İslami Varoluş ve Engeller

İslami Varoluş ve Engeller

İslami varoluş derken; bir şeyin fiziki olarak var olmasından değil; aslına uygun olarak var olması/konumlanması/işlevlerini yerine getiriyor olması yani hayata gerektiği oranda etki etmesi/özne durumunda olması gibi anlamlardan bahsediyoruz.

İsa Dervişoğlu / Gazete İpekyol

Günümüz dünyasında her şeyin aslıyla/olması gerektiği gibi olması/varoluşu başlı başına bir sorunsaldır.

İslami varoluş, bir durumdan fazlasını ifade eder, sabit temeller üzerinde yürüyen bir dinamizme tekabül eder ve ilkeseldir.

Evrenseldir, müdahaleci, belirleyici, norm koyucu ve norm koruyucudur.

Vahye dayalıdır.

Sahicidir. Sahte ve aldatıcı olan, düzensizliği körükleyen/hedefleyen tüm eğilim ve eylemlere karşı eylemsel bir yetkilendirilmişlik taşır.

Müşavereci ve uzlaşmacıdır, tavizsizdir. İnsan/zümre veya kurumsallaşmaların, kim olduğuna bakmadan hakları ve hürriyetlerini ihlal etmesine müsaade etmez.

İnsanların/toplumların ve tabiatın suni ve hegemonik nitelikli muasarasına/ihatasına ve sınırlarlandırmalarına karşı koyucudur.

Doğaya/rızka/ekonomiye/ekonomik hayata ve faaliyetlere ve ulaşım/ barınma/ sağlık/ beslenme/ eğitim/ seyahat gibi her türlü hizmete ulaşmada, tüm insanların ve toplumların önündeki suni ve reel/ defakto/sistemsel engelleri kaldırmayı hedefler.

Ahlak ve ahret boyutları de vahye dayalıdır.

Kavramlarını, anlamlarını, anlama ve anlamlandırma süreçlerini de vahyin belirlediği perspektifle ve vahyi referans alarak açıklar.

Kul hakkına/ekonomik sömürüye, eksik ölçme ve eksik tartmaya ve adaletsiz taksimata/sınıfsallık oluşturan ekonomik uygulamalara, örtülü uygulamalara, hukuksuzluklara ve hukuktan kaçmaya/sorgulanamazlığa ve her türlü kirli ve zorba sistemlere karşı mücadeleyi ekonomik hayatta öncelikli ilkelerden sayar.

*

İslami varoluş derken; bir şeyin fiziki olarak var olmasından değil; aslına uygun olarak var olması/konumlanması/işlevlerini yerine getiriyor olması yani hayata gerektiği oranda etki etmesi/özne durumunda olması gibi anlamlardan bahsediyoruz.

Bugünün hegemonyalarından, algılarından/sahteciliğinden/bayağılığından bağımsızlaşabilmek ve gerek eşyanın gerek insanın/toplumun aslına dönmesi gibi ciddi bir problemden bahsediyoruz.

İnsanın ve doğanın kendi özüne dönmesi/dönebilmesi için insanın kendi aslını bilmesi ve nereden nereye bir yolculuk içinde olduğu hakikatına ulaşmış olmasından bahsediyoruz.

İnsanın kendi aslına dönüşü fıtratına dönmesi ve vahiyle ilişkisini doğru kurarak, ona göre konumlanmasıyla ilgilidir ve bu, gerek fert ve gerek cemaat/toplum olarak bir varoluşa tekabül eder. Atasoy Müftüoğlu’nun İslami varoluş kavramı bu bağlamda önem arz eder ve bu yazının bir gayesi de bu konuda Atasoy Müftüoğlu başta olmak üzere önemli şahsiyetlerin de görüş ve yaklaşımlarına vurgu yapmaktır.

Şu açık bir gerçek ki; günümüz dünyasının ve İslam dünyasının kurtuluşu ancak ve ancak İslami varoluşla mümkündür ve bu çağda bu varoluşu tanımlamak, imkan ve engellerini ortaya koymak gibi bir sorumluluğumuz vardır.

İslam’ın salt kişiye münhasır ve sadece bir inanç/dindarlık olduğu algısının ne denli büyük bir engel olduğunun altını çizmek adına ve aşağıda mezkur siyasal hürriyet kavramına binaen şimdiden Abdurrahman Arslan’dan şu anekdotu eklemeliyim:

“İslâm’da din ve siyasetin kendilerine ait farklı “ontolojik alanları” söz konusu değildir; dolayısıyla din ve siyaset birbirlerine içkin olarak bulunurlar. Öte yandan İslâm telakkisi cihetinden din, kişiye ait kılınarak sınırlandırılmış bir alan değil, bir “yol”dur; bütüncül bir hayat tarzını ifade eder. Sık sık dile getirildiği gibi İslâm’da ayrı bir hayat dairesi olarak anlaşılacak biçimde bir “din” sözcüğü mevcut değildir. Müslümanların “ed-din”in karşılığının “religion” olmadığına sürekli vurgu yapmaları bundandır.”

*

“İslam’a giriş kelime-i tevhit ile başlıyor.

Kelime-i tevhit ise siyasal özgürlüğe sahip olmak demektir.

Biz kelime-i tevhidi çokça ve mekanik bir şekilde tekrarlıyoruz. Dile getiriyoruz ama siyasal hürriyet sahibi değiliz.

Ve modern zamanlar boyunca modern tarihin siyasal ‘nesneleri’ olarak hayatımızı sürdürüyoruz. Aşağılanarak rencide edilerek insan altı bir konuma indirilerek ancak hayatımızı sürdürebiliyoruz.

Oysa insani varoluş ancak siyasal özgürlükle yürüyebilmektedir.…

İslami varoluş, ahlaki değerleri gerçekleştirdiğimiz anda başlar.

Ahlaki alanın dışında bir İslami varoluş düşünülemez. (Atasoy Müftüoğlu, Geleceği Özgürleştirmek, s.71)

İslami varoluş biçimi, evrensel bilgi/dil/söylem ve düşünceyi iletişim yoluyla somutlaştırır. Kültür üretmek, içerik üretmek, iletişim kurmak, iletişime giden yolları açmak anlamı taşır.

Mevcut olanı tüketmek, başkalarına maruz kalmak, başkaları tarafından üretilenlere mecbur ve mahkûm olmak demektir.

Bizler, bugün, kolonyalist bilginin totalilerliğine maruz kalmaya devam ettiğimiz halde, bu bilgiyi kullanarak ona değer kazandırıyoruz. Bugün, İslami varoluş ve mevcudiyetin sınırlarını-işlevlerini, ne yazık ki, uygarlık misyonu söylemi aracılığıyla meşrulaştırılan Batılı beyaz aklın otoritesi belirliyor.” diyen Atasoy Müftüoğlu, beyaz aklın otoritesi olarak dikkat çektiği küresel hegemonyaya karşı onore edici ve maruz kalıcı bir konumda olduğumuza dikkat çekmektedir.

*

Cevdet Işık ise “İnsanın dünyada olması dünyaya ait olduğu anlamına gelmiyor, ifadesinin ardından şöyle devam eder: “Dünyaya ait olma anlayışı, varoluşsal en büyük yanılgıdır.

Dünyaya olan bu yanlış yakınlaşma insanı varoluş amacından saptıran bir yakınlaşmadır.

Bu yakınlaşmayla birlikte insan, ‘olmak’ halinden ‘sahip olmak’ haline geçmiş olur.

İnsanlık tarihi yanlış yakınlaşmalarla oluşan felaketlerin tarihidir.

Zulüm üreten kültürel yapılar da hakeza bu yanlış yakınlaşmalarla oluşmuştur. Yanlış yakınlaşmalarla hedefinden sapan insanın çekip çektirmeyeceği bir acı yoktur. …

İslam’a dönüş çağrısının birinci ayağını bütün insanlık oluştururken, ikinci ayağını ise paradoksal olarak Müslümanlar oluşturmaktadır. Neden paradoksal olarak Müslümanlar oluşturmaktadır? Çünkü

İslam’ın çağrısını kabul etmeden Müslüman olunmaz.

Müslümanlar doğal olarak, İslam’ın çağrısıyla varoluş sahibi olmuş kimselerdir. Yani Müslüman demek, İslam’da olmak demektir.

Bir yerde olanı aynı yere çağırmanın bir mantığı var mıdır? Teoride bu böyle ise de pratikte bu böyle olmuyor.”

*

İslami varoluşun anlam/anlama ve maruz kalma/ma taşlarından sonra itiraz/eleştiri –ki maruz kalma ve konformizm eleştiriyi mümkün kılmaz- gündeme gelir. Burada da konformizmin/uyumculuğun ve popülizmin bir engel olduğu göze çarpar. İslami varoluşun müdahaleci unsurlarından biri de eleştiridir.

Atasoy Müftüoğlu, bu bağlamda şöyle der: “Toplumlarımızda, eleştirinin dış mihrak işi sayılması, bu konformist hayat tarzı ile ilgilidir. Her eleştiri, daha iyinin, daha adil olanın mümkün olduğunu ortaya koymak için yapılır. İyiliği emredip kötülükten alıkoyma hakkı, eleştiri hakkını da içerir. Eleştiri olmadığı takdirde, karşı karşıya bulunduğumuz büyük yabancılaşmaları, büyük bozgunları, büyük bayağılıkları göremeyiz, onlarla yüzleşemeyiz.

Sorumlu eleştiri, içtenlik/bilinç/nitelik/farkındalık yoğunlukları ister. Yeni bir varoluş tarzı, bilincin özgürleşmesiyle, özgürleşen değişimin toplumsallaşmasıyla, bu özgürlüğü ve değişimi derinden ve ısrarla arzu etmekle başlar. Derinden ve ısrarla arzu etmek, birlikte düşünen aklın ve kalbin bilgeliğiyle mümkün olabilir. Radikal ve devrimci içeriğe, ufka ve bilince giden yollar bilgelikle açılabilir. Dini popülizm-otorite, politik popülizm-otorite aracılığıyla aynılaştırılan toplumlarda, bireyler, kendiliklerini inançları doğrultusunda gerçekleştiremezler, özgürleştiremezler. Politik pragmatizmin belirleyici olduğu toplumlarda, İslami bilinç yasalar aracılığıyla kontrol altında tutulur. Aynılaştırılan toplumlarda, bağımsız eleştirel düşünce-tasavvur-tahayyül marjinalleştirilir.

Propaganda yoluyla aynılaştırılmış kitleler oluşturan, uzman yetiştiren ve fakat sahici-gerçek insan yetiştiremeyen eğitim sistemlerine maruz kalan toplumlarda, otoriter iktidarların baskıcı-haksız uygulamaları karşısında, rüzgarı yara yara yürüyen sıra dışı aydınlar, entelektüeller, düşünürler yetişmiyor.

Kendimiz üzerinde düşünmeyi başaramadığımız için, tarih/dünya/insanlık üzerinde tefekkür etmeyi hiçbir şekilde başaramıyoruz. İnsan sermayesini, ahlak/ vicdan/ ehliyet/ liyakat/ adalet/ cesaret/ sorumluluk ve irade oluşturur. Bu sermayeden yoksun olmak, bir hiç olmaktan farksızdır. Günümüzde, insanımızın İslami aidiyet, temsil ve sorumluluk alanlarını boşaltarak, ulus-devlet ve milliyetçilik alanlarına yöneliyor olması, zihinsel-ruhsal yoksulluğun, bilinç ve bilgelik yoksulluğunun boyutlarını göstermesi açısından büyük bir önem taşıyor. Sözünü ettiğimiz yoksulluklar nedeniyle, yerleşik düzenin kavramsal ve kurumsal çerçevesi /referansları içerisinde iktidar olmanın ne anlama geldiğini kavramakta güçlük çekiyoruz.”

*

Yine Atasoy Müftüoğlu entelektüel/kültürel gündem oluştur/a/mama vb hususlar bağlamında ulus devletlerin İslam’ı nasıl da araçsallaştırdıklarını ifade eder:

“İslam dünyası toplumları, üzerinde toprak işgal etmeden kurulan sömürgeci yapılar-zihniyet-egemenlik sebebiyle, toplumlarımızın varoluşsal sorunlarına cevap vermek, bu sorunları aşmak üzere hiçbir şekilde ortak bir entelektüel/kültürel gündem oluşturulamıyor. Emperyalistler/sömürgeciler, İslami bağımsızlık arayışlarını-girişimlerini, ya askeri darbeler ya da ambargolar yoluyla engelleyebiliyor.

Günümüzde, Türkiye’de de yaşandığı üzere, Müslümanlar, İslam’ı ancak kültürel-folklorik bir özgünlük olarak temsil ve tecrübe edebiliyor. Kendi bilincine-sesine-varoluşuna sahip olmayan nesneler, şeyler haline dönüştürüldüğümüz için, İslami varoluşun, epistemik statüye, otorite ve meşruiyete sahip olup olmadığını hiç kimse merak etmiyor. İslami varoluşun, epistemik statüye, otorite ve meşruiyete sahip olup olmadığı ya da epistemik otoritenin vazgeçilemezliği, istisnailiği, Türkiye’de, entelektüel-kültürel-siyasal gündeme hiçbir zaman ve hiçbir şekilde kazandırılamamıştır.

İslami varoluş; epistemik statü/otorite ve meşruiyete sahip olmadığı, epistemik özgürlük toplumlarımızın gündemine kazandırılamadığı için ulus-devletler, İslam’ı, araçsal meşruiyetler için barbarca-ahlaksızca-küstahça kullanabiliyor.

Ahlaki-ilkesel meşruiyetlere ihtiyaç duymayan ulus-devletler, dünyaya/topluma/siyasete değerlerin ufkundan bakmak yerine, çıkarların ufkundan bakıyor.

Modern dünyada tahakküm üreten seküler güçler, din’i alanı modernleştirmeye çalışırken, İslam dünyasında da ulus-devletler, içerisinde yaşadığımız toplumda da görülebileceği üzere, İslami çevreleri, Müslüman aydınları millileştirmeye çalışıyor.

Yeni bir başlangıç, yeni bir umut, yeni bir yürüyüş ancak İslami bilinç alanının özgürleştirilmesiyle birlikte başlatılabileceği için millileştirme girişimleri, İslami bilincin özgürleştirilmesini bir kez daha engellemeye çalışıyor. İslam dünyası toplumlarında ulus-devletler, etnik merkezci bir tarih yorumu üzerinde yoğunlaştıkları için, Müslüman halklar bir kez daha birbirlerine yabancılaşıyor. Bu yabancılaşma sebebiyle İslam toplumları arasında İslami dayanışma gerçekleştirilemiyor, Müslüman halklar büyük-etkili ahlakî bir güce sahip olamıyor. Temel İslami ilke ve terbiyenin, biz Müslümanlara, hiç kimsenin toplumsal kökenini merak ve sorgulama konusu yapmamak gerektiğini öğrettiğini kaydetmek önemlidir. İslam’ın ideolojik nesne muamelesine tabi tutulduğu/tutulabildiği bir dünyada; din’i hayat, din’i kurumlar, din’i okullar/üniversiteler, din’i cemaatler/vakıflar/tarikatlar vb. bu durumun, İslami varoluş ve mevcudiyet bilincini ne kadar rencide ettiğini, ne kadar tahkir ve tezyif ettiğini fark etmediği için, ideolojik nesne konumunu aşmak üzere hiçbir alanda hiçbir irade/eleştiri ortaya koyamıyor.” İnşallah devam ederiz. Selam ve dua ile.

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *