Sahabe nesli dinin kaynağı değildir lakin adanmışlıkları, Allah’ı ve Rasulünü her şeyin üstünde tutmaları, Allah’a ve Rasulüne itaat etmeyi her şeyden değerli bilmeleri, Allah yolunda cihaddan asla imtina etmemeleri ve benzeri hususlar itibariyle güzel örneklerdir.
Mehmed Durmuş
Şerefin ve şereflinin, izzetin ve izzetlinin hikayesini yazmak zor bir iştir. Sahabeyi yazmak da zor bir iştir. Sahabe… Sohbet ehli, arkadaş, kardeş, dost. Atamız İbrahim’in Mekke’nin granit kadar sert, simsiyah taşlarından mütevazi bir Beyt inşa etmesi misali, ekin bitmez, güneş, taş ve kum üçgenindeki Mekke’nin cahiliye toplumundan, dünyayı değiştirecek, sözde değil özde bir sahabe nesli yetiştirmek Âdem oğlunun hayatında görülmüş en muhteşem hadiselerden biridir.
Sahabe nesli hakkında en doğru hükme varabilmek için, birinci başvuru kaynağımız Kur’an olmalıdır. Kur’an’ın nüzulüne fiilen, bizatihi şahitlik etmiş, büyük davanın altına bütün vücuduyla girmiş bu güzide neslin birinci dereceden şahidi olan Rasulullah (sav)’in adına düzenlenmiş haberlerin de Kur’an’a arz edilmesi ihmal edilmemelidir.
Merhum Seyyid Kutub’un ‘Kur’an nesli’ dediği sahabe topluluğu edebî cümlelerle süslü kalıplara hapsedilemeyeceği gibi, onların imanını hiçbir zaman ‘anlamamış’ kimselerin bir müsteşrik edasıyla seküler, rasyonalist tahlillerine de kurban edilemez. Sahabeyi Kur’an’ın, mümin ve müslimlere ilişkin tanımlamaları ve ‘insan’a dair değerlendirmelerini nazarı itibara alarak ancak kavrayabiliriz.
Mekke’de Sahabe Olmak
Sahabeyi hakikate en yakın biçimde anlamak için öncelikle gönül gözümüzü Mekke’ye, vahiy adı verilen İslam nurunun bütün güzelliğiyle yağmaya başladığı o ilk günlere çevirmemiz icap etmektedir. ‘Müslimlerin ilki’ olmanın, Kur’an’a iman, Muhammed’in rasûl olduğunu tasdik etmenin avuçta köz tutmak gibi bir bedel gerektirdiği o zorlu günlere… Evet, vahiy iniyor ve Mekke’nin ilk cevherlerini buluyor. Kara bir taşlık olan Mekke’de dört adet elmas öne çıkıyor: Hatice, Zeyd, Ali ve Ebu Bekir.
Kadının adı yok diyenler kime ‘kadın’ deneceğini daha baştan bilmedikleri için, bir adı olan Hatice’yi bilemezlerdi doğal olarak. Bundan sonra da bilmeyeceklerdir. Hatta Hatice’nin bir kadın ismi olduğunun bile şuurunda olmayacaklardır. Bu şuura ermeleri içini Hatice’yi Hatice yapan ‘ruh’la tanışmaları gerekmektedir.
Teslimiyet yarışında bayrağı ilk göğüsleyen bu dört güzel insanın varlığı, Mekke döneminin ‘başarısız’ gibi sözcüklerle tanımlanmasını kesin olarak imkânsız hale getirmektedir.
Bin beş yüz yıl önceki bir davayı birkaç yüz sayfalık kitapta bir çırpıda okuyor oluşumuz bizi -her konuda olduğu gibi- sahabe konusunda da biraz ‘üstünkörü’ kılmaktadır. Oysa Muhammed (sav) kendisine vahiy verileceğinden hiç haberdar olmadığı gibi, sözünü ettiğimiz dört mümin de “kitap nedir iman nedir bilmeyenler” cümlesindendi. Buna rağmen “Oku yaratan Rabbinin adıyla…” ayetini tam güvendikleri el-Emîn’den duyar duymaz hiç duraksamadan teslim olmalarındaki etken neydi acaba?
Her bir günü başlı başına bir ‘aşama’ olan, ibret vesikalarıyla dopdolu on üç yıllık Mekke İslam tebliği, görece ‘yavaş’ seyretse de, düzenli olarak artan, serpilip büyüyen muazzam bir inşa öyküsüdür. Bir ekinin ekin olma sürecindeki ‘yavaşlık’ ya da ‘hızlılık’ neyse, Mekke İslam tebliğinin gelişim süreci de öyleydi. Şüphesiz bu süreç, Rasulullah Muhammed (sav)’in Allah’tan bağımsız, kişisel bir başarısı olmayıp, Allah’ın izni ve lütfu ile elde ettiği nebevî bir muvaffakiyetti. Hayatın bütünüyle cahiliye olduğu bir zaman ve zeminde bir kişi Allah’tan aldığı vahiyle cahiliyeye, hatta tüm dünyaya meydan okuyor, bütün tanımları, algıları, değerleri ve hakimiyetleri yerle bir ediyor, kendilerine her şeyin en doğrusunu getirdiğini bildiriyordu. Bir kadın, bir yetişkin, bir evlatlık ve bir çocuk da duraksamadan, adeta biz işte bunu bekliyorduk dercesine bu kıyam hareketinin öncülüğü için atılıyorlardı. Böyle bir kıyama, “arkamızda başkaları var mı” diye bakmaksızın öncülük etmek ne büyük bir erdem.
Mekke’de, İslam tebliğinin en zorlu günlerinde Rasulullah’ın (sav) yanında saf tutan ve ana-baba, eş, çocuk, akraba, mesken, ‘müreffeh bir hayat’ gibi nimetleri gözden çıkaran o ilk müminlerin bu adanmışlıklarına hayran kalıyor, hayret ve takdir ediyoruz. Lakin aslında en başta bu insanların, Kur’an vahyinin içeriğini nasıl kavrayıp anladıklarına, Muhammed (as)’ın tebliğinin, gelecekte doğuracağı bütün siyasî sonuçları (‘riskleri’) görmüş, anlamış ve tereddütsüz kabul etmiş olmalarına hayran olmak, hayret ve takdir etmek gerekmiyor mu? Burada ister istemez zihnimize Kur’an hakkında bin bir türlü bilimsel(!) nazariye ile sadece kuşku, kafa karışıklığı ve karmaşa üreten günümüzün müçtehit taslaklarıyla sahabenin teslimiyet, cehd/içtihat ve gayretlerinin kıyaslanması üşüşmektedir. Günümüzde Kur’an konuları hakkında akla hayale gelmedik hezeyanlar üreten insanların bu çabaları kendilerine ve başkalarına, deistleşmekle sonuçlanan bir fikirsizlik anarşisinden başka bir şey kazandırmazken, sahabe neslinin adanmışlığının -hem de on üç sene gibi kısa bir süre zarfında- kazandırdığı hayırlar ortadadır.
Ammar b. Yasir ebeveyninin şehit edilmesine katlandı, Rabbine olan imanı daha da arttı, teslimiyeti çoğaldı. Bu teslimiyetin ve imanın kendisinden neşet ettiği ve modern insanın anlayamadığı bir temel saik olmalıydı. Ammar’ın imanı ve teslimiyeti artarken, onun üzerinde tezler üreten bizlerin ise para ve servetimizin arttığına dikkat etmeliyiz. Ammar’ın anasının ve babasının öldürülmesini minnet vesilesi yapmamasını da unutmamalıyız.
Darul Erkam’ın merkez edinilmesi, Habeşistan hicreti, boykot yılları, müminlerin toplum tarafından dışlanmaları, akraba ve aileleriyle bağlarının kesilmesi… Nebevî hareketin her biri diğerinden daha göz doldurucu, ibretlerle dolu sayfaları. Miladî yedinci yüzyıl Mekke’sinde hiçbir siyaset dersi almamış, bir tek diplomaya bile sahip olmayan bu insanların bu siyasi bilinçleri nereden geliyordu?
Sahabe dediğimiz Kur’an nesli, Muhammed (sav)’in yürüttüğü nebevî tebliğin akıbeti hakkında çıkar merkezli umutlara kapılmadılar. Onlar nasıl bir davaya adam olduklarını çok iyi biliyorlardı. Bu, Rasulullah’a hiçbir zaman “bize bunları söylememiştin” diye çıkışmamalarından da anlaşılmaktadır. Rasulullah da, sahabe de gaybı bilmiyordu fakat la ilahe illallah davasının bir servet biriktirme, rahat yaşamı geliştirme, kısacası bal tutup da parmağını yalama davası olmadığını çok iyi kavramışlardı. İslam davasının anadan, atadan, evladü ıyalden, eşlerden, aşiretten, mallardan, ticaretten, hoşa giden meskenlerden feragat edebilme (Tevbe, 23-24) davası olduğunu Rablerinden işitmişlerdi.
Sahabe neslinin Mekke döneminde, dönemin de kapanış mührü mesabesindeki en cesur ve ahlaki imtihanları Akabe bîatları olmuştu. Tam bir Müslüman inceliği içerisinde yürütülen Akabe bîatları, sahabenin feraset ve basiretini göstermesi bakımından fevkalade güzel bir örnektir. Akabe bîatları İslam davasına Medine’yi açıyordu.
Ve Hicret…
İslam davasının, Rasulullah ve sahabesinin omuzlarında nasıl yüceldiğini görmek için hicrete bakmak yeterlidir. Şerefli bir dava uğruna ana-baba, evlat, eş, yurt, yuva nasıl da terk edilebilirmiş. Bütün bu feda edişlerin hedefinde, üç harfli bir kökten türemiş beş harfli bir kelime okunuyordu: İslam. Örnek nesil sahabe Mekke’den Yesrib’e sadece İslam için düğüne gider gibi gittiler. Mekke’de bıraktıkları ile İslam’ı kıyasladıklarında İslam alabildiğine ağır, bıraktıkları ise o oranda hafif gelmişti. Rasullerine (imamlarına/önderlerine) itimatları sonsuzdu. O İmam’la girişmeyecekleri hiçbir dava yoktu.
Müminler yurtlarını terk ediyorlardı ama terk ettikleri kavimlerine, “siz görürsünüz”, “alacağınız olsun” gibisinden tafra yapmıyor, intikam yemini etmiyorlardı. Rasullerinin -Allah’ın izniyle- kurduğu yeni bir hayat Yesrib’te onları bekliyordu; gün coşku günüydü, intikam değil.
Ve Ebu Bekir… Sahabenin damıtılmış, sadeleşmiş bir özeti. Mağarada “ikinin ikincisi” olma şerefine nail olmuş; günler süren tehlikeli yolculuktan sonra Selam Yurdu’na Allah Rasulüyle birlikte girmiş, kardeşlerini birlikte selamlamış bir mümin.
Medine’de Sahabe Olmak
Mekke’de temeli her türlü sarsıntıya dayanıklı şekilde atılan İslam binası, Medine’de kemale erdi. Mekke’de müminler çetin imtihanlardan geçerek, Medine’deki daha zor olanlarına hazırlandılar. Hicret, bu zor imtihanlarla aralarındaki mesafeyi kısalttı. İradeleri çelikleşmiş sahabe imtihandan imtihana salındı. Onların ‘yaz tatili’ ya Bedir’de geçiyordu ya Uhud’da ya da Tebük’te. Mekke’de İslam davası bir bakıma tek boyutluydu. Kişi ya iman edecekti ya da kafir kalacaktı. Ya Rasulullah’ın safında yer alacaktı ya da Darunnedve’de zillete teslim olacaktı. Ya Rasulullah’ı ya da atalarını tercih edecekti. Rasulullah’ın yanını seçenlerin akıllarına, “benim kazancım ne olacak?” gibi bir soru üşüşürse, “sabredersen cennet” cevabını alıyorlardı.
Her günü ayrı bir imtihan olan on yıllık Medine dönemine neler sığmadı ki! Medine Vesikası Rasulullah (sav)’in işin başında en mükemmel hamlesiydi. Bu, münafıkların ve kibirli Yahudilerin bulunduğu masaya Rasulullah’ın yumruğunu vurması anlamına geliyordu. Bedir, sahabenin rüştünü ispat ettiği bir er meydanı olmuştu. İslam’ın kılıcı ilk kez kınından çıkmıştı. Rasulullah (sav) komutan olarak sahabesini silahlandırıp, askerî bir disiplin içerisinde Bedir’e götürdü. İslam’ın düşmanlarıyla mertçe yüzleşilecekti. Sonra Uhud, Hendek gibi büyük mücadeleler. “Sâ’atul usre” adı verilen Tebük seferi… Münafıkların bütün şirretliğiyle torbadaki yüzlerini çıkardıkları o zorlu sefer. Üç sahabenin yürek burkan hikayesi ve her şeye rağmen, müminlerle münafıkları birbirinden ayıran kesin çizgiler.
Medine’ye 700 km. ötede, Mute’de Bizans’la yapılan hesaplaşma; peş peşe şehadet şerbetini içerek yere serilen üç yiğit komutan, üç sahabe.
Allah Rasulü on yıla büyüklü-küçüklü elliden fazla sefer sığdırdı. Bu seferlerin hepsinde ashabı onunla birlikteydi.
Ve İslam siyasetinin, Müslüman diplomasisinin şaheseri Hudeybiye. Hudeybiye Rasulullah’ın liderlik vasfını zirveye çıkartırken, ‘insan’ mefhumunu da sahabeye en çok yakıştıran bir deneme olmuştur. Anlaşma maddeleri sahabenin kafasına yatmamıştı. Kafirlere zillet içinde boyun eğdiklerini sanmışlardı. Canlarından çok sevdikleri Rasullerine itiraz etmeleri bu yüzdendi. İnsandı işte sahabe, insan sahabeydi.
Ve fetih… Sahabe Rasulullah’ın (sav) dirayetli hareketi sayesinde, Allah’ın da bir lütfu olarak Mekke halkının öncelikle gönüllerini fethetmişlerdi. Sonra veda haccı ve büyük ayrılık…
Sahabe ölümden korkmamıştı. Düğüne gider gibi savaşlara gitmişlerdi. Uhud düzlüğünün, içlerinden yetmiş kişiye mezar olması, bir kısım kardeşlerinin Bi’r-i Mâûne, Recî gibi yerlerde pusuya düşürülüp katledilmeleri sahabenin dengesini bozmamış, istikametlerini değiştirmemiş, Allah’a olan imanlarını, Rasulullah’a olan sadakatlerini sarsmamıştı. Yaşadıkları her acı İslam davasına olan bağlılıklarını daha da artırmıştı. Fakat o ayrılık günü sahabeyi çok üzmüştü. Buna rağmen Rasulullah vefat eder etmez, sahabenin önce onu defnetmeye koşmamaları, Rasulullah’ın defnini en büyük iş bilmemeleri olağanüstü önem ve ilginçliktedir. Yaptıkları ve yaşadıklarıyla, o günkü en büyük işin Rasulullah’tan boşalan siyasî makamı doldurmak olduğunu, içlerinden birini Rasulullah’a (risaletin dışında) halef seçmek olduğunu göstermişlerdir. Hilafete sövmeyi meziyet bilen batı beslemesi sözde entelektüellere örnek Kur’an neslinin bu tercihini iyice belletmek gerekmektedir.
Sahabeyi Doğru Değerlendirmek
Sahabenin hatalarıyla sevaplarıyla insan olduklarını söylemek bile zaittir. Eğer tedavi edilmesi gereken hastalıklı bir zihin varsa bu, günahsız/hatasız insan tasavvur edenlerin zihinleridir. Sahabenin hatalarını Kur’an zikretmekte ve düzeltmektedir. Kur’an, İslam davası omuzlarında yücelmiş sahabeyi anmakla -haşa- onları çekiştirmeyi murad etmediğine göre, demek ki itidal ve insaf ölçüleri içerisinde sahabeyi tartmamız, hatalarından ders almamız istenmektedir.
Allah Teala mesela Uhud savaşında tam galibiyeti elde etmişken ganimet arzusuyla zaafa düşmüş mücahidleri dikkatlerimize sunmaktadır. Allah Rasulünün ashabında görülen o günkü zaafları anlatmak için ‘feşile’, ‘müanaza’a’ ve ‘isyan’ fiilleri kullanılmıştır. İçinizden diyor, kimisi dünyayı istiyordu, kimisi ahireti. Bu durumda Allah Teala, müminleri kafirlerden alıkoyduğunu (yani müminlerin düşmanı yenemediklerini) belirtmektedir. (Âl-i İmran, 152). Müminler bozguna uğramış, arkalarına bile bakmadan kaçmışlardır. (Âl-i İmran, 153). Hatta sahabenin içindeki bir grup Allah hakkında tamamen haksız bir şekilde, cahiliye zannı beslemeye başlamışlardır. İçlerinden bazılarının Uhud’da öldürülmelerini, bu ‘iş’te bir hayır olmadığına bağlayanlar olmuştur. (Âl-i İmran, 154). Bütün bunlara rağmen, aynı zamanda ordunun komutanı olan Rasulullah (sav) bu mücahidlere rıfk ile muamele etmiş, kaba ve katı yürekli davranmamıştır. Allah ise Rasulünün bu tutumunu onaylamış, onun, ashabına yumuşak davranmasını Allah’ın rahmetine bağlamıştır. Hatta bununla da yetinmeyerek Cenabı Hak Elçisine, ashabını affetmesini ve bağışlanmaları için istiğfarda bulunmasını ve iş hususunda (her şeye rağmen) onlarla müşavere etmesini emretmiştir. (Âl-i İmran, 159). Allah, Uhud’daki zaaflarına rağmen sahabeyi kendisi de affetmiştir. (Âl-i İmran, 152).
Allah, savaşta zafiyet gösteren sahabeyi kendisi affettiği gibi, Elçisine de affetmesini, bağışlanmaları için de istiğfarda bulunmasını emrettiğine göre, bunun bazı gerekçeleri olmalıdır.
Sahabe (Uhud örneğinden hareket edersek), birtakım hatalar yapsalar da, dinden çıkmamışlar, ökçeleri üzerinde geri dönmemişlerdi; vahiyden, Allah’tan, Rasulünden kuşkuya düşmemişler yani bir iman zafiyeti geçirmemişlerdi. Uhud’da sahabenin dağılması neticesinde Allah Rasulü ölüm tehlikesi atlatmıştı. Buna rağmen sonuçta tekrar gelip Rasulullah’ın etrafında toplanmışlardı; savaş meydanından kaçmaları, imandan da uzaklaşmaları anlamına gelmemişti.
İnsan hataları ve sevaplarıyla insandır. Bu sahabe için de geçerlidir. Herhalde önemsenmesi gereken, hiç hata işlemeyen bir insan aramak değil, hatasını kabul edip, ondan dönen, pişman olan, tevbe eden ve hatada ısrar etmeyen insanları elde etmektir. Sahabe neslinin bu ölçünün dışında olduğunu kim iddia edebilir?
Her şeye rağmen sahabe hiçbir zaman, “sen ve Rabbin gidin savaşın, biz burada oturacağız” (Maide, 24) diyen Musa (as)’ın kavmi gibi haddi aşmamıştır.
Rasulullah’ın (sav) ashabı, onlar Cuma namazındayken ticaret kervanının gelmesi üzerine Mescidi boşaltmışlar, Rasulullah’ı yalnız bırakmışlardır. Münafıkların Rasulullah’a bir de, namusuna iftira atmak suretiyle saldırmalarında alet olup, “bu apaçık bir iftiradır” (ifkun mubîn), “büyük bir bühtandır” (buhtânun azîm) (Nûr, 12, 16) diyemeyenler de sahabeden bazı kişilerdir. Fakat bütün bunlar bir bütün olarak sahabenin Allah katındaki değerini yok etmemektedir.
‘Sahabenin hataları’na takılıp kalırsak, ağaca bakmaktan ormanı göremeyiz. İşaret edilen hataları işleyenler sadece sahabe değildir. Sahabenin hataları bizim de hatalarımızdır. Bütün mesele, “sahabenin sevapları bizim de sevaplarımızdır” diyebilmektir.
Kur’an’da sahabe nesli hataları kadar sevaplarıyla da anılmaktadır. Allah onları, insanlığın hayrı için çıkarılmış en hayırlı ümmet ve marufu emreden, münkerden nehyeden bir nesil olarak tavsif etmiştir. (Âl-i İmran, 110). Hudeybiye’de Rasulullah’a biat eden sahabe, “Allah’ın eli onların elleri üzerindedir” (Fetih, 10); “O ağacın altında sana biat etmelerinden dolayı Allah o müminlerden razı olmuş, kalplerinde olanı bilmiş, onlara güven duygusu vermiş ve onları pek yakın bir fetihle müjdelemiştir” (Fetih. 18) ayetleriyle, bir kulun dünyada elde edeceği en büyük lütufla taltif edilmişlerdir.
Aynı surenin sonunda sahabe için ilahi iltifat daha da büyümüş, Rasulullah Muhammed’in (sav) yanında bulunan müminler (sahabe) kendi aralarında alabildiğine merhametli, kafirlere karşı sert ve tavizsiz; rükû ve secde eden, Allah’ın lütuf ve rızası peşinde koşan, yüzlerinde secde izi bulunan; ‘ekici’nin hoşuna giden, kendi ayakları üstünde dimdik duran ekin olarak tasvir edilmişlerdir. (Fetih, 29).
İşte Uhud savaşında Allah’ın yergisine maruz kalan, Cuma namazında Rasulullah’ı terk eden, ifk olayında münafıkların değirmenine su taşıyan, Rasulullah’ın fetih seferini gizli bir mektupla Mekke liderlerine bildirmek girişiminde bulunan sahabe ile Hudeybiye’de, ekin meselinde ve “en hayırlı ümmet” tanımlamasında tebcil edilen aynı sahabedir. Bu tablo bize şunu söylemektedir: Bazı hatalarına rağmen sahabenin imanı ağır basmaktadır. Sahabe Rasulullah’a itaatte kusur etmemiş, “Allah ve Rasulü en iyi bilir” demeyi, Rasulullah’a bir şey söyleyecekken “anam-babam sana feda olsun” diye başlamayı şeref bilmişlerdir.
Sahabe Rasulullah’ın sahabesiydi ve onları Rasulullah’ın, Kur’an’ı ahlak edinmiş olan dostluğu, sohbeti, yakınlığı sahabe yapıyordu. Yani sahabenin Kur’an nesli olması, Allah Rasulünün varlığıyla bire bir alakalıdır. Rasulullah’ın vefat etmesiyle birlikte sahabenin siyasî içerikli çekişmelere girdikleri, üçüncü Halifeden itibaren Darul İslam’ın çalkantılı günler geçirdiği, Cemel ve Sıffîn savaşlarında, Harre vakasında sahabenin sahabeyi kırdığı, İslam toplumunda bir daha kapanmayacak fitne ateşini tutuşturanların sahabeden bazı kimseler olduğu bir gerçektir. Hz. Osman zamanında Osman’ın kabilesi Ümeyye oğullarının, Ali zamanında bizatihi Muaviye’nin saltanat hırsının belirleyici olduğu kabul edilmelidir. Rasulullah’ın, ümmeti bir arada tutan çekim gücü Ebu Bekir ve Ömer zamanında da büyük oranda devam ettiği için bünyeye fitne girememişti. Rasulullah’ın olmadığı dönemde Muaviye gibi saltanat hırsı olanlar rol almış, topluma ve siyasete saltanat hırsı yön vermiştir.
Bugün de Müslümanların bir itaat mercileri olmadığı için adeta her köşe başında bir emirliğe rastlanmakta ve her fırka/cemaat İslam’ın kendi tekelinde olduğunu sanmaktadır. Böyle olunca tekfir silahı giyotin gibi işlemekte, hatta bazı İslami(!) gruplar yekdiğerinin malını, canını ve namusunu mubah görebilmektedirler. Müslümanları düşmanlarının maskarası, dostlarının yüz karası yapan bu durum üzerinden İslam ümmeti hakkında kanaatler belirtmek insaflı değildir.
Burada değinilmesi gereken önemli bir husus daha bulunmaktadır. Cîrane’de Rasulullah tarafından yüz deve ile “kalbi ısındırılan” Ebu Sufyan’la, Medine’ye sadece “Allah ve Rasulü ile dönen” Ensar, her ikisi de ‘şeklen’ (isim olarak) sahabe olmasına rağmen, gerçekte bu iki grup aynı kefeye konulamaz. ‘Sahabe’ olmak için Müslüman olarak bir kere olsun Rasulullah’ı görmüş olmak yeterli olamaz. Sahabe olmak için Rasulullah’la tam bir dost olmak, Allah’ı, Rasulünü ve müminleri veli edinmek, Rasulullah’ı kendi canından ve her şeyden aziz bilmek gerekir. Dolayısıyla şeklen ‘sahabe’ tanımına giren herkes üzerinden sahabe nesline ait genellemeler yapmak adil değildir.
Hiçbir İslamî şahıs ya da mezhebin sahabeye küfretmesine müsamaha gösterilemez. Söz konusu olan sahabe olunca, en asgarisinden “Onlar bir ümmetti, gelip geçtiler. Onların kazandıkları kendilerinin, sizin kazandıklarınız da sizindir. Siz onların yaptıklarından sorguya çekilmeyeceksiniz.” (Bakara, 134, 141) ilahi düsturuna uymak Müslüman edebindendir. Sahabenin hatalarını, Müslümanlar tarafından tekrarlanmaması amacıyla edep dahilinde eleştirmek ve doğrusunu göstermek ise sahabeye hakaret ve küfretmek değildir.
Sahabe neslini insaflı şekilde değerlendirmek ancak ifrattan ve tefritten kaçınmakla mümkün olabilir. Sahabe nesli tarihte bir kez yaşamış, bir daha yaşamayacak, eşsiz benzersiz bir nesil demek değildi. Son Nebinin bu aziz dostları, İslam davasının bu şerefli sahipleri kendilerinden sonra gelecek tüm Müslüman nesiller için güzel örnek olmaları hasebiyle Allah tarafından hayırla anılmışlar, adeta müminlere numune olarak sunulmuşlardır. Bütün müminler için en güzel örnek kuşkusuz Rasulullah (sav)’dir. Sahabe neslinin yeryüzünde tekrar tekrar neşvü nema bulmaması için hangi engel vardır?
Sahabe nesli Mekke’de ve Medine’de (Uhud gibi bazı olayları hariç tutarsak) Rasulullah’ı asla yalnız bırakmamışlar, düşmana teslim etmemişler, bilakis her zaman (Bedir savaşında Sa’d b. Ubade’nin dediği gibi) “Ey Allah’ın Rasulü, Allah’a yemin ederim ki eğer bize hayvanlarımızı denize sürmemizi emretsen hemen bunu yaparız!” teslimiyeti içinde olmuşlardır. Rasulullah hayatta iken ‘sahabe’ deyince akla gelen, bu teslimiyet ve itaat ahlakıydı.
Sahabe Rasulullah’a bağlılığı gibi İslam davasına da sonuna kadar sahip çıkmış, İslam’dan herhangi bir şekilde vaz geçmemişler, İslam’ı hiçbir şeye değişmemişlerdir.
Sahabe nesli dinin kaynağı değildir lakin adanmışlıkları, Allah’ı ve Rasulünü her şeyin üstünde tutmaları, Allah’a ve Rasulüne itaat etmeyi her şeyden değerli bilmeleri, Allah yolunda cihaddan asla imtina etmemeleri ve benzeri hususlar itibariyle güzel örneklerdir.
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *