Fıtrat-ı Beşer Din ile kaimdir

Fıtrat-ı Beşer Din ile kaimdir

Abdürreşid İbrahim, İslâmcı gazeteci-yazar ve seyyah olarak, Osmanlı son döneminde yaşamış önemli simalardan biridir. 23 Nisan 1857’de Sibirya’da doğmuş, aslen Buharalı bir Özbek aileden gelmektedir.

Yakup Döğer

Abdürreşid İbrahim, birçok yerde hocalık, imamlık ve kadılık yapmıştır. Avrupa’nın birçok ülkesini şehrini ve Rusya’yı gezmiş, seyahatlerde bulunmuştur. Gezdiği yerlerde Müslümanların ahvalini gözlemlemiş, Avrupa’nın ve Rusya’nın Müslümanlara nasıl baktığını çeşitli seyahat notları ve konferanslarıyla duyurmaya çalışmıştır.

1934’te ailesiyle birlikte Japonya’ya giderek oraya yerleşti ve ölümüne kadar İslâmiyet’in burada yayılması için çalıştı. Tokyo’da bir cami inşa ettirilmesine ön ayak oldu ve bu caminin imamlığını yaptı (1937). Japonya’da İslâm dininin resmen tanınmasını sağladı (1939). 17 Ağustos 1944 günü Tokyo’da vefat etti.

Abdürreşid İbrahim’in birçok telif ve tercüme eserleri mevcuttur. Bu eserlerden biride “ed-Dinü’l-fıtri”dir. İslam Dininin insan fıtratına en uygun din olduğunu anlatmaya çalıştığı eserinde, dikkat çekici izahlarda bulunmaktadır. Abdürreşid İbrahim’in ifadelerinde, İslam fıtrat dinidir, cismani ve ruhani saadet, ancak İslam’a teslim olmakla mümkün olur. (1) Gerek ferdin, gerekse içtimai hayatın saadeti, yaratılış gereği dine bağlıdır. İnsan cahil olsun, alim olsun, mutlaka tapacak ve yardım isteyecek bir varlık arar. Dinsizlik iddiasında bulunan komünistlerin “Karl Marks” gibi bir adama boyun eğip ibadet etmeleri işte bu yüzdendir.

Abdürreşid İbrahim’e göre, beşer hayatında içtimai düzenin dinsiz mümkün olmayacağını Avrupalılar, bilhassa İngilizler taktir emiştir. Hatta İngilizler dindarlıklarıyla iftihar etmektedir.

Abdürreşid İbrahim, kadim düşüncede olduğu gibi, İslam’ın beş esas üzerine bina edildiğini ifade eder. Bunların ilki Kelime-i Tevhid, “La ilahe İllallah”tır. (s.5)

İnsanların bir mabuda olan ihtiyaçları

İnsan yaratılıştan kabiliyetli ve temiz olmasına rağmen, beşeri hayatını sürdürebilmesi için, yaratılıştan gelen bu fıtri kabiliyetini geliştirmek, olgunlaştırmak için talim ve terbiyeye muhtaçtır. Hatta mecburdur. Bu sebepten, her ferdin mukaddes vazifesi, kendi vicdani ve şahsi hürriyetini muhafaza etmesiyle beraber, diğer insanları da kendisine hürmet ettirecek kadar haysiyete sahip olması gerekmektedir. Zira beşer hayatının idamesi, şahsi hürriyetin sağlanması ile mümkündür. (s.5)

Dikkat edilirse, dönemin bütün İslamcılarında olduğu gibi, Abdürreşid İbrahim’de de ‘hürriyet-i şahsiye’ öne çıkmaktadır. Müellif ‘hürriyet-i şahsiye’nin önemi için daha keskin sınırlar çizer. İnsanlık hayatında, içtimai düzenin sükûnetle devam etmesi ve kamusal düzenin emniyeti, şahsi hürriyetin sağlanması ile mümkündür. Ferdi hürriyetin ortadan kalkması, memnuniyetsizliklerin ve şikâyetlerin artmasına neden olur. İşte bu suretle etraflıca düşünüldüğünde, şahsi hürriyetin muhafazası için her ferdin, makul ve gayr-i mer-i bir mabud edinmesine ihtiyaç duyulur.

Hürriyetin esası Kelime-i Tevhid’dir

İnsan kendisini böyle bir mabuda bağlamazsa, şahsi hürriyetini hiçbir zaman muhafaza edemez. Zira böyle yapmazsa, makul olmayan şeylere veya kendisi gibi insanlara ibadet etmekten kendisini kurtaramaz. İşte şu maksada mebni İslamiyet’te hürriyetin esası “kelime-i tevhid”dir. Kelime-i Tevhid, Allah’tan başka ne olursa olsun; insan olsun, melik olsun, cin olsun, kesinlikle mabud ittihaz olunamaz demektir. (s.6) Hadisi şerifte: “Evvelen ve ahiren, insan ve cin içtima etseler bile, Allah’tan başka hiç kimse, hiç kimseye menfaat veya mazarrat temin edemez.” denmektedir.

Abdürreşid İbrahim, insanların Allah’a yönelmedikleri vakit, yollarını şaşıracağını, kendisi gibi insanlara da ibadet edebileceğini söyler. Kanaatimizce burası önemlidir. İnsanın kendi gibi insanları mabud edinmesi ve ibadette bulunması ne demektir? Kelime-i Tevhid, hürriyet-i beşer için bir esas metindir. İnsanın fıtratında olan faziletlerin kemal dereceye erişebilmesi için, Allah’tan başka mabuda kulluk etmemesi gerekmektedir.

Âdemoğlu fıtraten ibadete meyillidir

Âdemoğlu, fıtraten ibadete meyilli olduğundan dolayı, kendileri gibi birçok insanlara hatta hayvanlara varıncaya kadar tazimde bulunduğu, Allah dışında tazimde bulunduklarını Rububiyet derecesine kadar çıkardıkları tarihen sabittir. Müellifin işaret ettiği hakikatlerin bugünde mevcudiyeti gözlerimizin önündedir. Her ideolojinin ideoloğu, her beşeri sistemin mucidi, Allah’tan başka her yasa koyucu, Allah’ın hudutlarını çiğneyen her insan, ölümlü birer ilah derecesine çıkarılmıştır.

Allah’ın haram helal sınırlarını tanımayan günümüz siyasetçileri, ideoloji sahipleri, modern bilimin temsilcileri, aydın entelektüel sınıf, ahaliye ayar vermek adına her türlü tasarrufta bulunmakta, insanların kendilerine tapıp ibadet etmelerini sağlamak için çaba sarf etmektedir. Cari düzen, Allah’ın kullarını, sultanın kulları yapmak için azami gayret göstermektedir.

Abdürreşid İbrahim bu husus üzerinde örneklerde verir. Ulûhiyet konusundan Meryem oğlu İsa, Hıristiyanlar tarafından Allah’a ortak koşulmuştur. Hinduların bir hayvana ibadet etmekte olduklarından şüphe yoktur. Daha sonraları, selatin, kral, imparator, çar namlarıyla büyüttükleri adamları da, Rububiyet derecelerine kadar yükselttikleri herkesin malumudur. (s.7)

Bir zamanlar Rablık makamında olanlar…

Müellif garip olan bir hususu da dikkat çeker. Toplumun bir vakitler Rablık makamına kadar yükselttikleri insanları, bir zaman sonra aşağıladıklarını ve çıkardıkları yerden indirdiklerini ifade eder. Bu kez de öncekilerin yerine çıkardıkları yeni ölümlü ilahlar tarafından aşağılanmış, hor ve hakir kılınmışlardır. Bunun böyle olduğunu yirminci asır medeniyeti pek açık göstermiştir. Türkiye, Rusya, Almanya ve diğer memleketlerdeki hükümdarların sükutu, bu manzarayı bariz surette göstermiştir. (s.7) Almanlar en medeni bir millet oldukları halde, otuz beş-kırk sene ibadet ettikleri kayserlerini, bir gün bile mühlet vermeyerek zillet ve garabete mahkûm etmiştir.

Abdürreşid İbrahim, ibadet edilecek mabudun nasıl olması gerektiğini de izaha çalışır. Müslim gayrimüslim kim olursa olsun, basiret gözüyle bakarak, insaf ile muhakeme ederse, mabudun insanüstü ve beşer aklına uygun, görünmez bir varlık olması gerektiğini ifade eder. Bu fikrine Kur’an’dan deliller getirir.

Allah’ı bırakıp hahamlarını rahiplerini Rab edinenler

Kur’an’ı Kerim’de, “Gözler O’nu idrak edemez; O ise bütün gözleri idrak eder. O, latif olandır, haberdar olandır.” (En’am 103) buyurulmaktadır. Bunun gibi birçok ayeti kerime de bu manaya işaret etmektedir. Kur’an, hahamların papazların ve Meryem oğlu İsa’nın Allah’a ortak koşulmasını yasaklıyor. “Onlar, Allah’ı bırakıp bilginlerini ve rahiplerini rablar (ilahlar) edindiler ve Meryem oğlu Mesih’i de. Oysa onlar, tek olan bir İlah’a ibadet etmekten başka bir şeyle emrolunmadılar. O’ndan başka ilah yoktur. O, bunların şirk koştukları şeylerden yücedir.” Manası budur.

Modern dönemde Rab edinilen parlamenterler

Elmalılı Hamdi Yazır’ın bu ayete getirdiği olağanüstü yorumlardan biri de, modern dönemde, papazların hahamların yerini parlamenterler almıştır. Eski dönemlerde hahamları ve rahipleri kendisine rab edinip, onlara ibadet eden insanlar, modern dönemde parlamenterleri mabud edinip, ibadet etmeye başlamıştır. İnsan başkasının şerefini büyüttükçe, kendi şerefi ve insaniyeti aşağı düşer. Bu da hürriyet nimetinden mahrumiyete sebep olur.

Abdürreşid İbrahim ifadelerinde kula kulluğa dikkat çekmekte, insanların hemcinslerini rab edinmemeleri, mabud olarak tanımamaları gerektiğine işaret etmektedir. İnsanların birbirlerini rab ve mabud olarak tanımalarının tarihen nasıl olumsuz sonuçlar ortaya çıkardığı bilindiği gibi, günümüzde de bütün insanlık bu acı tecrübeyi tekrar etmektedir.

Allah’ın insanlar üzerindeki hakkı

Müellif, Resulullah (sav) ile Muaz B. Cebel arasında geçen bir diyaloğu da nakleder.  Hz. Peygamber, Muaz Bin Cebel’i Yemen’e göndereceği zaman, “Ey Muaz! Allah’ın kulları üzerindeki hakkını ve kulların Allah üzerindeki hakkını bilir misin?” diye sordu. Ben, “Allah ve Resulü daha iyi bilir.” dedim. Bunun üzerine Hz. Peygamber şöyle buyurdu: “Allah’ın kulları üzerindeki hakkı, Allah’a kulluk/ibadet etmeleri ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmamalarıdır. Kulların Allah üzerindeki hakkı ise kendisine ortak koşmayan kimselere azap etmemesidir. “Hiç şüphesiz, Allah, kendisine şirk koşanları bağışlamaz. Bunun dışında kalanlar ise, (onlardan) dilediğini bağışlar. Kim Allah’a şirk koşarsa elbette o uzak bir sapıklıkla sapmıştır.”(Nisa 116. ayet) nazmı celili dahi bunu teyid eder. (s.8)

Hürriyetin saadet olduğuna dair tartışmanın lüzumu dahi yoktur. Kendi kalbinde serbest olan biri ne kadar muhtaç olursa olsun, vicdanı rahat ve mesuttur. Dünya ve ahiret saadeti serbestlik ile taktir olunur. La ilahe illallah kelimesi, insanlara saadet yurdunun teminini sağlayacak bir esas metindir ve bu kelime bu saadeti temin edecek yegâne kelimedir. “La ilahe illallah” demiş bir adam, hiç bir kuvvet ile dergâhı izzette tard olunamaz. (s.8)

Abdürreşid İbrahim, risalesinde beş esasın diğerlerini de izah eder.

(1) Abdürreşid İbrahim, ed-Dinü’l-fıtri, İstanbul, Necm-i İstikbal Matbaası, 1340

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *