Toplum Mühendisliğinin Zirve Metinleri: Anayasalar

Toplum Mühendisliğinin Zirve Metinleri: Anayasalar

Sözlü kültür çağında yaşamadığımız için, bugün ne sözlü kültürden ne de sözlü kültür insanının varlığından söz edebiliriz. Dolayısıyla sözlü kültürün anayasası olan anayasasızlığı bugünün gerçekliğine uyarlamak da zaten mümkün olmaz. O dönemden ders alınabilir mi? En temel sorun da bu zaten; ders ve ibret alamamak.

Anayasa ve Anayasacılık Üzerine Analitik Bir Çözümleme

Mehmet Yaşar Soyalan / Yetkin Düşünce

Giriş: Aydınlanma Öncesi Toplumlarda Toplumsal Mutabakat

Modern dönemlere kadar toplumlar –imparatoryal dönemler dâhil- “asabiye” diyebileceğimiz bir aile veya aşiret/kabile merkezli bir yönetim tarzına sahiptiler. Bu merkeziliğe rağmen toplum/halk ile yönetim arasında adı konulmamış/yazıya geçirilmemiş, ancak sınırları ve muhtevası taraflarca bilinen bir mutabakat / sözleşme mevcuttu. “Örf” ve “gelenek” olarak da kabul edilen bu mutabakat, her toplumun ve coğrafyanın kültürü ve gerçekleri çerçevesinde şekillenirdi ve bu mutabakat içinde pek çok değişken barındırsa, tanımlanmış bir çerçevesi bulunmasa da etkili ve dinamik bir yapıya/ özelliğe sahipti.

Bu dinamizmin, en temel muharriki ve belirleyicisi güçtü ve bu güç genellikle “asabiye”ye karşılık gelirdi. Aynı şekilde “asabiye”nin bir gereği olarak devlet tebaa ilişkisi şu üç temel ayak üzerine bina edilirdi; bunlar: güvenlik, iktisat ve siyasetti. Bu üç konu, toplumun yönetimi (yönetici aileyi) meşru görmesinin ve onu kabullenmesinin asgari şartlarıydı. Bu talepler karşılanabildiği müddetçe yönetici erk ile toplum arasında önemli bir sorun yaşanmazdı. Böylece hem yönetimler/devletler hem de toplumlar varlıklarını devam ettirebilirlerdi. Bunun tek istisnası kendilerinden daha güçlü ve daha organize bir ailenin, aşiretin/ kabilenin veya bir dış gücün/devletin saldırısı /işgali ile karşı karşıya kalmaktı; böyle bir durumda yönetim el değiştirirdi. Yönetici ailenin veya aşiretin el değiştirmesi toplumu çok fazla etkilemezdi, mutabakat için gerekli asgari gerekler yerine getirildiği sürece kurulu düzen bir şekilde devam ederdi. Ancak bir dış gücün işgali, -işgalcinin kimliği önemli olsa da- bu mutabakatı ortadan kaldırırdı. Çünkü bir yabancının boyunduruğu altına girmek, başta “örf” ve “gelenek” uyuşmazlığı olmak üzere pek çok neden dolayısıyla ortak bir noktada buluşmayı neredeyse imkânsız kılardı ve kolay kolay yeni bir mutabakat oluşmaz, dolayısıyla toplum ile yeni yönetim arasında krizler eksik olmazdı. Yeni bir “mutabakat” sancılı süreçlerden sonra genellikle de zoraki bir şekilde ve tek taraflı olarak gerçekleşirdi.

15.yy öncesi toplumları bir yabancı güç/devlet tarafından işgal edilmemişse toplum ve yönetici erk arasında daima örfe dayalı adı konulmamış bir mutabakat bulunurdu. Dediğimiz gibi bu mutabakat güvenlik, iktisat ve siyaset üzerine oturmaktaydı. Çünkü bu konular toplum ve devlet binasının köşe taşlarını oluşturuyor ve hayat bunların üzerinde dönüyordu. Bu köşe taşlarından birinin yokluğu diğerini de işlevsiz hale getirirdi, birinin varlığı diğerinin varlığına bağlıydı; iç içe girmiş ve birbirini besleyen bir konuma sahiptiler. Zaten bunların gerçekleşmediği durumlarda kalıcı bir yönetimin/ devletin oluşması da mümkün olmazdı. Çünkü Toplum ancak bunlar üzerinde ayakta durabilir, varlığını bunlarla devam ettirebilirdi; can ve mal güvenliğinin sağlanması, maddi ve manevi temel ihtiyaçların karşılanması, bu ihtiyaçların karşılanmasını sağlayacak bir ortamın olması, göreceli de olsa adaletin tecelli etmesi bir toplum olmanın en temel asgari müştereğini oluştururdu. Yönetim bunları karşıladığında/ sağladığında devlet ayakta durur, toplum da devletine karşı sorumluluklarını (vergi vermek, asker olmak gibi) bihakkın yerine getirirdi.

Tüm bunlar yazıya geçirilmemiş mutabakatın bir gereğiydi ve bunlar yerine getirildiği müddetçe yönetici ailenin/ aşiretin üstünlüğü/ ayrıcalığı kabul edilir, bu durum yönetilenler için bir sorun teşkil etmezdi.

Geçmiş on bin yıllara dayalı bu yönetim biçimi, Aydınlanmacı düşüncenin ve onun oluşturduğu hayat tarzının bir yansıması olarak değişmeye başladı ve yeni güç odaklarının oluşmasıyla birlikte, klasik asabiye devre dışı kalarak, merkezinde yazılı sözleşmelerin olduğu yeni bir asabiye şekli ve yönetim biçimi ortaya çıktı.

Avrupa’da Anayasacılık Düşüncesinin Ortaya Çıkışı ve Burjuvazik Devrimler

Öyle ki 15.yy’dan itibaren Aydınlanma düşüncesinin varlık, evren, bilgi ve insan tasavvurunun bir tezahürü olarak, Avrupa merkezli devletlerin deniz aşırı ticaretleri, sıradan bir ticaret olmanın ötesine geçerek askeri bir harekete, yani, kolonyalist ve sömürgeci bir yapıya, Aydınlanmacı bir haçlı seferine dönüştü. Bu seferler sayesinde Asya, Afrika ve Amerika kıtasındaki pek çok bölge bu devletler tarafından işgal edilip sömürgeleştirildi. Sömürgeleştirilmelerdeki aslan payı da, bu seferlerin organizatörleri ve finansörleri olan tüccarlara düştü. Tüccar sınıfının, zenginleşmesi ile orantılı olarak, devlet ve toplum içindeki etkileri de arttı ve seçkinler ve halk/self arasında yeni bir sınıf olarak siyasetin merkezinde yer almaya başladılar. “Burjuva” olarak adlandırılan bu tüccar sınıfı, kendi çıkarlarını korumak, iktidar içindeki paylarını arttırmak için siyasi ve sosyal yapılanmalar içine girdiler; ideallerine katkı sunacak her türlü fikir ve harekete destek oldular. “Anayasacılık” düşüncesinin ortaya çıkmasında da bu tüccar sınıfının önemli etkisi oldu ve bu etkinin bir yansıması olarak çok kısa denilebilecek bir zaman dilimi içerisinde baskın bir anlayışa dönüştü. İlk meyvelerini de 17.yy da vermeye başladı; ABD ve Fransa da ortaya çıkan toplumsal hareketlerle ve kurulan yeni yönetimlerle “Anayasacılık” fiilen ete kemiğe büründü. Bu nedenle olsa gerek hem Fransız İhtilali hem de ABD’de kurulan yeni yönetim “Burjuvazik Devrimler” olarak isimlendirildi.

Elbette bu durum her şeyden önce Aydınlanma düşüncesinin bir tezahürü hatta onun gerçek bir zaferiydi, çünkü bu yeni düşünce ve arayışların arkasındaki temel motivasyon “yeni düzen, yeni insan” mottosuydu. İşte bu anlayışın bir sonucu olarak yeni egemen bir sınıf olarak “Burjuvazı” ortaya çıkmış, insan da “homo economicus”a dönüşmüştü. Bu anlamda tüccarlar/ Burjuvazi Aydınlanma düşüncesinin bir koçbaşı olarak yeni Avrupa’nın oluşmasında temel rol üstlenmişti. İnsanlık tarihine, “tarih yapıcı” bir güç olarak damgasını vuran Burjuva sınıfı, sadece Batının karanlık ortaçağını sona erdirmedi, kadim dünyanın devlet tasavvurunu, birey- toplum, toplum- devlet ilişkilerini de önemli ölçüde sakatladı ve Doğuyu hiç bilmediği ve tecrübe etmediği bir sınıf/iktidar çatışmasının içine sürükledi.

Öyle ki Bilimsel bilginin kendisini “en yüce dogma” olarak kabul ettirmesi ve Burjuva sınıfının yeni bir otorite/güç olarak ortaya çıkması ile birlikte, özellikle de ekonomik ve siyasi işleyiş açısından tarihin seyri değişmiş, dünya, yeni bir dünya olarak yeniden kurulmuştu. Sonrasında sosyal, siyasal, dini ve kültürel hayat buna göre yeniden dizayn edilmişti. Çünkü Batıdaki tüm siyasi ve ekonomik gelişmelerin, yeni fikirlerin, yeni oluşumların arkasında hep burjuvazi ve onun denizaşırı sömürüden elde ettiği zenginlik vardı. Aydınlanma düşüncesinin inşa ettiği “yeni insan”ın, yani Aydınlanma insanın kontrolündeki bu zenginlik farklı olan her şeyi ortadan kaldırdı; böylece devlet kadim bileşenlerini ve kültürünü kaybederek sömürgeci bir yapıya evirildi. Sömürgecilik; işgal ettiği coğrafyalarda taş üstünde taş bırakmadan ve o bölgelere bir çivi dahi çakmadan, yeraltı, yerüstü ve insan kaynaklarını Avrupa’ya aktarmanın adıydı.

Böylece Avrupa alabildiğine zenginleşmiş ve bu zenginliğin dağıtımı ve dağılımı sonucu iktidarın yeni bileşenleri olarak yeni güç odakları ortaya çıkmıştı. Bu odakların çıkarlarını koruyabilmek için “yeni devlet”in nasıl olacağı ve nasıl işleyeceği konusunda yeni bir anlayışa, yeni bir sözleşmeye ihtiyaç vardı. Çünkü devlet alabildiğine güçlenmiş ve zenginleşmişti, üstelik klasik dönem toplumsal sözleşmeleri de devre dışı bırakılmıştı. İktidarı denetleyecek herhangi bir güç odağı, bir toplumsal kesim, bir meslek grubu, yapı ve mekanizma da kalmamıştı, ancak devlet aynı devlet, iktidar aynı iktidardı. Dolayısıyla oluşan bu güç ve zenginlik sadece kralın ve yönetici elitin kullanımına ve kararlarına bırakılamayacağı gibi, bu zenginliğin aracıları ve taşıyıcıları, hatta gerçek sahipleri olan burjuva sınıfının kaderi de klasik yönetici erkinin insafına terkedilemezdi. Bu nedenle yeni güç odaklarını, yeni sınıfları iktidarın şerrinden koruyacak, hatta onları iktidara taşıyacak yeni bir “toplumsal sözleşmeye” ihtiyaç vardı; çözüm olarak da “Anayacalık” fikri ortaya atıldı.

Ortaya çıkan toplumsal çalkantılar, nümayişler, hatta isyan hareketleri sonrasında krallar iktidarlarını/ yetkilerini bu güç odaklarıyla/ burjuvaziyle paylaşmayı kabul etmek durumunda kaldılar. Anayasalar bu paylaşımın nasıl olacağını ve nasıl işleyeceğini belirleyen metinlerdi. Bu metinler sokağın ve kaosun itici gücüyle toplumun şahitliğine sunularak “anayasa” halini aldılar. Aslında tüm bu işler olurken Kara Avrupası’nın halkı “aç öküz fırın yıkar” sözündeki gibi bir rol üstlendi. Anayasa veya seçimlerle bir işi yoktu, ekmek derdindeydi ama fırını yıktığıyla kalmış pastadaki payı pek değişmemişti. Halk fırını yıkmış meydan Burjuvaya kalmış, yönetici sınıf da Burjuva ile anlaşarak paylaşım/ anayasa metni ve yeni devlet alenileşmişti/ resmileşmişti.

Sonrasında bu durum tüm dünya için rol model oldu. Yüz yıl içerisinde anayasasız bir devlet kalmadı; ancak anayasalar, anayasalardaki süslü ve derin anlamlı cümleler, maddeler ne Avrupa’da ne de dünya genelinde halkların refah seviyelerinin yükselmesini, yaşam koşullarının iyileşmesini, adalet taleplerinin karşılanmasını sağlamadı. Aksine onlar, çiftliklerin, maden ocaklarının ve fabrikaların ağır koşullarında kıt-kanaat yaşamaya devam ettiler. Yaşanan iki büyük savaşa rağmen Avrupa’da bile pastadan bunların payına fazla bir şey düşmedi; Burjuva ve yönetici elit ülke nüfuslarının en fazla yüzde yirmisini oluşturmalarına rağmen ülkelerin milli hasılalarının yüzde seksenini almaya devam ettiler, ki hala da öyledir. Nüfusun yüzde seksenini oluşturan halk kesimi ise kendisine layık görülenle idare etmek durumunda kaldılar. Asya ve Afrika’daki muadillerine bakarak hallerine şükrettiler ve devleti yeni sahipleri ile baş başa bıraktılar ve bu yeni asabiyede, eski asabiyedeki asgari şartlara ulaştıkları zannıyla mutlu oldular. Ya Avrupa dışındaki halklar; onlar, Avrupalı muadillerinin Avrupa’daki fırınları yıkmaması için kanlarını ve canlarını Avrupa’ya göndermeye devam ediyorlar.

Magna Carta Efsanesi ve İlk Toplumsal Mutabakat Örnekleri

Anayasacılık ve Anayasa tartışmaları modern Avrupa siyasi tarihinin önemli bir parçası olmasına rağmen Britanya /Birleşik Krallık hem bu tarihi arka planda pek görünür olmadı, dolayısıyla anayasa tartışmaları içerisinde fazla yer almadı hem de Krallık için bir anayasa yapma gereği duymadılar. Britanya’nın hala bir yazılı anayasası bulunmuyor; ancak 1215 tarihli Magna Carta, yani Kral John’un fermanının, Britanyalı olmayan bazı anayasacılar tarafından, Birleşik Krallığın anayasası olarak takdim edilmesi, hatta bu fermanın, anayasa çalışmalarının başlangıcı olduğu iddiası, eğer bir efsane, bir tarih icadı için dile getirilmiyor ise bu çabaları Britanya’yı bir şekilde bu tartışmaların içine çekme gayreti olarak görmek gerekir. Zaten bakıldığında, Anayasacılığın vatanının Fransa, teorisyenlerinin Fransız entelektüeller, ilk uygulandığı yerin ise Fransa olduğu görülecektir.[1]

Ancak, bu anayasacılık tartışmalarının işaret ettiği başka bir şey daha var; Batı’nın, dünyayı Batı’dan ibaret olarak gördüğüdür. Çünkü çok daha eski dönemlerde Asya’da, Mısır’da Mezopotamya’da pek çok kralın Magna Carta benzeri fermanlarının olduğunun bilinmesine yani kadim dünyada toplum sözleşmesi olarak kabul edilebilecek pek çok hukuki metinin bulunmasına rağmen bunlar bilinçli olarak görmezden gelinmiştir. Sonunda bu örtme ve kibir hali Batılıların, Batı tecrübesini, insanlığın yegâne tecrübesi olarak görmelerine neden oluyor ve Yeni Dünyayı da bu algı üzerine inşa ediyorlar. Hâlbuki başta İslam ve Yahudilik olmak üzere pek çok, toplum, kültür ve siyasi tecrübede bu fermana benzer, hatta daha detaylı ve kapsayıcı metinlerin varlığı Batılı entelektüel ve siyasetçilerin de bildiği bir gerçekliktir. Ancak onların nezdinde dünya Batıdan ibaret olduğu için bu tecrübe ve metinlerin bir kıymeti ve karşılığı bulunmamaktadır. Özellikle Kur’an’daki hukuki düzenlemeler, Medine Vesikaları, Veda Hutbesi çok daha kapsayıcı hukuki metinler hatta toplumsal sözleşmelerdir. Çünkü muhatapları (Müslüman halk ve yöneticiler) bu metinleri/ ifadeleri, hem devleti/ yönetimi hem de bireyi bağlayan hukuki metinler olarak kabul ediyorlardı. Ancak hiçbir Müslüman veya hiçbir Müslüman hukukçu bu metinleri, özellikle de Kur’an’ı, anayasacılığın bir “zorunluluk” olarak kabul gördüğü modern dönemlere kadar bir anayasa metni olarak görmemiş ve konuyu böyle ifade etme gereği de duymamıştır.

Ancak Anayasacılığın moda ve siyasi bir “zorunluluk” haline gelmesinden sonra Müslüman coğrafyada da biraz tepkiselliğin, biraz aşağılık kompleksinin yansıması olarak; “Bizim anayasamız Kur’an’dır”, “ilk Anayasa Medine Vesikasıdır”, “ilk toplumsal sözleşme Veda Hutbesidir” gibi ifadelerle karşılaşıyor olmamız, entelektüel ve siyasi bir söylem/argüman olmasının ötesinde savunmacı bir yaklaşım ve psikolojik bir durumdur.

Bu anayasacılık tutkusu elbette Müslüman coğrafya ile sınırlı değildir, tespit edebildiğimiz kadarıyla Birleşik Krallık[2] dışında neredeyse yazılı anayasası (anayasa olarak kabul edilen yazılı bir metni) olmayan hiçbir devlet yok gibidir. Peki, devletler açısından anayasaların bu kadar önemli addedilmesini, hatta sembolik düzeydeki devletlerin bile bir anayasaya sahip olmasını nasıl açıklayacağız? Örneğin “Kara Avrupa’sındaki ülkelerde olduğu gibi tüm ülkelerde de burjuva sınıfı bulunmaktadır, dolayısıyla onların hak ve hukukunu korumak için iktidarın/yönetim erkinin yetkilerini sınırlandırmak gerekiyor”, veya “modern dünyadaki tüm halkların/ toplumların böyle bir talebi var” onların talebini gerçekleştirmek ve onları iktidara karşı korumak için bu tür metinlere ihtiyaç var”, veyahut “modern dünyada devlet olmanın kuralı budur; anayasa bir zorunluluktur” gibi savlarla mı açıklayacağız. Yoksa sebep daha başka mıdır?

Post Modern Süreçte Anayasa ve Anayasacılık veya Toplumları Batılılaştırmanın Aracı Olarak Anayasalar

Dünya geneline baktığımızda Batılı ülkeler dışında, Batılı anlamda bir Burjuva/ tüccarlar sınıfı olmadığı gibi, sınıflar arası bir çatışma da yok. Çünkü Batı dışındaki devletlerde yöneten ve yönetilenler dışında toplumsal bir gruptan söz edilemez. Bu devletlerin kahır ekseriyetinde bütün şubeleriyle iktisat (sanayi, ticaret) yönetici erkin kontrolündedir. Öyle ki, bir anayasaya sahip olan Körfez krallıklarından, Komünist rejimlere, Afrika’daki kabile devletlerinden Okyanusya’daki köy ölçeğindeki ada devletlerine kadar hangisinde durum farklıdır. Bildiğimiz kadarıyla BM üyeliği için anayasalı olma zorunluluğu da bulunmuyor. Ayrıca bu iki yüz yıllık süreç göstermiştir ki Anayasalar toplumu/ halkı iktidarın zulmünden korumuyor ve iktidarın yetkilerinde halkı korumaya yönelik bir kısıtlama da bulunmuyor. Bazılarında göstermelik bazı olumlu ifadeler geçse bile birkaç satır sonra istisna maddeleriyle o ifadeler işlevsiz hale getiriliyor.

Ancak gördüğüm başka bir şey daha var, o da şudur; mevcut devletlerin hemen hemen hepsinin, birkaç sömürgeci Avrupa ülkesinin yönetimleri altında olduğu bu coğrafyalarda kurulmuş olduğudur. Ve bu sömürgecilerin o coğrafyalardan, onlarca (yüzü aşkın) küçük, küçük devletçikler (neredeyse her kabileye bir devlet) kurarak/ kurdurarak ve ellerine de “bu da sizin anayasanız” diyerek, aslında onların ellerinden sömürgeci devletin oradaki çıkarlarını koruyacak taahhütnameler alarak çekildikleridir. Hem insan kaynağı anlamında hem de kurumlar düzeyinde tüm devlet sistemini de onlar inşa ettiler. Bu anayasalar, kurulan bu yapıların ve inşa edilen Batıcı kültürün devam etmesini sağlayacak düzenlemelerdir. Yani bu devletçiklerin hemen hemen tamamının anayasaları, bu sömürgeci devletlerin bölgeden çekilmesi sürecinde, onların gözetiminde hazırlanmıştır; elbette hiçbir zaman gerçek bir çekilme olmamıştır, sadece görüntüde bir çekilme söz konusudur. Post modern sömürgecilik dönemine geçildiği için bu dönemin gereği yapılmıştır. Bu durum Afrika’da ve Müslüman coğrafyada kurulan/ kurdurulan ülkelerin neredeyse hepsinde birebir yaşanmıştır. Ama bu post modern durumun en trajikomik örneği Lübnan’dır ve ülkenin bir türlü barış ve istikrara kavuşamamasının en temel nedeni de Lübnan Anayasasıdır. Hâlâ belirleyici güç konumunda olan sömürgeci irade nedeniyle Lübnan’da bölge ve toplum gerçekliğine uygun bir anayasa değişikliği mümkün olamamaktadır.

Aslında sömürgeciler çekilmiş gibi yaparak, buraları daha az bir maliyetle bu anayasalar ve vekilharçları eliyle yönetmeye devam etmektedirler. Yani bu anayasalar, o toplumların özgürlüklerini simgelemekten çok, toplum ve yönetimlerin zapturapt altına alındıklarının ve sömürgeciliğin post modern yöntemlerle devam ettirildiğinin en belirgin göstergeleridir. Yine zaman zaman bu devletlerin ileri gelenlerinden duyduğumuz “anayasa” vurgulu açıklamalar/söylemler, eğer “görev aşkından” veya “sadakatlerinden” kaynaklanmıyorsa konu daha çok psikolojiktir: Batıya öykünme ve bir kimliksizlik, kendine yabancılaşma, yani düşmanına/ efendiye dönüşme, öteki ile aynileşme, yani Batılılaşma sorunudur. Sömürgecilerin çekilmesi sonrası oluşan devletler ile Osmanlı coğrafyasında kurulan devletlerin ortak sorunu tam anlamıyla budur. S. Sayyid, Fundemantalizm Korkusu isimli kitabında bu durumu “Kemalizm” olarak tanımlıyor ve onun “Laiklik”, “Milliyetçilik”, “Modernleşme” ve “Batılılaşma” üzerine oturduğunu söylüyor. Sayyid, Birinci Dünya savaşı sonrasında Müslüman coğrafyada kurulan devletlerin neredeyse tamamının Laiklik, Milliyetçilik, Modernleşme ve Batılılaşma temelinde kurulduklarını iddia ediyor. Sayyid, bu ülkelerin yönetici erklerinin bu umdeleri, devletlerini güçlendirecek imkânlar olarak değil, yeni bir devlet ve yeni toplum inşa etmenin araçları olarak gördüklerini, dolayısıyla bu umdeler onların nazarında, bireyin, toplumun ve devletin; müziğinden, giyim kuşamına, günlük hayatındaki örf ve adetlerinden, din anlayışlarına, eğitiminden yargısına (hatta bireyin özel hayatını bile) kadar her şeyiyle Batılılaşabilmesinin olmazsa olmazıdırlar ve temel hedefleri Batılılaşmış bir toplum ve devlet kurabilmektir, diyor[3]. Ancak ben, bu dayatma ve yönlendirmelerle sadece Müslüman coğrafyadaki toplum ve devletlerin değil, sömürgeleştirilen coğrafyalardaki tüm toplum ve devletlerin karşı karşıya kaldığı kanaatindeyim. Öyle ki bu ülkelerin eğitim ve yargı sistemleri ve devletlerin diğer uygulamaları bu konuda net bir fikir verse de anayasa metinleri bu durumu bütün çıplaklığı ile gözler önüne sermektedir.

Batı dışındaki coğrafyalarda anayasaların işaret ettiği birinci gerçeklik bu. Ancak bu coğrafyalardaki anayasalar bir gerçekliğe daha işaret etmektedirler; o da bu coğrafyadaki pek çok devlet ve yönetici erkinin toplumunu zapturapt altında tutmanın, küçük bir yönetici azınlığın iktidarını sürekli hale getirmenin ve kurulu düzeni devam ettirmenin bir aracı olarak gördükleridir. Hatta anayasalarına “değiştirilemez” maddeler koyarak onu dogmatik hale getirdikleridir.

Ancak Tunus, Türkiye ve Pakistan örneklerinde olduğu gibi bazı ülkelerde anayasalar manivela olarak kullanılarak muhalefet, iktidar, siyasi kurumlar veya sivil toplum kuruluşları etkisiz hale getiriliyor. Hatta doğrudan darbenin bir aparatı olarak kullanılıyor ki, Tunus Cumhurbaşkanı anayasanın bazı maddelerini bağlamından kopararak ve kelime oyunlarına başvurarak hükümeti görevden alıp Meclisi lağvedebiliyor. Toplum, devlet ve tüm siyasi yapılar arasında tutkal/ çimento olması gereken anayasalar birilerinin elinde buldozere dönüştürülerek devleti iktidarı ve muhalefetiyle birlikte devleti ortadan kaldırabiliyor. Tabi bu durama gelinmesinde Tunus’un sömürge artığı bir devlet olduğunu unutmamak gerekir ki bu durumdan başta seksen yıl ülkeyi sömüren Fransa olmak üzere tüm Batılı ülkeler bu darbeyi ya doğrudan ya da dolaylı olarak desteklediler.

Anayasalarla Toplumsal Mutabakat Ne Kadar Mümkün?

Peki, toplumun tüm katmanlarıyla anlaşarak/ uzlaşarak, her kesimin üzerinde mutabık kaldığı bir anayasa yapmak, bunu tüm toplumun katılım ve onayıyla yazılı bir metin haline getirmek mümkün müdür? Yani anayasalarla toplumsal mutabakat gerçekleşebilir mi? Anayasacılık tarihine baktığımızda bunun bugüne kadar gerçekleşmediğini/ gerçekleştirilemediğini görüyoruz. İki yüz yıllık anayasacılık tarihinde anayasalar ya savaş sonralarında, galip ve ya mağlup olarak savaş süreçlerinin duygusallığıyla, ya kaos ve kargaşa süreçlerinde, bu ortamlarının kırılganlığı içerisinde ya da darbeciler veya sömürgeciler eliyle baskı ortamlarında gerçekleştirilmişlerdir. Sömürgecilikten nemalanan ve büyük güçlerce “steril alanlar” olarak tasarlanan veya görülen, ortalama bir şehir nüfusuna sahip bazı devletçikler için pek çok güzellemeler yapıldığı herkesin malumudur. Bu devletçikleri devlet ve ülke kategorisinde görmemek gerekir; ki bu devletçiklerde bile anayasalar toplumun bütün kesimlerini kapsamamakta, tam bir mutabakat mümkün olmamaktadır.

Dolayısıyla toplumun azımsanmayacak bir kesimi hem anayasa yapım sürecinde dışarıda bırakılmış hem de talepleri anayasa metinlerinin muhtevasında yer almamıştır. İster halkoyuna sunulsun, isterse temsilcileri eliyle oylansın, hem referandumlara katılım oranları hem de oylama yüzdeleri genellikle yüzde elli sınırlarında kalmıştır. Zaten demokrasiler de çoğunluğun azınlığa tahakküm ettiği rejimler değil midir?[4]

Anayasalarda toplum mutabakatının sağlanamamasının en temel sebeplerinden birisi Aydınlanma ile ortaya çıkan ulusalcı anlayışın ortaya çıkardığı kutuplaştırıcılık ile modernleşme ve Batılılaşmanın ortaya çıkardığı sorunlardır. Çünkü bu anlayışlar, örfü önemsemedikleri gibi yerelliği de yok saydıkları için gerçek bir mutabakat hiçbir zaman gerçekleşememektedir. Zaman zaman toplumun önemli bir kesiminin pek çok sebebe istinaden sükûtuyla geçiştirdiği durumlar “onay” gibi algılanmış olsa da daha sonrasında acı tecrübelerle bu “sükut”un “onay” anlamına, gelmediği, yani “sükutun ikrar” olmadığı, hatta pek çok “sükut”un o dönemin şartları gereği “cahile verilecek en etkili cevap sükuttur” şeklinde anlaşılması gerektiği daha sonraları ortaya çıkmıştır.

Oysa anayasalarda veya mutabakat arayışlarında merkeze alınması gereken şey hakkaniyet ve adalet konusudur ve bunlar da ancak örf ve yerel değerler korunarak mümkün olur. Bir de herkesin bildiği gibi hayat dinamiktir ve sürekli değişkenlik içindedir, tıpkı ihtiyaçlar gibi değişerek varlığını devam ettirir. Oysa anayasalar dinamik değil doğaları gereği durağan metinlerdir, hayat ile uyum sağlamaları için sık sık değişime uğramak durumunda kalırlar. Durağanlıkları bozulduğunda yapıları da değişir. Yapıları değiştirildiğinde ise kurucu metin olma durumları ortadan kalkar ve toplumsal mutabakat zedelenir. Hayatın dinamizmi yeni ihtiyaçları ve yeni güç odaklarını ve güç dengelerini ortaya çıkaracağından her değişiklik beraberinde yeni bir kazananı ve kaybedeni de ortaya çıkaracaktır. Kazananları ve kaybedenleri çok sık değişen bir metni hem yeniden kurmak daha güçleşir hem de toplumsal kaos ve kargaşalara neden oldukları/ olacakları için toplumsal mutabakatı sağlamaları mümkün olmaz.

Örneğin dünyanın en sade ve kısa anayasası kabul edilen ABD anayasası bile 27 kez değişikliğe uğramıştır. 2021 de yaşanan olaylar, Afroamerikalılar ve azınlıkların yaşadıkları ayrımcılıklar örnek gösterilebilir. Yani bu anayasayla bile bir toplumsal mutabakatın sağlanamadığı görülmektedir.

SONSÖZ YERİNE

Mevcut anayasalar çerçevesinde, anayasalara bir göz attığımızda ya Batıda, yönetici sınıf ile Burjuvazı arasındaki ilişkileri ve iktidarın nasıl paylaşılacağını/ paylaşıldığını belirlemektedir, dolayısıyla Anayasalar egemenlerin uzlaşı metinleridir, ya Batı dışındaki coğrafyalarda post modern sömürgeciliğin zeminini oluşturmakta, bu düzenin devamını garanti altına almakta, dolayısıyla Batının kötü kopyası bireyler, toplumlar ve kurumlar inşa etmenin aracı olmakta ya da yöneticiler karşısında toplumların elini kolunu bağlayan metinler olarak ortaya çıkmaktadır. Yani sonuçta anayasalar güçlülerin/ muktedirlerin el kitabıdır ve toplum mühendisliğinin zirve metinleri olarak işlev görmektedirler. En masum haliyle egemenlerin iş bölümünü ortaya koyan, içinde birey ve toplumun var gibi gösterilip olmadığı üst düzey illüzyonun olduğu metinlerdir. Çünkü bütün anayasalar doğrudan ve dolaylı olarak halka onaylatılsa da muhtevasının seçkinler/ egemenler tarafından oluşturulması, hem de pek çok teknik ifade ve perdeleme nedeniyle halka kapalıdır ve çoğunlukla da olağanüstü dönem metinleridir.

Madem modern dünyada anayasalar toplumlar için bir zorunluluk olarak görülüyor, üstelik Çin’in ve Kuzey Kore’nin bile bir anayasası var (Dünyanın en kadim devleti olarak Çin, anayasaya 1967 yılında kavuşuyor.), o halde mevcut anayasalar en azından kadim dönemlerdeki veya sözlü kültür dönemlerindeki örfün, o örfe bağlı toplulukların hak ve hukukunu koruduğu kadar günümüz birey ve toplulukların hak ve hukukunu koruyacak bir yetkinliğe kavuşturulmalıdırlar.

Sözlü kültür çağında yaşamadığımız için, bugün ne sözlü kültürden ne de sözlü kültür insanının varlığından söz edebiliriz. Dolayısıyla sözlü kültürün anayasası olan anayasasızlığı bugünün gerçekliğine uyarlamak da zaten mümkün olmaz. O dönemden ders alınabilir mi? En temel sorun da bu zaten; ders ve ibret alamamak. Çünkü Aydınlanma insanı her şeyi bildiği için lügatinde “ders alma” ifadesi yer almaz.

Dememiz o ki, anayasalar ister yazıya geçirilsinler, ister taşa kazınsınlar fark etmez, eğer toplum parçalı bir yapıya sahipse ve kendisini dış saldırılara koruyacak imkânlardan mahrumsa, anayasalar ne kadar adil ve kucaklayıcı olursa olsunlar (Ki, böyle parçalı toplumlar tarihin hiçbir döneminde bu özellikte, adalet ve hakkaniyeti merkeze alan bir anayasaya metni hazırlayamamışlardır.) toplumun hak ve hukukunu koruyarak, devletin devamlılığını sağlayamazlar. Çünkü bugünün asabiyesi küresel bir hegemonyaya dönüşmüş durumdadır; siz ya o hegemonyanın şemsiyesi altına girerek onun verdiğiyle yetineceksiniz ya da bağımsız olmanın bedelini ödeyerek yaşamaya çalışacaksınız. Adil ve hakkaniyete dayalı, yazılı veya sözlü bir toplum sözleşmeniz yoksa dışarıda kalmanız, bağımsız olmanız zaten mümkün olmaz.

Dipnotlar

[1] İlk yazılı anayasa ABD’de hayata geçirilse de (1787), “Anayasacılık” denilen düşünce ve tartışmalar Fransa merkezlidir. Bu yıllarda ABD’de Siyaset Felsefisi düzleminde entelektüel ve felsefi tartışmalar yok denecek kadar azdır. Konu ile ilgili metinlerin kahır ekseriyeti Fransa kaynaklıdır. Zaten ABD’den birkaç yıl sonra (1791) Fransa’da da anayasalı süreç başlamıştır. 1789’da başlayan kanlı Fransız ihtilali sürecinde anayasasına kavuşan Fransa, anayasaların hangi süreçlerde gerçekleşeceği konusunda da dünyaya rol model olmuştur. O rol modelliği hala devam eemektedir. Çünkü neredeyse dünyadaki bütün anayasalar, ya bir darbe, ya da bir savaş ve toplumsal kaos sonrasında ortaya çıkmışlardır.

[2] Birleşik Krallık / “Büyük Britanya” Avrupa Ortaçağın ilk dönemlerinden beri pek çok konuda Kara Avrupa’sından ayrı bir profil çizmektedir. Anayasa konusunda da onlardan farklı bir yol takip edegelmiştir. Bu durumun en temel nedeninin İngilizlerin Anglosakson kültürü ile ve bu kültüre olan bağlıklarından kaynaklandığını düşünüyorum. Bu farkı ilk defa yıllar önce, Fransız Edmond Demolins’in 1870’li yıllarda kaleme aldığı “Anglosaksonların Üstünlüklerinin Sebepleri Nelerdir?”(Nobel Yayınları, Ankara) isimli kitabı okuduğumda fark etmiştim. Bu ada devletinde hem toplum hem de yönetici erk için Anglosakson kültürü ve kimliğinin temel belirleyici olduğu, halk/ toplum ile yönetici erk arasındaki ilişkilerin bu örf ve kültür çerçevesinde oluşup geliştiğini okuduğumda şaşırmıştım. Modern zamanlarda da bu örf ve kültürün etkisinin hala devam ettiğine hatta sözlü bir Anayasa olarak işlev gördüğüne, dolayısıyla pek çok toplumsal sorunlarını da doğru veya yanlış bu örf çerçevesinde çözmeye çalıştıklarına şahit oluyoruz. Yakın zamanda AB’den de ayrılarak örflerine bağlılıklarını, farklılıklarını bir kez daha ortaya koydukları da herkesin malumudur.

[3] S. Sayyid, Fundemantalizm Korkusu –Avrupa Merkezcilik ve İslamcılığın Doğuşu, s.118-153, Çev; Ebubekir Ceylan, Nuh Yılmaz, Şükrü Atsızelti, Açılım Kitap. 2017, İstanbul.

[4] Gerçi bu durum uygulamada genellikle azınlığın çoğunluğa tahakkümüne dönüşmektedir. Çünkü hem seçimlere katılım oranlarının düşüklüğü, hem de özellikle temsili demokrasilerde (ki dünyadaki yönetimlerin hemen hemen hepsi böyledir.) temsilcilerin temsil ettikleri toplumun düşünce ve isteklerinin hilafına davranmaları nedeniyle çoğunluğun iktidarı kağıt üzerinde kalmaktadır.

NOT: Bu makale, Yetkin Düşünce Dergisinin 17. Sayısında yayınlanmıştır.

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *