Büyük Anormalliklerin Normalleştirilmesi

Büyük Anormalliklerin Normalleştirilmesi

Daha iyi bir geleceği başlatabilmek için, hamaset-popülizm uyuşturucuları ile yüzleşmeye ve gerçeğe uyanmaya cesaret etmek gerekir. Hamasetle İslami mücadele yürütülemez. İslami mücadele somut bir gerçeğin adıdır.

Atasoy Müftüoğlu

Hayatın her alanında, her şeyin; inançların, değerlerin, tercihlerin, kimliklerin/kişiliklerin/haysiyetin, koşullara göre, çıkarlara göre belirlendiği ya da araçsallaştırıldığı bir dünyada, zamanda ve toplumda yaşıyoruz. Bir inancın, tercihin, kimlik ve kişiliğin koşullara ve çıkarlara göre belirleniyor, belirlenebiliyor oluşu, sözü geçen inanç/tercih ve kimliklerin/kişiliklerin sahici olmadığı, ahlaki olmadığı ve her tür müdahaleye, her durumda açık olduğu anlamı taşıyor. Gerçek, anlamlı, etkili ve bağımsız bir mevcudiyete sahip olmayan bireyler/toplumlar ve kültürler, bu gerçekle acilen yüzleşmeleri gerekirken, bunu yapmayı düşünmüyor, birbirinden çok farklı aidiyet ve sadakat biçimlerini, sahte bir duyarlılıkla, değişen koşullar doğrultusunda temsil ve tecrübe etmeye çalışıyor.

Mevcudiyetlerini koşullar ve çıkarlar doğrultusunda biçimlendirmeye çalışan topluluklar, Türkiye örneğinde çok çarpıcı bir biçimde görülebileceği üzere, radikal İslami tasavvur ve tahayyüllerden; emperyalizme/emperyalizmlere ve Siyonizme karşı mücadele/direniş sorumluluğundan utanç verici bir şekilde geri çekilerek, teslimiyetçi bir iradesizlik alanına doğru, iradesizlik uçurumuna doğru sürükleniyor. Teslimiyetçiliğin yükselişi, insanın kendi kendini nesneleştirerek, özgürlük arayışından vazgeçmesi, kolaycılığı seçerek liberalizmle, materyalizmle, muhafazakârlık temelinde uzlaşması sonucunu doğuruyor.

İnsanın ya da toplumun kendi kendini nesneleştirerek konformizmi seçmesi, özgürlük/bağımsızlık mücadelesinden vazgeçmesi; ilgili toplulukların ilkesizliğe doğru savrulmalarına neden oluyor. Hangi toplumda ya da kültürde olursa olsun, ilkesizlikler, hiç’liğe giden yolları açıyor. Müslümanlar olarak, sahip olduğumuz, bağımsız/bilinçli/eleştirel/üretken/sorumlu/somut mevcudiyetimiz, İslami mevcudiyetimizin hangi ölçüde, ne kadar etkili olabileceğini belirler. Popülizm ve hamaset yoğunluklarının, biçimsel/duygusal yoğunlukların, niteliksel içerik karşısında sürekli olarak zafer kazandığı toplumlar, kapsayıcı-bütüncül gerçekliğe yabancıdır. Aziz İslam’ı folklorik anlamda, popülist anlamda, bireysel dindarlık bağlamında, yerli-milli dindarlık bağlamında temsil etmek; İslami anlamları, değerleri, dünya görüşünü, hayat tarzını temsil etmek anlamına gelmez. Somut anlamlara, ilkelere, duruşa, temel tercihlere yabancılaşan, temel somut hedeflerden bağımsız, soyut bir İslami varoluştan/mevcudiyetten söz edilemez. İslam’ın kendisini bir bütünlük içerisinde istemek, bu bütünlüğe içtenlikle sahip olmak, temsil etmekle; İslam’ın geleneksel-yerel-etnik tezahürlerine sahip olmak, bu tezahürleri temsil etmek birbirinden çok farklı şeylerdir.

Ontolojik ve epistemolojik bağımsızlığa, mevcudiyet ve meşruiyete sahip olmayan Müslümanlığın-Müslümanların varoluşu soyut bir varoluştur. Ontolojik ve epistemolojik bağımsızlığa, mevcudiyet ve meşruiyete sahip olmayan Müslümanlar, bugün ufukta hiç bir gelecek görmedikleri için, romantik hayallerle, taşralı duygusallıklarla oyalanıyor. İslam dünyası toplumları, kültürleri, siyasetleri, bugün, karşı karşıya bulundukları amansız-ölümcül altüst oluşlar sebebiyle; insanlık tarihinin en barbar anormalliğini temsil eden Siyonist sömürgeciliğe meşruiyet kazandırmak, Siyonist sömürgeciliği güçlendirmek üzere, bu vahşi sömürgeciliği normalleştirmeye çalışırken; bir diğer yanda da, hayasızca, özgürlükleri ve güvenlikleri bütünüyle yok edilen bir halkın, Filistin halkının maduniyet ve mağduriyetlerini kendi politik çıkarları doğrultusunda istismar etmeye devam edebiliyor. Siyonist sömürgecilikle ilgili her normalleşme girişiminin, Siyonist sömürgecilikle suç ortaklığı içerisinde bulunmak anlamına geldiğini bilmek gerekir. İçerisinde bulunduğumuz dönemde, Ortadoğu’da, Türkiye’yi de içerisine alacak şekilde, İslami tasavvur ve tahayyülleri, İslami hareketleri ve oluşumları etkisiz kılarak; İsrail’i, Siyonist tasavvur ve tahayyülleri çok daha etkili kılan gelişmeler yaşanıyor. Bu bölgede, sadece iktidara ihtiyaç duyan politik kadrolar, hiç bir şekilde etkili fikirlere, etkili ideallere, ilkelere ihtiyaç duymuyor. Bu nedenle de, bölge ülkeleri, Türkiye’de de, öteden beri yaşandığı üzere, bir gün Batı’yı emperyalist-ırkçı olarak tanımlarken; bir başka gün de Batı’yı modern-medeni-ileri-gelişmiş olarak takdir eden siyasal bir şizofreni sergiliyor.

Bağımsızlıklarını tamamlayamayan, bu nedenle de, emperyalist-sömürgeci-ırkçı “müttefikler” edinmek zorunda kalan İslam ülkeleri için kültürel ve siyasal şizofreni bugün, kaçınılmaz bir kader halini almıştır. Varlıklarını, sistematik bir biçimde kendilerine dayatılan aşağılayıcı uzlaşılarla sürdüren İslam ülkeleri, İslami bağımsızlık seçeneğini dışladıkları için, büyük bir açmaz’ı içselleştirmiş bulunuyor. İslami bütünü ve bütünlüğü temsil yeteneğine, bilincine, iradesine bütünüyle yabancılaşan muhafazakârlık, bugünün ekonomik gerçekliğine boyun eğerek, kapitalist/liberal/materyalist/makyavelist tercihleri, yorumları normalleştirmeye, sıradanlaştırmaya çalışıyor. Bugün, muhafazakârlık, popülist-taşralı politik kadroların, küçük büyük bütün ayıplarını örtbas etmeye çalışan bayağı bir araç’tan başka bir şey değildir. Bugün, genç Müslüman ya da muhafazakâr girişimciler, burjuva bireyciliğinin ihtirasları doğrultusunda şekillenen bir geleceğe doğru ilerliyor. Ekonomik bağımsızlığı, etkiyi ve gücü; ontolojik-epistemolojik bağımsızlık, etki ve güç’ten çok daha önemli ve öncelikli sayan genç muhafazakâr kuşaklar bu yönelişleriyle, İslami bir medeniyet projesini de, belirsiz zamanlara ertelemiş oluyor. Toplumlarımızda, ahlaki sorular, konular, meseleler merkezi önemini kaybettiği için; hizipçi/popülist-politik demagoji ve entrika söylemi, muhafazakâr siyasetin büyük başarısı olarak tebcil edilebiliyor. Kendisini İslam’a nisbet eden bir toplumda, politik kazanç adına, demagoji ve entrika politikalarının tebcil ediliyor oluşu utanç vericidir.

İtaat kültürü, kitle kültürü, Müslüman halkların/toplumların kaderini, din’i ya da politik karizmatik figürlerin iradeleriyle özdeşleştirdikleri için, bu halklar bağımsız-eleştirel bir irade ortaya koyamıyor. İtaat kültürü, kitle kültürü, tek sesli, tek boyutlu, tek akla dayalı toplumlar oluşturduğu için, bu toplumlar, yerli-milli-resmi sloganlar içerisine hapsedilerek; çok sesli, çok boyutlu, çok bilinçli varoluşlara, inşa’lara, mevcudiyetlere ve niteliksel yoğunlaşmalara yabancılaşıyor. İslam toplumlarında bir yanda, modernlikler bir tahakküm aracı olarak kullanılırken, bir diğer yanda da, gelenekçilikler, muhafazakârlıklar, milliyetçilikler bir tahakküm ve kontrol aracı olarak kullanılıyor. Bu nedenle de, Müslüman aydınlar, entelektüel emperyalizme bir türlü cevap veremiyor. Varoluşsal-evrensel İslami ilkelere, haysiyete, kişiliğe, yabancılaşan İslami unsurlar, İsrail-Siyonizm örneğinde de takip edilebileceği üzere, büyük anormallikleri, normalleştirmek için, kirli pragmatizmlere başvuruyor. İtaat kültürünü, kitle kültürünü içselleştiren, kendilerini muhafazakâr olarak tanımlayan unsurlar, keskin farkındalıklara sahip olamadıkları için, kendilerine söylenenlerle, yapılanlar arasındaki derin çelişkileri fark etmiyor.

Büyük anormalliklerin ve kirli pragmatizmlerin normalleştirilmesi konusunda, Türkiye’de yaşanan bir başka gerçekliğe de işaret etmek gerekir: Türkiye’de bugün, muhafazakâr burjuvazi, seküler burjuvazinin yerine geçmek istiyor. Muhafazakâr kesimlerde çok açık bir burjuvalaşma özentisi ile, yüzeyde ve araf’ta hayat tarzları ve sığlıkların derinliği dikkatlerden kaçmıyor. Kültürsüzlüklerin, taşralılıkların, bağnazlıkların ve ihtiraslı benmerkezciliklerin, normalleşmesi de, büyük anormalliklerin, nasıl normalleştirilebildiklerini gösterir.

İslam toplumlarında, İslam’ın, taşralı-kültürsüz politik kadroların-liderlerin, ufuksuzlukları ve dar görüşlülükleriyle eşitlenmesi kadar büyük bir tuhaflık, talihsizlik olamaz. İtaat-sadakat-taklit kültürlerinin hâkim olduğu toplumlarda, halklar özgürlüklerinden feragat ederek, politik ya da din’i otoriteye kayıtsız şartsız bağımlılığı seçerler. Bu tür bir bağımlılığı seçmek, ilgili halkın kendisi olma yeteneğine sahip olmadığını, kendisini hiçleştirme yeteneğine sahip olduğunu, bu yolla da ahlaki anlamda intihar ettiğine işaret eder. İtaat-sadakat ve taklit kültürünün neden olduğu ahlaki-entelektüel-intiharlar sebebiyle, İslam toplumları evrensel anlam/içerik/ufuk/eleştiri/vizyon çözümleme üreten, evrensel İslami zihinler yetiştiremiyor.

Modern tarih boyunca Müslüman halklar, kültürler hep yabancı muamelesi gördüler. Modern zamanlar Müslüman halklar için hep zor zamanlar oldu. Avrupamerkezli modern tarih, ırkçı ve ideolojik anlamda, tahakküm, egemenlik, etki, nüfuz alanlarını genişletme mücadelelerinden ibarettir. Günümüzde de, Amerikan ideolojisinin hizmetinde olan Nato’nun genişleme ihtirasları, Rusya’nın imparatorluk ihtirasları ve nostaljisi, yeni bir soğuk savaş’a yol açacak şekilde Ukrayna’nın, Rusya tarafından işgaline yol açtı. Müslüman mültecilere sonuna kadar kapılarını kapatan Avrupa ülkeleri, bugün, Rus işgalinden kaçan Hıristiyan mültecilere kapılarını açıyor. Burada modern bütün değerlerin ikiyüzlülüğüne işaret etmek gerekiyor. Ahlaksız ve vicdansız bir dünyada; modernlik, uygarlık, özgürlük ve insanlık algısının, bilincinin; muhacirlik algısının ve ahlakının koşullara göre, çıkarlara göre, ırkçılıklara göre değiştiğini görmek-anlamak gerekiyor. Bugün, ne yazık ki, İslam algısı ve bilinci de, koşullara göre değişebiliyor, varoluşsal İslami nitelikleri, ilkeleri yansıtmayan, biçimsel bir İslam Müslümanlık algısı ve idealinin yerini muhafazakâr-liberal girişimcilik ideali alıyor. Kimi dönemlerde-durumlarda geleneğin, kimi dönemlerde-durumlarda devletin/iktidarın, kimi dönemlerde milliyetçiliklerin/muhafazakârlıkların konformizmi ile bütünleşen, bu konformizmleri içselleştiren, aydın-düşünür-âlim-arif vb.ları, folklorik anlamda, kültürel anlamda kendilerini İslam’a nisbet edebilirler, ancak hiç bir şekilde, İslami bütünü ve bütünlüğü temsil iddiasında bulunamazlar. 

Müslümanlar olarak, modern tarih boyunca karşı karşıya bulunduğumuz ve halen ne yazık ki aşmayı başaramadığımız en hayati, en derin ve en büyük meselemiz, İslami bütünü ve bütünlüğü gerçekleştirme ve temsil iradesine sahip olamayışımızdır. İslami bütünü ve bütünlüğü gerçekleştirme ve temsil iradesine sahip olamadıkları için, bağımsızlıklarını tamamlayamayan, Müslüman nüfuslara hitap eden, ulus-devlet’ler bugün, kendi tercihleri ve iradeleri dışında emperyalistlerin aldıkları kararlara bağımlı hale gelmişlerdir. İçerisinde bulunduğumuz dönemde de, dünya ve insanlık eski güçlerini kaybeden emperyalistlerle, yeniden güç kazanan emperyalistler arasında yaşanan karşıt çıkarların mücadelelerine tanık oluyor. Dünya’yı karşıt çıkarların kanlı mücadeleleri belirlemeye devam edecekse eğer, insanlık yeni ve daha yoğun insanlık trajedilerine maruz kalmaya devam edecek ve hiçbir zaman, daha iyi bir gelecek olmayacak demektir.

Daha iyi bir geleceği başlatabilmek için, hamaset-popülizm uyuşturucuları ile yüzleşmeye ve gerçeğe uyanmaya cesaret etmek gerekir. Hamasetle İslami mücadele yürütülemez. İslami mücadele somut bir gerçeğin adıdır. Hamaset-popülizm somut içerikten yoksun bir retorikten ibarettir. Yabancıların, ötekileştirilenlerin özgür olmalarını istemeyen bir özgürlük ve bağımsızlık anlayışı, içi boş, ideolojik soyut klişelerden oluşan hastalıklı bir anlayıştır. Yabancıların, ötekileştirilenlerin, madunların özgürlüklerini/bağımsızlıklarını bütünüyle yok eden irade; özgürlük ve bağımsızlıktan söz edemez. İtaat, sadakat kültürüne maruz kalanlar, özgürlüklerinden vaz geçmiş olurlar. Propoganda nesnesi haline getirilen, hamaset yoluyla şeyleştirilen troller’le, aparatçik’lerle bir toplum kurulamaz, bir mücadele yürütülemez.

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *