da sadece kültürel bir ögeye indirgemiştir. Namaz kılan, başını örten ama her türlü ahlaksızlığı yapan ve yapılmasına göz yuman sıradan bir piyasa insanına çevirmiştir “müslüman”ı. İnsanları müslüman kimliğine karşı nefret besler hale getirmiştir. Demek ki bir partinin mevcut düzen içinde dindar bir kimlikte rol alması onun İslami değerleri yücelterek toplumda İslami bir uyanışa vesile olacağı anlamına gelmiyormuş.

Diğer yandan sol partilerin solcuların isteklerini toplumda gerçekleştirecek bir pozisyonda olamayacaklarını, Türk milliyetçisi ya da Kürt milliyetçisi partilerin de aynı şekilde tabanın beklentilerini gerçekleştirmek için değil sistemin devamı için varolduklarını unutmamak lazım. Örneğin Refah partisine karşı 28 Şubat postmodern darbesini yapan güruhun içinde olan CHP ile Refah partisinin uzantısı olan Saadet partisinin ittifak etmesi ve hatta genel merkezlerinde CHP başkanı için mücahit sloganının atılması partilerin esasında neye hizmet ettiklerini göstermesi açısından unutulmaması ve atlanılmaması gereken davranış kalıplarıdır. Yine Türk milliyetçisi bir tabana sahip İYİ partinin Kürt milliyetçisi HDP ile aynı tarafta yer alması sistemin işleyişi açısından yine unutulmaması gereken bir tablodur. Partilerde ya da parti liderlerinde onurlu bir duruş ya da bir omurga beklemek faydasız bir bekleyiştir. Onlara biçilen rol seküler ve kapitalist sistemin devam ettirilmesidir. Onlar kendilerine biçilen rolü yerine getirirken aynı zamanda en fazla kazanan işbirlikçi olmayı da arzu etmektedirler. Verilen kavganın, edilen mücadelenin toplamı da budur. Bunu unutmadan yapılacak seçimi düşünmek gerekmektedir. Tabi bunları unutmamak için seçim yapacak kişilerin neyi istedikleri de önem arzetmektedir. Eğer ki halk seçim yapacağı zaman hakikate sahip çıkmayı değil de kendi umduğu, beklediği kimi imtiyazları elde etmek için bir seçim yapacaksa dilediğini seçebilir. Zaten böylesi bir seçimin sonucu ne olursa olsun kişi yaşayacağı şeyi haketmiş demektir. Çünkü seçmenlerin çoğu bu zihniyetle seçim yapacağı için herkes kendince bir ikbal beklentisi içinde olacaktır. Bu seçme sebeplerini değiştirmedikleri sürece sistemin devamını ilelebet sağlamış olacaklardır. O zaman mevcut kötülükten, yapaylıktan şikayet etme hakları da olmayacaktır. Ama hakikatin peşine düşerek ilahi olanı arzu eder ve seçimini Allah’ın hükümlerinden yana belirlerlerse o zaman dünya sistemini ve içinde yaşadığı ülkenin sistemini temelden bir eleştiriye tabi tutma zorunluluğu vardır. İşte o vakit kişi sürü olmaktan kurtulup sorumluluk sahibi insana dönüşecektir. İşte o vakit mevcut kirlilikte dahli olmayıp elleri temiz kalanlardan olacaktır. Seçimini Allah’ın vahyinden yana yapmış, ellerini kirletmemiş, vahyin kaynağından beslenerek kendini inşa eden sorumluluk sahibi bu insana Allah müslüman demektedir. Biz neyi seçiyorsak zamanla seçtiğimiz şeyle özdeşlerek ona benzemekte/dönüşmekteyiz. Öyleyse neyi seçiyor olduğumuza dikkat etmeliyiz. Ya da seçebiliyor olabilme kaabiliyetine sahip miyiz diye tefekkür etmeliyiz.

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *