Zalimlerin Elindeki Mazlum

Zalimlerin Elindeki Mazlum

Bir sinema filmi izlemeğe başladığınızda bazen şöyle bir alt yazı okursunuz. “Bu hikâyedeki kişiler tamamen hayal ürünü olup gerçekle ilgisi yoktur”.  Aşağıda okuyacağınız yazıda yaşanmış olanlar bir film şeridi gibi gözünüzün önünde canlanırsa siz hayal ürünü değil tamamen gerçekleri izlemiş olursunuz.

Hayal edilmiş olanların gerçek olmadıkları anlamına gelmeyeceğini görerek zalimlere olan öfke karşısında “…Zalimler de nasıl bir inkılabla devrileceklerini yakında bileceklerdir” ayetine teslim olacaksınız.

Zâlim yine bir zulme giriftâr olur âhir
Elbette olur ev yıkanın hânesi vîrân.
Ziyâ Paşa

7 Ocak 1986

İki hafta önce işkenceleriyle ünlü Kozan Cezaevi’nden gelen birini bizim koğuşa verdiler. Mazlum Ş. isimli bu arkadaşa dün akşam misafir oldum. Hal hatır sorduktan sonra Adanalı olduğunu söyledi bana. Ailesi de halen Adana’da oturuyormuş. Kendisini arapuşağı olarak tanımlayınca o da, ben de tebessüm ettik. Türkçeyi aksansız konuşması dikkatimi çekiyor. 50 yaşında olduğunu tahmin ediyorum. Konuşurken karşısındakine sık sık “Kardaş” diye hitap ediyor Mazlum abi. “Eyvallah” da çok sık kullandığı bir kelime. Gözlerinden birini devamlı kapalı tutması ve arada bir kapalı tuttuğu gözünü parmaklarıyla bastırmasının nedenini sordum. “Onu da anlatacağım” deyip Kozan Hapishanesi ile ilgili inanılmaz şeyler anlattı. Duyduklarım hazır aklımda tazeyken onları hemen günlüğüme geçmeliyim. Elimdeki kalem sürekli titriyor ama ne olursa olsun ibreti âlem için adı gibi mazlum olan bu arkadaşımızın yaşadıklarını belki ileri de avurtlarını şişirerek “İşkence sadece iddiadan ibarettir” diyenlerin yüzüne tükürerek anlatırım. 

“Kardaş, 1983 yılında Osmaniye Cezaevi’nden kendi isteğimle, yeni açılmış olan Kozan Cezaevi’ne geldim. Amacım Osmaniye Cezaevi’nin izdihamından kurtulmaktı. Kendi rızamla geldiğim bu hapishaneye daha adımımı atar atmaz bir anda etrafımda her hallerinden işkenceci oldukları anlaşılan yirmi kadar gardiyan belirdi. Kayıt işlemim biter bitmez onlardan biri “Şuraya gel hele. Seninle biraz işimiz var” diyerek beni yan tarafta bulunan boş odaya götürdüler. Arkadaşlarına “Tamamdır” diye seslenince hep birlikte konulduğum bu odaya daldılar. Daha “Neler oluyor?” dememe fırsat kalmadan yumruk ve tekmelere maruz kaldım. Can havliyle bağırırken çam yarması gibi iri yarı bir gardiyan boğazımın tam orta yerine bir yumruk indirince sesim anında kesildi. Bağırmak, haykırmak istedim ancak sesimin çıkmadığını fark ettim. Hiç bir suçum yokken maruz kaldığım bu yumruk ve tekmelerden ötürü yüzüm-gözüm kan içinde kaldı. Bir çuval gibi yere yığılmış haldeyken gözümün tam üstüne gelen şiddetli bir tekme beni mahvetti. O an gözüme bir şeyler olduğunu anladım ama yapabileceğim hiçbir şey yoktu. Yaptığım tek şey elimle gözümü kapatmak oldu sadece. Suçum-günahım yokken bana reva görülen bu insanlık dışı muamele yetmiyormuş gibi bu defa bütün gardiyanlar elden ele uzattıkları copla avuçlarıma teker teker vurmaya başladılar. Her iki avucumun patladığını görünce artık coplamayı bıraktılar. Atılan tekme sonucu ağrısı git gide artan gözüme artık elimi de götüremez oldum. Konuşmama fırsat bile vermeden beni döven bu zalimler tümüyle hareketsiz kaldığımı görünce üstüme de tükürerek kenara çekildiler. Ne yapmıştım ben bunlara? Suçum, günahım neydi? Kozan Cezaevi’ne geleli daha birkaç dakika bile olmamıştı. Haline razı ve cezasının bitmesini bekleyen bir mahpustum ben. Üstelik yüz kızartıcı bir suçum da yoktu O halde bütün bunlar bana niye reva görülmüştü? Sesim çıkabildiği kadar “Zalimler, Allahsızlar! Ben ne yaptım sizlere? Tanımadan, etmeden ne diye beni dövdünüz?” dedim. Meğer iri yarı olan o gardiyan benim dediklerimi kapının arkasında dinliyormuş. İçeri girerek “İyi biri olsaydın zaten hapishaneye düşmezdin. Sen dersini daha alamadın galiba. İyisi mi biz seni bir de falakaya yatıralım. Hanya’yı Konya’yı o zaman gör” dedi. Hemen orada hazır bulunan falakayı ayaklarıma geçirip arkadaşlarına “Gelin” diye seslendi. Bu defa odaya sivil giyimli birinin de girdiğini fark ettim. Elinde cop olan gardiyan bu sivil giyimli kişiye (Gelen bu şahsın hapishanede görevli sağlık memuru olduğunu sonradan öğrendim) “Falakaya dayanır mı?” sorusuna onun da “dayanır” demesiyle ayağımdan copların biri indi biri kalktı. Çok geçmeden ayaklarımı da hissedemez oldum. Vahşi bir hayvana bile uygulanamayan bu işkence sonrasında geriye benim yapabildiğim tek şey kaldı. “Bir çocuk gibi ağlamak!” 

Aradan ne kadar zaman geçti bilemiyorum; iki gardiyan bana “Hadi kalk yürü” dediler. Kıpırdayacak durumda olmadığımı aslında onlar da biliyordu. Kendi imkânlarımla ayağa kalksam eminim beni bir kez daha falakaya yatıracaklardı. Ancak kıpırdamadığımı görünce (ki gerçekten de kıpırdayacak halde değildim) gelip beni ayağa kaldırdılar. Koluma girerek beni ayaklarımın üzerinde yürüttüler. Bir ara ayaklarımda hafif bir ıslaklık hissettim. O an zemindeki ıslaklığın haddizatında tuzlu su olduğunu neden sonra anladım. Tuzlu suyun verdiği acı ölmekten beter bir şey oldu benim için. Ben ömrü hayatımda böyle bir acıyla hiç karşılaşmamıştım. O an ölmeği çok istedim Allah’tan… Ölmekten beter acı veren bu tuzlu su üzerinde bir müddet daha yürütüldükten sonra sağ tarafımda bulunan gardiyanın beni yere yıkmasıyla ikinci kez falakaya yatırılacağımı anladım. Nitekim de öyle oldu. Falakadaki insanın bir süre sonra bayıldığını duymuştum. Maalesef ben o kadar acıya rağmen bayılmadım. Meğer bu durum onların çok zoruna gidiyormuş. Bayılsaydım beni terk edip gideceklermiş. Ama hep ayık kaldığımı görünce yakamdan düşmemişler. Sonunda falakayı ayaklarımdan çıkardılar. Ardından da iki kişi ensemden tutarak beni yerlerde sürükleyip boş bir hücrenin önüne getirdiler. İçeriye koyduktan sonra üstümü kapatarak çekip gittiler. Tam beş gün boyunca bu hücrede kaldım. Yemem için önüme koydukları hiçbir şeye elimi sürmedim. Verdikleri suyu dahi içmedim. Çünkü ben yaşamak istemiyordum. İmkân bulsaydım intihar edecektim ama öyle bir imkânım yoktu. Hücrede kaldığım süre zarfında ellerimi de ayaklarımı da kullanamadığım için altıma pislediğimi saklamama gerek yok. Çaresizlik içinde altıma pislerken hayatta yapamayacağım şeyi de maalesef yaptım. Yaratıcıya isyan etmek!

Beşinci günün sonunda kapım açıldı. Benden ayağa kalkmamı istediler. Hareket edecek durumda olmadığımı onlar da görünce koluma geçerek beni bir koğuşun önüne getirdiler. Kapıyı açtıktan sonra değersiz bir eşya gibi beni içeriye atıverdiler. Verildiğim bu koğuştaki mahpuslar meğer kendileri de aynı muameleyle karşılaştıkları için beni görür görmez etrafımı sardılar. Önce üstümü başımı çıkarıp temizlediler beni. Akabinde ise bir ranzanın üzerine uzatarak ağzıma yemek koymaya çalıştılar. Ben bir şey yiyip içmek istemiyordum ama onlar zorla bana yedirip içirdiler. Bu hal günlerce böyle devam etti. Dudak bükmeden, burun kıvırmadan yedirip içirmeleri ve altımı temizlemeleri karşısında utanıyordum. Bunu onlara söyledim. “Utanmana gerek yok. Biz de senin gibiydik” deyip rahat olmamı istediler. Aradan üç hafta geçti. Ayağa kalkmak istedim. Ama ayaklarım tutmuyordu. Endişelendim. Ayaklarımı yoksa artık kullanamayacak mıydım? Tüm uğraşlarıma rağmen yürüyemediğimi anlayınca her gün altımı temizleyen arkadaşlara “Bu böyle olmaz. Siz beni tuvalete kadar götürün. Ben kendi temizliğimi yapabilirim” dedim. İtiraz ettiler ama sonunda onları razı etmeği başardım. Bu durum tam altı hafta devam etti. Sonunda yürümeye başladım. Önce ellerime sonra da ayaklarıma kavuştuğum için Allah’a şükrettim. İlk gün istemeden ağzımdan çıkan isyanımdan ötürü O’ndan mağfiret diledim. Ellerime ve ayaklarıma kavuşmuştum ama gözümdeki ağrı bir türlü geçmek bilmiyordu. Birkaç kez doktora çıktım. Her defasında bir-iki merhemle koğuşa geri gönderildim. Sayıma gelen gardiyanlara “Bu gözüm çok ağrıyor. Onunla görmüyorum” dedikçe onlar “Seni numaracı seni” deyip beni alaya aldılar. Aynı muameleyi ne yazık ki çıktığım hapishane doktorundan da gördüm. Ne yaptıysam doktoru inandırama- dım. “Bu adam gerçekten doktor mu?” diye ondan şüphe duymaya başladım. Çünkü bir doktor bile bile bunu yapmazdı, yapamazdı. İşte o gün bugündür doktorları belki de bundan ötürü sevemiyorum.

Gözümdeki ağrının vahametini artık idare de anlamış olmalı ki beni kerhen hastaneye sevk ettiler. Gönderildiğim Adana Devlet Hastanesi’ndeki doktor sevk kâğıdıma bir göz attıktan sonra görevli astsubaya dönerek “Bunun bir şeyi yok. Geri götürebilirsiniz” dedi. Deliye döndüm. Yalvardım, yakardım ama yakarışlarımın hepsi boşa gitti. Tekrar hapishaneye geri getirildim. Gardiyanlar “Bak bir şeyin yokmuş işte” deyip rink arabasından indiğim gibi koğuşuma girinceye dek beni tokatladılar. Kapıdan içeriye girdiğim gibi doğruca ranzama geçtim ve başıma yorganımı çektikten sonra saatlerce kendi halime ağladım.

Osman kardaşım, size anlattığım şeyler sadece benim yaşadıklarımdı. Bu anlattıklarımdan diğer mahpuslara iyi davranıldığı sonucu çıkmasın. Herkesin sistematik bir şekilde her gün dayak yediğini bilhassa söylemeliyim. Bizim dayak yemediğimiz gün olmazdı. Dayak, horlanmak, küfredilmek artık alışageldiğimiz şeylerdi. Ben kendi adıma orada kaldığım süre zarfında tokatlanmadığım bir tek günü hatırlamıyorum. Bayram-seyran gözetilmeksizin dövülüyor olmamız zamanla bizde dayak alışkanlığına yol açtı. Benzetmede hata olmasın; hani dayağa alışmış arsız çocuklar olur ya; biz de öyle olmuştuk. Dayağımızı yedikten sonra rahatlıyorduk.

Bir gün cezaevine yeni bir doktorun atandığını duyduk. Dilekçe verdiğim için cezalandırılacağımı -burayı birazdan açacağım- bile bile bu doktorun karşısına çıktım. Bana bakınca irkildi. “Nasıl oldu bu?” dedi. Muayene esnasında yanımda duran gardiyana aldırmadan başımdan geçenleri ona bir bir anlattım. Şok oldu. Hemen beni Adana Devlet Hastanesi’ne sevk etti. İlkinde olduğu gibi beni yine aynı astsubay hastaneye götürecekti. Halime acımış olmalı ki yolda “Şayet bu defa da doktor bir şeyin yok derse sen doktora tekme tokat giriş. Ben kimsenin müdahale etmesine fırsat vermeden seni hastaneden kaçırtırım” dedi. Komutanın bu sözü cesaret verdi bana. Şayet olumsuz bir durumla karşılaşsam komutanın dediğini yapacaktım. Bu düşünceyle doktorun odasına girdim. Tesadüf bu ya; yine aynı doktora muayene oldum. Uzun uzadıya gözümü muayene ettikten sonra söylediği şey aynen şu oldu. “Niye bu kadar gecikmişsin. Yapılacak bir şey kalmamış. Gözünü kaybetmişsin!” Sinirimden titremeğe başladım. Ona daha önceden de buraya geldiğimi günüyle, tarihiyle birlikte söyledim. İnanmamış olacak ki oradaki bir görevliden hasta kayıt defterini istedi. Sahifeleri hızla çevirerek söylediğim tarihi buldu. İsmime rastlayınca birden yüzünün rengi değişti. Başını öne eğip reçeteme bazı ağrı kesici ilaçlar yazdıktan sonra jandarmalara dönüp “Götürebilirsiniz” dedi. Odada hazır bulunanların karşı çıkmasına rağmen doktora birkaç yumruk vurduktan sonra beni hastaneye götüren jandarma astsubayının müdahalesiyle zarar görmeden dışarıya çıkarıldım. Yolda astsubayla konuşa konuşa nihayet Kozan Hapishanesi’ne geri getirildim. Bir gözüm artık yoktu. Bir ara götürüldüğüm Kozan Devlet Hastanesi’ndeki bir doktor az da olsa görebilme ihtimalimin olduğunu söyleyince “Öncelikle benim Kozan’dan kurtulmam lazım” deyip Genel Müdürlüğe nakil dilekçesi verdim. Yakınlarımın da uğraşı sonucunda o cehennemden kurtularak Niğde’ye geldim. Geldiğim ilk gün burada revire çıktım. Doktorumuz R. Bey beni bekletmeden Niğde Devlet Hastanesi’ne gönderdi. Oradaki doktor da “Burada bizim yapılabileceğimiz bir şey yok. Ama istiyorsan seni Ankara’ya gönderebilirim” dedi. Şimdi jandarmanın beni Ankara’ya götüreceği günü bekliyorum. Şayet Ankara’daki doktorlardan gözümü işkence sonunda kaybettiğime dair bir rapor alabilirsem Kozan Hapishanesi’nin bütün idarecileri hakkında suç duyurusunda bulunacağım. Gerçi rapor alamazsam da bunu yapacağım. Çünkü birilerinin kaybettiğim bu gözümün hesabını mutlaka vermesi lazım… 

İşte böyle Osman kardaş! Sırf o cezaevinden kurtulayım diye tozuna-mozuna falan aldırmadan Niğde Hapishanesi’ne geldim. Burası Kozan’a göre cennet sayılır. Burada ne kadar huzurlu olduğumu sana anlatamam.”

Mazlum abiye “abi, bu anlattıklarının mükâfatını inşaallah ahirette alırsın. Ben Kozan Cezaevi’nin diğer mahkûmlara yönelik uygulamalarını da anlatmanızı istiyorum” dedim. Demez olaydım keşke. Öyle şeyler anlattı ki tüylerim diken diken oldu:    

“Anlatırken bile titrediğim o korkunç işkenceleri yaşayan ben niye hâlâ hayattayım; onu bilemiyorum. Yani bir insan o kadar işkenceden sonra niye ölmez; anlamakta zorlanıyorum. Gerçi Kozan’da işkenceden ölenler de yok değildi. Ve duyduğumuz her ölüm vakası sonrasında idarenin ‘Normal ölüm’ demesini biz öldürülme olarak kendi aramızda değerlendiriyorduk. Kimsenin bir şey gördüğü duyduğu yoktu ama biz bunu artık böyle kabul ediyorduk. Mesela senin hemşerin H. D. cezaevine geldiğinde, bileklerinden akan kan o kadar fazlaydı ki hepimiz ‘Bu adam kurtulamaz, ölür’ diyorduk. Gördüğü işkenceler üzerine psikolojisi bozulan üç kişinin intihara teşebbüs ettiğini bilhassa söylemek istiyorum. Bu kişilerden birisi ölürken diğer ikisi son anda kurtarıldı. Kısacası şunu diyorum: ‘Kozan Hapishanesine yatıp da ben orada işkence görmedim diyen kişi kesinlikle yalan söylüyordur.’

Kozan Cezaevi’nde mahpusun adı ‘lan’dı. ‘Gel lan, git lan’ sözlerine mahpuslar o kadar alıştırılmıştı ki kimse bu hitap şeklini yadırgamazdı. Size ‘lan’ diye hitap edilmediği zaman içinizden ‘acaba peşinden ne gelecek?’ diye düşünürdünüz.

Kozan’da üç mahpus bir araya gelerek kendi arasında konuşamazdı. Üç kişinin bir arada durmasını idare ‘isyana teşebbüs’ olarak kabul ederdi. Günün birinde ben üç kişinin kendi aralarında konuştuğuna şahit oldum. Gidip onları ikaz etmeme fırsat kalmadan gardiyanlar üçünü de alıp salona çıkardılar. Koğuşa döndüklerinde yüzleri mosmor olmuştu. Bu hadiseden sonra ben orada kaldığım üç yıl boyunca koğuşumdan üç kişinin bir araya geldiğini hiç görmedim.

Kozan Hapishanesi özel tipti. Mahpusların her hareketi gardiyanlar tarafından izlenebilecek şekilde yapılmıştı demek istiyorum. Osman Kardaş, bu durum bir zaman sonra sizde psikoloji diye bir şey bırakmıyor. Düşünebiliyor musunuz o cezaevinde gardiyanların sizi göremediği tek yer tuvaletti. Bu yüzden tuvalete gittiğimizde oradan çıkmak istemezdik. Ben buraya gelmeden önce idare, mahpusları tuvalette de izlemenin çaresini arıyordu.

Biliyorsunuz volta mahpusun gıdası gibidir. Yani bir mahpus volta atmadan duramaz. Kozan Cezaevi’nde ise voltaya çıkmak istemezdiniz. Çünkü voltaya çıkmak dövülmeğe davetiye çıkarmaktı. Farz-ı muhal volta atarken unutkanlıktan elinizi cebinize koydunuz, tespihinizi elinizde salladınız, namaz sonrasında takkenizi kafanızda unuttunuz; bunlar affedilecek şeyler değildi. Gardiyanlar ‘Hışt lan! Dayı mısın sen?’ diyerek önce o mahpusu salona çıkarır sonra da acımasızca cezalandırırdı. En hafif ceza sözlü hakaret olurdu. Voltadaki yürüyüş biçiminize de dikkat, bilhassa dikkat ederlerdi. Gardiyanların beğenmediği bir yürüme şekli suç sayılırdı Kozan’da. Bu yüzden hemşerin A. K. dayak yemekten kurtulamayınca çareyi voltaya çıkmamakta buldu. 

Banyo Kozan Cezaevi’nde yoktu. Vardı da yoktu yani. İdare kasten banyoyu çalıştırmazdı. Mahpuslar hem yazın hem de kışın soğuk suyla yıkanmak zorundaydı. Kışın soğuk suyla yıkanmaya cesaret edemeyenler vardı mesela. Ve kış boyunca bunların vücuduna su değmezdi. Hasta düşmektense yıkanmamak belki de doğru olan şeydi. İşin ilginç tarafı kışın su soğuk olduğu için yıkanmak istemezdiniz, yazın ise su bulamadığımız için yıkanamazdınız. Yaz mevsiminde arada bir hapishane kenarından geçen ve Kozanlı arkadaşların ‘Kadınlarımız çocuklarının bezlerini bu derede yıkarlar’ dediği derenin suyunu sifonlarla bize verirlerdi. Biz bu suyla hem banyo yapar, hem de çamaşırlarımızı yıkardık. Kirleniyor muyduk, temizleniyor muyduk belli değildi. Buranın gardiyanları kırk katır mı kırk satır mı seçeneğini dayatan psikopatların torunları olmalıydılar. Çünkü sıcak yaz günlerinde kişi başına küçük bir sürahi su verip sonra da ‘gün boyu bununla idare edeceksiniz’ diyenler normal insanlar olamazdı.       

Sabah sayımından sonra koğuş yatakhanesine mazeretiniz ne olursa olsun bir daha giremezdiniz. Niğde Cezaevi’nde bazı arkadaşların gardiyanlara hasta olduğunu beyan edip ranzasında dinlenmeğe çekildiğine şahit oluyorum. Böyle bir şey orada mümkün müydü? Hastalığınız ne olursa olsun gündüz ranza yüzü göremezdiniz. Avluda oturmak da, çömelmek de yasaktı. Yani sürekli ayakta kalmak zorundaydınız. Ayakta olmanız kaydıyla sırtınızı duvara dayayarak birkaç dakika dinlenmeniz büyük lütuf sayılırdı. Ben hep hasta olduğum için bunu sık sık yapardım. Kendi kendime ‘ya bu da olmasaydı?’ diye söylenirdim. Haftanın belli günlerinde bize öğle vakti bir buçuk saat ranzada oturma imkânı tanımışlardı. İdare karavanayı da kasten bu saate denk getirirdi. İstirahat etmeği yemeğe tercih ettiğimiz için yemek almaya inmezdik. Ha, az daha söylemeği unutuyordum. Namaz vakitlerinde gardiyan gelip yatakhaneyi açardı. Namazla-niyazla ilgisi olmayanlar bile sırf oturmak için göstermelik namaz kılardı. Hatta bunların namazı daha uzun sürerdi. Güler misin, ağlar mısın dedikleri şey bu olmalıydı.

Kozan Hapishanesi’nde sadece sekiz kabinlik bir görüşme yeri vardı. Bu yüzden ziyaretler kısa tutulurdu. Askeri bir disiplin içinde ziyaret yerine gider yine askeri bir disiplin içinde koğuşa dönerdik. Gardiyanlar salonda ayaklarımızı sertçe yere vurmamızı isterdi bizden. İki üç dakikayla sınırlı tutulan görüşmelerde bir gardiyan bizim yanımızda bir gardiyan da ziyaretçilerimizin tarafında dururdu. Görüşmelerimizde Türkçeden başka dil konuşamazdık. Türkçe bilmeyenlerin birbirlerinin yüzüne bakmaktan başka seçenekleri yoktu. Koğuşa döndükten sonra yakınıyla tek kelime konuşamadığı için hüngür hüngür ağlayan kişiler biliyorum.(*) Ben annemle hep Arapça konuşurdum. Gardiyanlara ‘İsterseniz beni öldürün. Ben annemle Arapça konuşacağım. Çünkü annem Arapçadan başka dil bilmiyor’ diyordum. Her görüşmeden sonra gardiyanlar beni öldüresiye döverdi ama ben yine de ana dilimle annemle konuşurdum. Sizler burada galiba istediğiniz dili konuşabiliyorsunuz. Bunu öğrenince ‘Ah keşke annem gelse de burada onunla doya doya Arapça konuşsam’ diye iç geçiriyorum.

Kantinden yararlanma da başlı başına bir eziyetti Kozan’da. Daha doğrusu bir işkenceydi. Burada olduğu gibi Kozan’da da alacağımız sebze meyve listesi bir gün öncesinden kantine verilirdi. Zimmette paramız varsa ertesi gün kantine getirilen sebze ve meyveyi almak zorunda kalırdık. Kimsenin ‘ben bu çürükleri ne diye alayım?’ deme gibi bir lüksü olamazdı. Almamakta direnen olursa tokatlarla deyim yerindeyse yüzünün rengi değiştirilirdi. Tokatlanırken esas duruşu bozmanın da ayrıca bir ceza gerektirdiğini bilhassa belirtmeliyim. 

Kantine getirilen sebze ve meyve fiyatlarının fahiş olması da çok zorumuza giderdi. Bir keresinde listeye iki kilo erik yazmıştım. Benden önce kantine giden arkadaşın tepsisindeki erikleri görünce erik almaktan vazgeçmeği düşündüm. Yalnız benim listeye yazdığım iki kilo eriği almamak için formül bulmam gerekiyordu. Çünkü iyice tokatlandıktan sonra onu tekrar bana aldıracaklarını biliyordum. Zaten sık sık dayak yiyen biri olduğum için dayağa artık aldırmıyordum. Bunu gardiyanlar da biliyordu. Kantinin önünde bekleyen başgardiyana ‘Dayı, şimdi ben bu erikleri almazsam bana ne yaparsınız?” dedim. Hayret; başgardiyan sorduğum soruya tebessüm ediyordu. Beni, sözümona okşar gibi, bir taraftan da yüzüme yüzüme vurarak ‘Seni gidi kerata seni! Almazsan mutlaka sana bir şey yapacağımızı biliyorsun ama sen diyorsun ki bana ne yaparsınız?  Hadi, bugünlük seni alış veriş yapmaktan muaf tutuyorum’ dedi. İlk defa insan yerine konulduğum için o gün mutluluktan uçmuştum.

Karavana orada apayrı bir dertti. Karavanaya sıra ile giderdik. Meydancı çalıştırmak yasaktı Kozan’da. Sıra kime gelirse karavanayı o getirmeğe giderdi. Bir-iki kepçe yemek aldıktan sonra salondaki gardiyanların hakaret ve küfürlerine maruz kala kala koğuşa geri gelirdik. Üç-beş kişinin ancak doyabildiği bu yemeği kendi aramızda kaşıkla pay ederdik. Karnımızın doyması diye bir şey söz konusu değildi. Gün boyu aç karnına dolanıp dururduk. Ben yeni geldiğimde koğuş sorumlumuza “bu yemek sorununu ben yetkililere söylemek istiyorum” demiştim. Sorumlumuz bana ‘Galiba sen ölümüne susamışsın’ dedi. Koğuş sorumlumuzun bu cevabı beni tatmin etmemişti. Hatta içimden ‘bu sorumlumuz idarenin adamı olmalı’ diye düşünmeğe başladım. Cezaevi Müdürü K. K.’nin koğuşları dolaştığı güne kadar benim koğuş sorumlumuz hakkındaki düşüncem hep bu oldu. Ne zaman ki Müdür o gün gözümüzün içine baka baka ‘İsterseniz savcılığa veya bakanlığa sorunlarınızı iletin. Ama unutmayın ki savcı da, bakan da geceleri burada değil. Ne dediğimi herhalde anlıyorsunuz!’ dedi. Onun bu sözlerinden sonra benim sorumlumuz hakkındaki düşüncem değişti. Ben de  ‘yemek sorunumuzu anlatmalıyım’ gibi o aptalca(!) düşüncemden böylece vazgeçtim. Yemeklerden şikâyetçi olup da bunun bedelini canıyla ödeyenleri duyunca da ‘iyi ki itiraz etmemişim’ dedim. Cezaevini denetlemeğe gelen yetkililere ‘efendim çok iyiyiz’ demekten başka bir çıkar yolumuzun olmadığını artık ben de öğrendim. Bir şey söyleyeyim de Kozan Cezaevi hakkında sizde tam bir kanaat oluşsun. Müdür K., Ceza ve Tevkif Evleri Genel Müdürlüğü’nden huzursuzluk çıkaran mahpusları kendi yanına gönderilmesini isterdi. Diğer hapishanelerde idareye kan kusturan mahpuslar buraya geldikten kısa bir süre sonra kuzu gibi olurdu.

Ben burada idareye gelişi güzel dilekçe verdiğinizi görüyorum. Orada bu mümkün değildi. Nakil dilekçesi vermek ise zaten yasaktı. Bu yasak tam bir buçuk yıl sürdü. Bir akşam sayımında başgardiyan ‘Artık başka cezaevine nakil isteyebilirsiniz’ dediğinde kulaklarımıza inanamadık. Bu duyurunun bir tuzak olabileceğini düşünerek idareyi denemeğe karar verdik. İşkenceye dayanıklılığı ile bilinen bir arkadaşımızı kurban seçerek önce ona dilekçe yazdırdık. Eğer bu arkadaşımıza bir şey olmadığını görürsek ardından bizler de dilekçelerimizi verecektik. Ertesi sabah bu arkadaşımız eli titreye titreye başgardiyana dilekçesini uzattı. O da hiçbir şey söylemeden dilekçesini aldı. Hayretler içinde kaldık. Başgardiyan dilekçeyi almış ve ona hiçbir şey yapmamıştı. Kendi aramızda ‘hele yarına kadar da bekleyelim. Ne olur ne olmaz. Eğer yarın da ona bir şey yapılmadığını görürsek dilekçelerimizi yazarız’ dedik. Ertesi gün yine arkadaşımıza bir şey olmadığını görünce hepimiz birden nakil dilekçesi yazdık. Kimi arkadaşımız dilekçesinde il tercihinde bulunurken büyük çoğunluğumuz bunu bile yapmadık. Bunun anlamı ‘ben bu cehennemden bir kurtulayım; başka bir şey istemiyorum’ demekti. Dilekçeleri verdiğimiz günün akşamında Müdür kendisi sayımı yaptırdı. Verilen dilekçe sayısının üç yüz olduğunu açıkladı. Bu hapishanenin bütün mevcudu demekti. Müdür bunun kendi aleyhinde bir durum doğuracağını anlayınca verilen hiçbir dilekçeyi işleme koymayacağını söyledi. Biz ‘işte şimdi yandık’ diye düşünürken müdürün ağzından ‘günde sadece beş kişinin dilekçesini kabul edeceğim. Ona göre kendi aranızda anlaşın’ demesiyle derin bir oh çektik. Derhal kendi aramızda kura çektik. Kura sırasına göre dilekçelerimizi idareye verdik. Her dilekçe veren kişi tabii ki Kozan’dan hemen gidemedi. Mesela ben ancak on dilekçeden sonra ancak buraya gelebildim. Naklim Niğde’ye çıktığı halde gönderilmediğimi görünce bir ara umutsuzluğa kapıldım. Bir sabah ‘hazırlan gidiyorsun’ dediklerinde kulaklarıma inanamadım. Kırk sekiz günlük bir gecikmeden sonra da nihayet Kozan’dan kurtuluyordum. Rink aracına adımımı atar atmaz gözlerim yaşardı. Araba hareket etmeğe başlayınca etrafımdaki mahpuslara aldırmadan hüngür hüngür ağladım. Tahliye olmamıştım ama Kozan’dan ayrılıyor olmam annemle, çoluk çocuğumla rahatça görüşebileceğim anlamına geliyordu.

Bu dilekçe konusuna tekrar dönmek istiyorum Osman kardaş. Sizleri burada gönlünüz çektiği vakit idareye dilekçe verirken görüyorum. Orada hapishane doktoruna çıkmak için dilekçe vermek bile cesaret isterdi. Mesela Adana Devlet Hastanesi’nin göz hekimini hem savcılığa hem de Adana Kolordu Komutanlığı’na şikâyet eden dilekçeyi idareye verdiğim gün Cezaevi Müdürü beni çağırtıp dilekçeleri geri çekmemi istedi. Ona ‘efendim, ben sizi değil hastanenin doktorunu şikâyet ediyorum’ dedim. Bir anda köpürerek ‘Ben onu bunu bilmem. Dilekçelerini geri çekeceksin dedimse çekeceksin’ dedi. O inatlaşınca ben de inatlaştım. Baktı ki vazgeçmiyorum; müdür bu defa konuyu alttan almaya başladı. Ben inadına dilekçeleri geri çekmeyeceğimi tekrarlayınca o yumuşak gibi görünen yüz yeniden Dr. Jeykıl(**) gibi değişti. ‘Sana iki saate kadar mühlet veriyorum. Bu hapishanede kesesinden gidenleri sen hiç işitmedin herhalde. Paşa gönlün bilir. İstersen geri alma’ dedi. Koğuşa geldim. Bana bir şey olmadığını gören arkadaşlarım şaşırdılar. Olan biteni onlara anlattığımda ‘Ölmemelisin lan. Delirdin mi sen. Çoluk çocuğunu düşün’ deyince gidip dilekçelerimi geri çektim.

Kardaş, ben Kozan Hapishanesi’nden buraya gelmiş biri olarak sizin bir takım şikâyetlerinizi görünce alınmayın ama size gülüyorum. Yatıp kalkıp halinize şükredin. Ben yirmi gündür buradayım. Hiçbir gardiyan gelip beni ne tokatladı ne de azarladı. Yani ben yirmi gündür burada insan muamelesi görüyorum. Beni ayıplamayacağınızı bilsem koğuşun orta yerinde durarak “Hapishanenizin kıymetini bilin” diyeceğim. Aslında söylenecek o kadar çok şey var ki Osman Kardaş… Benim bir ahdim var. Gün olur da dışarı çıkarsam Kozan Hapishanesi’nin önüne gideceğim ve avazım çıktığı kadar şöyle bağıracağım: ‘Ölmedim lan, ölmedim. Görüyorsun işte. Yaşıyorum!!!”

Gece saat 04.45 oldu. Yazdıklarımı baştan sona kadar okudum. Beni şu an bir ürperti tutmuş durumda. Birazdan koğuşun bitişiğindeki boşluğa geçip peş peşe sigara içeceğim. Uyumak gelmiyor içimden. Gidip yüzüme soğuk su çaldıktan sonra ranzama geri döneceğim. Uyumamaya kararlıyım. Zira Kozan Hapishanesi’ni rüyada görmekten korkuyorum. Bu hapishanenin rüyası bile korkunç olur alimallah.

Osman Dindarzade

(*) 12 Eylül’den sonra çıkarılan 2932 sayılı yasanın 2. maddesi hâlâ devam ediyor. Yasa hapishanedekilerin görüşmeğe gelen yakınlarıyla ana dillerinde konuşmalarını da yasaklıyor mu bilmiyorum ama yaklaşık iki yıldır yürürlükte olan yasa diyor ki: ‘Türk devleti tarafından tanınmış bulunan devletlerin resmi birinci dilleri dışındaki herhangi bir dille düşüncelerin açıklanması, yayılması ve yayınlanması yasaktır.” (Not: Söz konusu yasa 1991 yılında kaldırılmıştır)

(**) Hayatını riske atarak hem kendi hem de başkaları üzerinde denediği iki zıt kişiliğin hayat boyunca tek bedende çekişmesini anlattığı deneyleri konu alan Robert Louis Stevenson’un eserinde geçen bir tipleme.

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *