Çağrıcı: Keşke akıl karşıtlığı yerine, akıl ile Peygamber’i yan yana koyan din anlayışı hâkim olsaydı!

Çağrıcı: Keşke akıl karşıtlığı yerine, akıl ile Peygamber’i yan yana koyan din anlayışı hâkim olsaydı!

Bir yazısında Gazali konusundaki görüşlerini paylaşan Mustafa Çağrıcı, bu görüşlere gelen tepkiler üzerine kaleme aldığı bugünkü yazısında, Gazali’nin filozoflara getirdiği eleştirileri neden yanlış bulduğunu anlattı.

Karar gazetesinde yazılarına devam eden İstanbul eski müftülerinden Mustafa Çağrıcı, 23 Kasım’da “Kültürümüzde akıl ve bilim karşıtlığı” başlığı ile yazdığı yazısında “Zâhirî ve Selefî din yorumu, bilhassa 12. yüzyıldan sonra akıl ve bilime karşı en iyimser deyimle genel bir ilgisizlik, daha açıkçası zihinsel bir kapanmışlık üretmiştir” yorumunda bulunmuştu.

Çağrıcı, bu duruma Gazali’nin de etkisinden söz ederek, “Şafiî fakihi ve Eş‘arî kelamcısı Gazâlî’nin (ö. 505/1111) filozofları kâfirlikle suçlayıp, bizim dünyada felsefeyi belini doğrultamaz hale getirmesi de aynı zihniyetin öldürücü serpintileridir.” demişti.

Bu ifadelere gelen tepkiler ile, re’y ve akıl kavramını karıştırdığı iddiası üzerine Mustafa Çağrıcı, bugünkü yazısını bu iki konuya ayırdı.

Kültürümüzde inanç ve akıl” başlıklı bugünkü yazısında Çağrıcı, “Gazâlî’nin, üç mesele (âlemin yaratılması, cismânî haşir ve Allah’ın ilmi) ile ilgili görüşleri sebebiyle filozofları kâfir olmakla suçlaması korkunç bir hata idi.” ifadesini kullanırken, re’y ile akıl kavramını karıştırdığını iddia edenlere yanıtında ise Ragıb el-Isfahânî’den bir alıntıya yer verdi.

Mustafa Çağrıcı’nın işte o iki yazısı:

Kültürümüzde akıl ve bilim karşıtlığı

İster bireysel ister toplumsal düzeyde olsun, bugünün sorunlarını aşmanın birinci şartı, hangi sebeplerin bizi buralara getirdiğini bilmektir. Hıristiyan dünya da özellikle yaklaşık 4-15. yüzyıllar arasında bizde olduğu gibi kilise/din adamı bağlantılı ağır sorunlar yaşadı. (Hıristiyan dünyanın şimdiki sorunlarını başka zeminde tartışmak gerekir ve zaten kendileri tartışıyorlar.) Müslüman toplumlarda ise –son iki yazımda bahsettiğim- Zâhirî ve Selefî din yorumu, bilhassa 12. yüzyıldan sonra akıl ve bilime karşı en iyimser deyimle genel bir ilgisizlik, daha açıkçası zihinsel bir kapanmışlık üretmiştir.

Zâhirî ve Selefî zihniyet sahibi ulema, ilk üç Müslüman nesle atfettikleri birikime dogma olarak sarılmışlar; kutsadıkları bu birikim (sünnet/âsâr) için tehdit olarak algıladıkları aklî ve zaman zaman deneysel ilimleri reddetmişlerdir. Bunları savunan felsefe ve bilim çevrelerini, hatta Ehl-i sünnet savunuculuğuna dönüşmesinden önceki kelam ilmini ve kelamcıları bile şiddetle eleştirmişlerdir.

Çağdaş Müslüman ve yabancı araştırmacıların neredeyse tamamına göre bu eleştirilerin gerçek sebebi ise dinî olmaktan çok siyasi idi. Çünkü Mu‘tezile kelamının öncüleri, insanî ve ahlâkî düşüncelerle, Emevî yönetiminin Kur’an’daki ve Peygamber uygulamasındaki mutlak adalet, hakkaniyet ve şefkat ilkelerine uymayan yönetim tarzlarına karşı çıkıyorlardı. Bu yaklaşımlarıyla onlar, Emevî yönetimini mazur göstermek için mutlak cebirciliği, yani “Siyasilerin yapıp ettikleri kaderin gereğidir, karşı çıkılmaz” anlamında kaderciliği savunan Ehl-i hadis’in bu iddiasını açıkça reddetmiş oluyorlardı. İkinci olarak M‘tezile kelamının öncüleri bu gibi konularda Kur’an’ın yanında aklî kanıtlara da başvuruyorlardı. İşte Ehl-i hadis’in kelamcılara hücum etmelerinin başlıca sebepleri bu iki tez idi.

Mesela mutaassıp bir akılcılık karşıtı olan hadisçi ve tarihçi Hatîb el-Bağdâdî’nin naklettiğine göre, Ehl-i hadis zihniyetinin öncülerinden, zamanımıza kadar İslam dünyasının en etkili birkaç âliminden biri olan İmam Şâfiî (ö. 204/820), bu ilk kelamcılar hakkındaki nefretini şu sözlerle dile getirmiştir:

“Kelam taraftarları hakkındaki hükmüm şudur: Dayağa çekilsinler; deveye bindirilip aşiretler, kabileler arasında dolaştırılsınlar. Ve şöyle nida edilsin: Kitabı ve Sünnet’i bırakıp kelamla uğraşanların cezası işte budur!” (Şerefu ashâbi’l-hadîs, nşr. M. S. Hatiboğlu, Ankara, s. 78).

Ehl-i hadis’in “Selef akidesi” denilen tezlerini muhaliflerine karşı savunmasıyla tanınan hadis âlimi Kıvâmü’s-Sünne et-Teymî, 12. yüzyıl gibi hayli geç bir dönemde bile aynen şöyle der: “Bir adamın … felsefeyi, geometriyi ve bu alanlarla uğraşanların yazdıkları kitapları övdüğünü görürsen, bil ki o adam bir sapkındır” (el-Hucce, Riyad 1999, II, 539-540).

Şafiî fakihi ve Eş‘arî kelamcısı Gazâlî’nin (ö. 505/1111) filozofları kâfirlikle suçlayıp, bizim dünyada felsefeyi belini doğrultamaz hale getirmesi de aynı zihniyetin öldürücü serpintileridir. Yine de Gazâlî, Kıvâmü’s-Sünne’ye göre daha lütufkâr davranıp geometri ve matematiği sakıncasız (mubah) saymış; tıp, fizik, kimya, astronomi gibi bilimlerin din bakımından mahzurlu olmadığını belirtmiştir (Tehâfüt, Beyrut 1990, s. 25, 190-191). Fakat onun seleflerinden alıp geliştirdiği felsefe karşıtlığı ulema çevresinde o kadar etkili olmuştur ki, bu karşıtlık zamanımıza kadar kesintisiz devam etmiştir.

Gazâlî’nin “sakıncasızlık” fetvası da deneysel bilimlerin İslam dünyasında kalıcı olarak itibar kazanıp gelişmesine yetmemiştir. Nitekim Gazâlî’den yaklaşık beş yüzyıl sonra Takıyyüddin er-Râsıd’ın padişah fermanıyla kurduğu Osmanlı’nın tek rasathanesi yine padişah fermanıyla imha edilmişti. Bu imha için fetva veren Şeyhülislâm Kadızâde Ahmed Şemseddin Efendi’nin ‘Rasathaneler bulundukları ülkeleri felâkete sürükler’ şeklindeki gerekçesi de sayısız benzerleri gibi aynı öldürücü selefî serpintinin sonucudur. Hatırlayalım ki, Kadızâdeliler Osmanlıların katı selefîleri idi.

Benim fikrime göre insanın doğasına uygun ve doğru olan düşünce, akıl/bilim – din – ahlak – sanat alanlarının gerçekliğini, birbiriyle hem ilişkili hem de farklı alanlar olduğunu inkâr etmeden, her birinin bizim insanî gerçekliğimizin bir parçası olduğunu bilmemiz; dolayısıyla tam gerçekliğimizi ve mutluluğumuzu ancak bunların birlikteliğinde bulabileceğimizi kabul etmemizdir. Bilebildiğimiz insanlık tarihi gösterdi ki, bu dört alanın birindeki eksiklik ve yanlışlar, aralarındaki ilişkiden dolayı diğerlerini de olumsuz etkiliyor ve sonuçta insan ve insanlık bundan ağır zararlar görüyor.

Kültürümüzde inanç ve akıl

Geçen hafta yazacaktım, yerim kalmadı. Bazı arkadaşlar Gazâlî hakkında yazdıklarımı yanlış anlamışlar. Ben üstadı filozofları eleştirdi diye kınamıyorum; tersine, eleştirilerinde büyük ölçüde haklı olduğunu düşünüyorum. Hatta şüphecilik ve indeterminizm gibi konularda –bize değilse de- Batı felsefesine yenilikler kattığı da biliniyor. Bu başka bir şey… Ama Gazâlî’nin, üç mesele (âlemin yaratılması, cismânî haşir ve Allah’ın ilmi) ile ilgili görüşleri sebebiyle filozofları kâfir olmakla suçlaması korkunç bir hata idi. Hem felsefî tartışma yöntemi bakımından hem de dinî bakımdan yanlıştı. Felsefî tartışma yöntemi bakımından yanlıştı; çünkü felsefede inanç yargılaması yapılamaz. Dinî bakımdan da yanlıştı; çünkü filozoflar dinin herhangi bir esasını inkâr etmiyorlardı; yorumluyor, tevil ediyorlardı.

Yine de sorunumuz Gazâlî değil, bu konularda onu eleştiren düşünürler yetiştirememiş olmamızdır.

Gazâlî, “Ene’l-hak (Ben Hakk’ım)” diyen Hallâc-ı Mansur, “Sübhânî sübhânî!..” (Kendimi tesbih ederim!..); “Mâ fi’l-cübbeti illallâh” (Cübbemin içinde sadece Allah var) diyen Bayezid-i Bitâmî gibi sufilerin sözlerini sakıncalı bulmakla birlikte, bu sufilere laf etmeyip, bu gibi sözleri istismar edenleri eleştirdi (bk. İhyâ, çev. M. Çağrıcı, İstanbul 2022, I, 57-58; Mişkâtu’l-Envâr (nşr. Afîfî), s. 57). Oysa bu sözler, dinî esaslara uygunluk bakımından filozofların üç meseledeki görüşlerine göre çok daha sorunlu idi. Buna rağmen Gazâlî “şathiye, sekr…” diyerek bu sözleri mazur göstermeye çalıştı.

Doğru da yaptı. Ama filozofları akide bakımından çok daha hafif sayılabilecek görüşlerinden dolayı kâfirlikle suçlaması onun büyüklüğüyle uyuşmuyordu. Bu suçlama, bugün de her yerde örneklerini gördüğümüz “başkalarının inançlarını yargılama konusunda kendini yetkili görme” diyebileceğimiz bir tür kibir ve despotizm tezahürüdür. Bu tavır, eski ve yeni ulemanın epeyce bir kısmında az çok var. Şimdi de önüne geleni “kâfir, din düşmanı” diye damgalayan, aynı ülkenin insanlarını –daha çok da siyasal tercihlere bakarak- “Müslümanlar ve ötekiler” diye tasnif eden anlayış, yüzyıllar öncesinden gelen zihniyetin bugüne yayılan öldürücü serpintileridir. Bu serpinti etkilerini Pakistan ve Afganistan Hanefîlerinde, hatta yer yer Türkiye’deki bazı Hanefî çevrelerde bile göstermektedir.

Böylesi boş, boş olduğu kadar da ayrıştırıcı-kırıcı-yıkıcı yollarla Müslümanlar bir yere varabilselerdi, “kâfir, zındık, ehl-i bid’at ve dalâlet” gibi ithamlarıyla bunun dik âlâsını yapan eskiler varırdı; meşhur Hanbelî âlimi Berbehârî (ö. 329/941) gibi çete oluşturup, bid’atçi dövmek için sokaklarda terör estirenler bir şeyleri başarırlardı. Osmanlı’da da onların benzerleri türemişti. İbn Teymiyye Seleficiliğinin Osmanlı’daki sesi olan Kadızâdeliler’in en etkili âlimlerinden Arap asıllı Üstüvânî Mehmed Efendi (ö. 1661), -devletin Şeyhülislâmı Zekeriyâzâde Yahya Efendi dâhil- pek çok insanı kâfir ilan etmişti.

Ama bunlar sorun çözmedi, asırlardır altından kalkamadığımız sorunlar üretti. Çünkü –şimdiki benzerleri gibi- onları da akılları, dinî-ahlâkî ilkeleri değil, duyguları ve çıkarları yönetiyordu. Keşke onlar, asırları boş işlere harcayacaklarına, İslam’ı yüceltecek bilimleri üretselerdi; toplumu bilimlere yöneltselerdi! Fakat sonuçta hâlâ yaptıkları işler, İslam’a ve Müslümanlara değil, İslam düşmanlığı üzerine fikirler geliştiren, örgütler kuran, küresel kamuoyu oluşturan İslamofobiciler’e yarıyor.

***

Bazı dostlar re’y kavramı ile akıl kavramını karıştırdığımı yazmışlar. Bu akıl – re’y konusunda tek şey söyleyeyim sadece: “Müellefe-i kulûb” (gönülleri İslam’a ısındırılmak istenenler) kesimine de zekât verilmesini emreden zâhir nas (Tevbe 60) ve Peygamber uygulaması var. Ama Hz. Ömer, daha Hz. Peygamber’den en fazla 2,5 yıl sonra “O o zamandı, şimdi durum değişti” demişti. Bu bir görüş (re’y) belirtme, dolayısıyla akıl yürütme değil miydi? Halife Hz. Ebubekir, Ömer’in bu içtihadını kabul edip uygularken, Sahabe de ona itiraz etmeyip onaylarken akıl yürütmüyorlar mıydı?

Müslümanın aklını kullanmasına niye itiraz edilir, şaşıyorum. Aklı insanlara –haşa- Allah değil de şeytan mı verdi?

5./11. yüzyılın büyük Kur’an âlimi Ragıb el-Isfahânî’den bir alıntıyla bitireyim: “Aziz ve celil olan Allah’ın insanlara iki elçisi var: Birincisi içimizdedir ki, o akıl’dır; ikincisi dışımızda olup o da Peygamber’dir. İçimizdeki elçiye öncelik tanımadan dıştaki elçiden faydalanma imkânımız yoktur” (ez-Zerîʿa, Kahire 1985, s. 207).

Keşke akıl karşıtlığı yerine, akıl ile Peygamber’i böylesine yan yana koyan din anlayışı hâkim olsaydı!

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *