Semitik Çözüm Arayışı

Semitik Çözüm Arayışı

Bugün dinden kaynaklandığını düşündüğümüz sorunların hemen tamamı ‘insan üretimine, algı ve şahsi çıkarsamasına’ dayanmaktadır. İnsanın aşkın olandan rol çalmasından, kendini farklı konumlandırmasından (ilahlık ve rablik iddiasından) kaynaklanmaktadır.

Mustafa Bozacıoğlu

Bir problem, sorun var, bu belli… Herkesin ve her kesimin gördüğü, yaşadığı, hissettiği, bölgeleri aşan, yerküreyi sarıp sarmalayan… Körlere, sağırlara dahi malum… Bu bir fikre, ideolojiye, gruba, algıya indirgenemeyecek kadar da yaygın ve derin… Maddi, manevi…

Dünya yangın yeri, insanlık yanıyor!(1) İnsanoğlu kendi virüslerini kendi çöplüğünde üretiyor, sonra da kendisi şikâyetçi oluyor.

Bu bir ideolojik/dini sorun olmaktan da farklı bir durum arz ediyor, lakin biz biliyor ve inanıyoruz ki tüm meseleler, bizatihi ‘insan’ olgusu dahi dini/ideolojik olandan yalıtılamaz, kendi başına ölçülüp tartılamaz! Zira din/ideoloji değer verir, değer atfeder, konum biçer, norm kor ve ona göre kategorizasyon, tasnif yapar; ‘beşer’ der ‘insan’ der, ‘insan-ı kâmil’ der, ‘sabikun-muhlis-muttaki-muhsin-mü’min vs.’ der, ‘ulul el bab’ der ‘sağın/sağ duyunun/hakikat iyiliğin ashabı der, ‘Allah taraftarı’ der; keza bunun gibi, kafir, zalim, münafık, müşrik’ der, ‘körlüğün/sığlığın/solun ashabı’ der, ‘şeytanın taraftarı’ der, ‘hayvanat gibi (kör-sağır-dilsiz)’ der, dahası ‘daha da aşağısı, aşağılık’ der. İdeolojiler (beşeri dinler) de öyle değil midir? Onların da inananı/samimisi/inkârcısı/suiistimalcisi/karşıtı/muhalifi yok mudur?

Mesele, dinlerin/ideolojilerin getirdikleri/istedikleri ile yasakladıkları/istemedikleri hususların kapsamı, içeriği, sebep ve sonuçları, olurluğu olmazlığı, bireyselliği veya toplumsallığı, dinlerin pratiğe bakan yüzü, hayata müdahil olup olmaması, olduklarıyla sorunların mı, çözümlerin mi kaynağı olduğu, bunun kaynağı ve hakikatin otoritesi, tekliği veya çokluğu gibi alanlarda açılımlanabilir. Bu hususlardaki ortak çözümleme vurgusu… ‘Semitik çözümleme’…

‘Semitik’ kavramıyla ortak bir dil ailesi (Süryani, Yahudi, Arap, Keldani vb.) ve bir bölge ve çevrede yaşayanların tümü anlaşıldığı gibi din aileleri (monoteistinden, politeistine kadar) de kapsama girmektedir. Biz vurgu ve kullanım amacına binaen bunu ‘tüm insanlık ailesi’, ‘elini vicdanına koyabileceği bir vicdanı/sağduyusu olanlar/kalanlar’ olarak düşünebiliriz. İşin bir boyutunda da ‘semavi’ buyruklar, köken itibarıyle (muharreflikleri başka bir tartışma konusu) ‘ilahi’ olan dinlerin sorunların çözümüne dair katkıları, öneri, teklif ve yöntemleri olarak alabiliriz.

Bir zamanlar bir proje vardı ‘Dinler arası diyalog’ form ve formatında (M. Durmuş’un nitelemesiyle ‘Abant Konsilleri’!) geldiği ve bir sürü sözüm ona ‘akil adamı(!)’ getirdiği nokta da malum…

Esasen bu noktada daha kıymetli, ele alınabilir örnek, Risalet öncesi dönemdeki -Resulullah’ın ‘Aynı organizasyondan metih ile bahsedip tekrar olsa yine olurdum ben de içlerinde’ dediği rivayeti söz konusudur- ‘hılf-ül-fudul/faziletliler dayanışması’ uygulamasıdır. Çok ufak bir örneği olarak bugünkü ‘arabuluculuk/hakemlik’ müessesesi de dikkate alınabilir. Her ne kadar çözüm arama bulma ve sunma konusunda olumlu niyet ve çabaları görülmese, duyulmasa, bilinmese de farklı kısaltmalarla meşhur kurum ve kuruluş örnekleri gibi… Üstüne üstlük yangınlara körük olma ve sorunu çözümsüzleştirme mariftleri de cabası!

Hılf-ül fudul meselesi üzerinde elbette çok söz söylenebilir; yaptıklarının neye, kime yaradığı gibi hususlarda! Zira neticede uygulama Mekke oligarşisinin kısa vadede birkaç çıkar kaybına yol açsa da itibar ve gösterilen teveccühün, üzerine yaslanılan meşruiyetin(!) devamı açısından tümden lehlerine, çıkarlarına uygun bir uygulamaydı. Yine onların ‘Hz. Muhammed’in tebliği/risaleti döneminde ona arka çıkmaması, çıkamaması da doğru okunmalı, iyi düşünülmelidir. Bugün bizler aynı örnek tezatları, keyfi ve adamına göre uygulamaları, AB, BM, NATO vb. müesseselerde de çoktan daha çok yaşamıyor, şahit olmuyor muyuz?

Hatta bir karikatür vardı Birleşmiş Milletler sembolü (UN) açısından ‘Birinden ekmek olur/ekmeğin ham maddesi, diğerinden (BM/UN) hiç bir şey olmaz!’ diye… Bunların yüzsüzlüklerini, tarafgirliklerini Bosna’da yaşamadık mı?! Bunlar değil miydi Irak’a bombayla demokrasi ihraç edenler, katliamlar yağma ve yıkımlar yapanlar! Vahşi sırtlan, çakal, köpek sürüleri gibi… Şimdilerde keza Ukrayna sorunu çerçevesinde gösterdikleri iki yüzlü ve ikircikli tutumlarıyla…

Diyor ya dinimiz ‘Siz/sen onların dinine girmedikçe sizden/senden razı olmayacaklar/olmazlar!’ diye ve uyararak ‘Asla müdahanede bulunma!’ diye…

Bunlar kuzu postuna bürünmüş vahşi kurtlar olarak ‘ekini ve nesli’ helak peşinde koşan, varsa yoksa kendi çıkarlarını düşünen, pire için yorganı/tüm insanlığı yakacak cibilliyettedirler!… ‘Hayvanlar gibi, hatta daha da aşağı’!..

‘Dünyanın 5’ten büyük olması’ söylemi ‘gücün hukuku’ kanıksanalı, yol olalı beri bir değer de taşımıyor, yaptırımı da yok! Zira dönüp dolaşıp onlara müdahane içinde el açılıyor, politikalarına yol veriliyor, gözlerinin içine, ellerinin işaretine bakılıyor!

Gelelim ‘Semitik çözümleme’ çare arayışı teklif ve söylemlerine… Bunu dergimizin youtube kanalında gerçekleştirdiğimiz ‘Alacakaranlık Dini Aydınlanma ile Postmodern Ortaçağ Arasında Müslümanlar ve İslam’ başlıklı programda() Prof. Vehbi Başer dillendirmişti. Orada çok fazla açılım ve irdeleme vakti, konuşmacının da meramını tüm yönleriyle açıklama fırsatı kalmamıştı, bulamamıştık…

Ama anlaşıldığı kadarıyla bir ön kabul olarak yeryüzünde büyük bir sorunun, çaresizliğin, insanlık yitiminin, sadra şifa çözümlerde mutabakat oluşturulamayışının vurgusuyla ‘dinler/semavi dinler/hak dinler’ arasında bir çözüm arayışı, hal çaresi bulma girişimleri, ‘hılf-ül fudul’ tarzı bir ‘erdemliler, adalet üzre ve dolayısıyla zulme/sömürüye, insanlığı köreltecek uygulama ve anlayışlara karşı bir ortak hareket hattı oluşturulması gereğinin bir uzantısı, açık edilmesiydi bu… Keza aynı konuşmanın içerisinde mesela ‘İsrailiyyata’ karşı rezervlerden söz edilirken, bunun ‘Hıristiyanlık’ hatta ‘Budizm’ için mesela, düşünülmediğinden de bir eksiklik, hata olarak bahsedildi…

Öncelikle ‘İsrailiyyat’ söyleminin ‘Hıristiyanlık’ algı ve müktesebatından girmiş ekleme ve eksiltmeleri de içerdiği hatırlatarak, eleştirinin önemli uyarılar içermesi, hakikate işaret etmesi açısından önemsenmesi ve dikkate alınması gerekmektedir.

Bu mesele esasında bizlerin daim, ‘bilgi-bilinç’ vurgusunda bulunmamız, müktesebata sahih yönelim ve tashih, nitelikli donanımlı bir aidiyet, asla, orijinal ve verili olana vukufiyet ve dolayısıyla muhalif olana, karşıt olana karşı da hazırlıklı bir farkındalık iddialarımızın da bir yansımasıdır…

Semitik/semavi olana, risalet tarihine vurgu ile ‘ortak alan ve değerlerden’ hareketle oluşturulabilecek bir hareket hattı kulağa hoş gelmekte ve fakat ‘yapılanların/yaşananların yapılacak/yaşanacak olanların teminatı olması’ normu gereği pek de ümit sunmadığı, sadra şifa olamayacağı ortadadır. Ha, karınca misali taraf, niyet izhar edilir, çaba gösterilir, o ayrı!

Bizler biliyor ve inanıyoruz ki; son din ‘İslam’ ilk nebi/resulden itibaren aynı kaynaktan, orijinalliği de o teminat altında olan, ‘El İslam’ özel adıyla Allah’a yönelmek/teslim olmak, O’nu yegane ilah ve rab kabul etmenin ortak adı olarak son sürümü, hülasası, ‘tasdik ve nesh’ ilişkisi ile atılmış son imza, insanlığa son uyarı ve çağrının/davetin adıdır. Bu bir ‘ön kabul’ de olsa bir bilgi ve iman boyutu olduğu yadsınamaz!

Bizler, bize uzatılan son kopmaz ipe, sağlam kulpa tutunmak, bu son çağrıya kulak verip teslim ve tabi olmak zorundayız. Bu asıldan hareketle yapıp edeceklerimiz, mükellefiyetimizin sınırları ve boyutları; takip edeceğimiz usul de bellidir. ‘Türedi değilim!’ diyen son nebi/resul bize o örnekliği sunmuştur. Bizden beklenen de o şahitliğe tabi olup insanlara sunabilmektir. Bu ana çizgi ve kriterler büyük çoğunlukla sabit olup değişkenleri de o ana ilkelere bağlı olarak, renk ve doku uyuşmazlığı oluşturmayacak, türedi olmayan tarzda, olmak durumundadır.

İnananlar bir kardeşlik hukuku içinde hareket ederken, diğerleri ile ilişkiler bir ‘muhataplık’ çerçevesinde ‘davet elçiliği, örneklik’ şeklinde sürdürülecektir. Beşeri ilişkilerin ibaha alanı içinde devamı için hiçbir mânia bulunmamaktadır; aksine yükümlülük, dolayısıyla teşvik vardır. (Kim bir hayra şefaat ederse ona, ondan bir pay vardır.) İnsanın kendine ve tüm insanlığa sunacağı ‘felah’ İslam ile mümkündür. Olanlara bakarak olmayanlar ile ilgili olumsuzlukları dine yüklemeye gerek yok! Varsa bir eksiklik veya fazlalık, hata veya kusur bizdedir, bizdendir. Yakın zamanlara kadar özellikle müslümanım diyenler, bu tür durumlarda sorumluluğu kendilerinden bilirken, şimdilerde sorumluluk dine yüklenmekte, yükümlülükten kaçınılmaktadır! Kime, neye yaranılacaksa, kimin hatırı gözetiliyorsa! Muharref olduğunu bildiğimiz Yahudilik ve Hıristiyanlık olgularının temeli, bozulmamış aslı da ‘İslam’dır. Son ilahi buyruk o ikisine dair ‘tasdik ve nesh’ ilişkisi içinde tashih ile ‘aslı’ yeniden ve son kez teyit etmiştir. İnsanlığın ondan başka çaresi de, çıkışı da, kurtuluşu da yoktur! Dinlerden ümidini keserek, beşeri dinlere/ideolojilere tav olanlar ortaya elle tutulur, gözle görülür örnek sunmalıdırlar. Neye çare olmuşlar, insanoğluna hayır namına ne sunmuşlardır? Şu an din adına konuşanlar değil; kendi ad ve düzenleri (çıkarımları/algıları/zan ve kuruntuları) dışında!

Biz, bizdeki ayrıcalığın, önceliğin, asliyetin bizden değil, kaynağından kaynaklandığını söylüyor, biliyoruz. Biz elçiler arasında da ayrım gözetmiyor, hepsine inanıyoruz. Lakin öncelikli muhataplarımız, hem bize gönderilen nebi/resule, hem de vahyin kendisine inanmıyor! Sonra onların din adına söylediklerinin ne kadarı orijinal, ne kadarı muharref?! Kişisel, kurumsal ekleme ve eksiltmelere bakarak, bunları ayırmaya, ayıklamaya razı mıdırlar?! Hiç de değiller! Kur’an’ın onlardan kalan sahih kısmı ‘tasdik’, son ileti olarak bir kısmını da ‘nesh’ ettiği olgusuna, bilgisine teslim olacaklar mı? Kesinlikle ‘hayır’!

Dinin en büyük zulüm ve cürüm saydığı ‘şirk’ olgusuna karşı ne düşünüyorlar, şu anki Kuran’ın şirk ve küfürle nitelediği (Hz. İsa, teslis ve Üzeyr hakkındaki inançlarından rücu edebilecekler mi? Asla! Hiç ümit yok!

Kur’an Ehli Kitab’a hitaben: ‘Aramızdaki ortak kelimeye (kelime-i tevhide/şirkten arınmaya, (İslam’a) gelin, şirkten uzak duralım, birbirimizi rabler edinmeyelim…’ derken, bu buyruğa teslim olabilmişler mi, olabilecekler mi? Hiç sanmıyorum!

Oysa ‘Hikmet mü’minin yitiğidir, nerede bulursa alır! ‘ifadesindeki ‘hikmet’ hakka hakikate uygunluk çerçevesindeki verilerdir, esasen ‘dinin kendisidir.’ Biz, bizdeki yanlışı dindeki/İslam’daki/Kur’an’daki hikmete mebni olarak değiştirmekten yüksünmeyiz, yüksünmemeliyiz de… Yoksa burada kastedilen/zannedilen ‘hikmet’, ‘bilim, sanat, fen, teknoloji’ nev’inden şeylerse, orada da bir zamanlardaki meşhur tartışmaları da göz önüne alarak ‘dinden/ahlaktan’ yalıtmadan, ibaha alanına, örfi, beşeri ilişkilerde maslahata uygun alış verişlere, etkileşime ket vurmak da olası değildir!

İnsanlığın hayrına olacak bir teklif (ki bu genel anlamıyla zor olsa da imkânsız değildir!) bir ateistten de, bir Budistten de, deistten de gelse değerlendirilir elbette!

J. J. Rousseau’nun tasnifiyle insanlık için elektrik, yol, su işlerinin dışında (ki bunlar da o asli ilkelerden yalıtılamazlar, ekinin, neslin helaki meyanında ‘kurallar konacaksa bunun aşkın, kendisi muhtaç olmayan, mahza insanlığın hayrını isteyen, insanoğlunu, ihtiyaç ve özelliklerini en iyi bilen biri tarafından konması gerektiği’ yaklaşımında olduğu gibi meselenin insanı aşan bir boyutunun olduğu su götürmez hakikattir. İnsan, bir insan için, kendini işin içine katmadan, kendi menfaatini düşünmeden ve hele meselelerin künhüne vakıf olacak boyutta, her noktasını hatasız hesaplayacak ölçütte, bir karar da veremez, hüküm de koyamaz!

Bugün dinden kaynaklandığını düşündüğümüz sorunların hemen tamamı ‘insan üretimine, algı ve şahsi çıkarsamasına’ dayanmaktadır. İnsanın aşkın olandan rol çalmasından, kendini farklı konumlandırmasından (ilahlık ve rablik iddiasından) kaynaklanmaktadır. Denilebilir ki ‘metin aynı’; nasıl oluyor o zaman bu farklı algı, yorum ve uygulamalar?! İşte bu da ‘imtihanın doğası’nda var… Kişisel/grupsal çıkar ve kaygılar öne çıkınca; metin konuşmuyor, konuşturuluyor! Bu tüm ideolojiler için de böyle değil midir? Kaç çeşit demokrasi algısı, kaç tarz laiklik uygulaması, kapitalizmin kaç rengi, sosyalizmin kaç tonu mevcut! ‘Dinler tarihi’ denilen şey insanların, o dine aidiyet iddiasındakilerin tarihidir aslında! Mesala, aynı form ve içerikte birini gördünüz mü? İş insana kalsa, kişi sayısınca din, dindarlık ve öteki algısı ortaya çıkar!

Şimdi yine ‘dine/ideolojilere’ dönersek, bırakalım öncekilerin yaptıklarını, iktisabını, yakın tarihimize bakalım, çok öncesine de gitmeye gerek yok! Cumhuriyet’e geçişle birlikte, zaten pamuk ipliğine bağlı sürdürülen din ilişkileri, hepten bir kesintiye, inkıtaya, operasyona uğratılmamış mıdır? Dilinden, hukukuna, kılık kıyafetinden edebiyat ve sanatına hemen her alanda bir müdahale, mühendislik ameliyesi gerçekleştirilmiş, eski(!) öcüleştirilip, ‘yave’ diye nitelenip düşmanlaştırılırken yeni(!) mürşit olarak ‘ilim/bilim’ sunulmuştur. Tefsir, tercüme hareketleri ile Diyanet teşkilatına kadar meşruiyet taşıyıcı unsurlar, kılıflar da bittamam hazır edilmiştir.

Böylesi vasatta kanatları koparılmış, tüyleri yolunmuş kuşa, ‘uç’ denilmiş, uçması beklenmektedir! Mümkün mü? Değil elbette! Kişi (ve din) işlemediği suçun, hatanın suçlusu, mağduru kılınamaz, sınanmadığı ile kınanamayacağı gibi… Siz dinin gölgesi, sanalı, ‘form verilmişi’, ‘tanımlanmışı’ üzerinden hareket edemezsiniz! Ederseniz doğru sonuçlara ulaşamaz, doğru bir mukayese yapıp, sıhhatli bir kanaate de varamazsınız! Sizin eleştirdiğiniz; size sunulan, size gösterilen veya sizin bulunduğunuz yerden ve ön kabullerle bakıp gördüğünüz, görmek istediğinizdir! O yargı sadece sizi ve ikna ettiklerinizi bağlar!

Madem ‘semitik çözümleme’, mademki Müslümanız, bu dinin ilahi kaynaklı son ve korunmuş din olduğuna iman ediyoruz, o halde ‘onların dinine girmedikçe senden razı olmazlar/olmayacaklar’ ilahi buyruğunu da dikkate alarak hareket etmeli; temkin ve teenni içinde bulunmalıyız.

‘El İslamü yûla vela yu’la aleyh’ düsturu, o risalet boyu süregelen ‘sırat-ı müstakim ve nimet verilenlerin yolu’ olarak ‘İslam’a’ özelde son din olarak ‘el İslam’a’ vurgu ile sapla samanın, hakikat ile zan ve kuruntunun, hak ile batılın ayrılmasını ister bizden! Yoksa her kim ki ‘Allah’a ve ahiret gününe iman eder, salihatta bulunursa’ onların felaha, kurtuluşa ereceği vurgusu da sadece ve yalnız Allah’ın yed-i kudretinde bulunan bir olgu olarak, bizlerin ‘oradan rol kapmamıza’ mani bir düsturdur! 

Çok zor olsa da imkansız olmayan, ‘insanlık ailesinin, vicdanları körelmemiş, sağduyu sahiplerinin’, ‘insanlık yangınına dair’ yapabilecekleri şeyler elbette vardır. Bunlar uçuruma doğru akışı bir nebze yavaşlatabilir ve en azından yangına körükle gitmeyip odun taşımaktan da uzak durarak bir soluklanma fırsatı sunabilirler. Ne var ki tüm bunlar, şimdiye kadar yaşananlara bakıldığında, palyatif, pansumanavari, geçici/anlık ve lokal kalacaktır. Asla dair kalıcı bir çözüm teklifi ancak aşkın olandan gelebilir. Tek çare eksiltmeden, ekleme yapmadan (Burada ibaha alanına dair insana sunulmuş ve verilmiş serbestiyete dair değildir vurgu, kültür ve medeniyet denilen kavramsallaştırmanın üretimlerine de değildir…) ona teslim olup, temsiliyet gösterebilmektir.

İnanıyoruz ki ‘el İslam’ bütün boyutları ile efradını cami, ağyarını mani bir şekilde hükümferma olsa bu, tüm insanlığın nefes alacağı sağaltıcı bir atmosfer, insanlığın inanmasa da sığınacağı muhkem bir liman olacaktır.

(1) https://iktibasdergisi.com/2021/10/01/yangin-var-insanlik-yaniyor/

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *