Cenazede Taciz…

Cenazede Taciz…

Düşünsenize bir görevlinin niteliği malum bir mevtanın namazını kıldırmayı reddetmesi ve yine cemaatten birinin musalladaki meyyit/meyyite için “iyi bilmezdik, muvahhid değildi” dediğini… “Şok” kelimesi kurtarır mı, manzarayı resmetmeyi…

Mustafa Bozacıoğlu

Başlık tuhaf gelebilir… Nitekim bize de öyle geliyor. Lakin vurguyu artırmak ve dikkati celbetmek için bunu tercih ettik.

“Yalancı şahitlik”, “zoraki şahitlik”, “bilmeden/şahit olmadan şahitlik”, “yasak savma” türünden başlıklar atılabilir ya da “merhum/merhumeyi nasıl bilirdiniz?” şeklinde de terkip edebilirdik başlığı…

Bu alternatif başlıklardan da anlaşılacağı üzere konu cenaze namazlarındaki “helalleşme/helalleştirme” üzerine…

Cenaze teczii müslümanlara tevdi edilmiş bir görev… İnsanın dirisi kadar ölüsü ile ilgili de yükümlülüklerimiz mevcut. Bu hem İslami hem de insani bir durum. İnsanların umurları umurumuzda olmak zorunda yani… Her ne kadar “kifaye” kılınmışsa da namazın kılınması birçok açıdan ihmal edilmemesi gereken bir kifayettedir. Bu arada Resule hitaben “onlardan hiçbirinin namazını kılma, mezar başında da durma” (Tevbe 84) emri, “inkar/nankörlük ettiler Allah’a ve Rasulüne, fasık olarak öldüler” denilen “münafıklar” için buyrulmuş bir uyarıdır, ama gel gör ki bu topraklarda istisnası yok denilecek oranda “inkar içinde” cenaze musallaya getiriliyor, ne imam ne cemaat farkına bile varamadan… Resulün nezdindeki bu emir esasen hepimizi bağlasa da zamane zamanların uygulamasında sapla saman karışmış, ‘ne olsa geçer’ tarzında umarsızlık yol olmuştur. Hakkı dahi bulunmadan “aklama paklama” hüsnü şehadete tek yok olarak mahkum olma pozisyonuna düşürülüyor cenaze namazına katılanlar… Azm-ü cezm-ü kast ile katılmama ise hepçil zamanların uygulamasında ya yok denecek boyutta ya da fark bile edilmiyor, handiyse kınanıyor bile! Üstelik genellikle böyle durumda cenazenin sosyal taifesi de cemaate iştirak dahi etmiyor. Yani cemaat bir nevi oldu bittiye getiriliyor, figüran olarak kullanılıyor, Allah’ın dini de bu işte araçsallaştırılıyor!..

Dikey olarak girmedikleri (bu kastı meşhud ile namazda gözü olmamak manasında) cami haziresine, yatay olarak girmek zorunda kalanlar bu bağlamda bahsi diğer…

Cenaze tecziye işlemlerinin hemen pek çoğunun “Anadolu irfanı/İslamı” tarzında ritüel ile ifa edildiği cenaze namazları, yıkanıp kefenlenmelerinden devir-ıskatına (son zamanlarda unutuldu!) telkin uygulamasından (Bir anekdot olarak Selami Çekmegil’in bir cenazede kabre değil de cemaate dönüp telkinde bulunması anmaya değer.) kabre konmasına, okunan Kur’anlarına değin neresinden tutsanız elinizde kalacak bir tahrifata uğramış durumdadır. Öyle üç beş kelamla, birkaç satırla düzelecek gibi de durmuyor. Zira yılların çeri çöpü, hafriyatı üst üste yığılmış, yığınla hurafe oluşmuş durumdadır. Dinin geldiği, getirildiği nokta açısından sadece bu örnek dahi çok şey anlatıyor, kulağı olup işiten, gözü olup gören, kalbi körelmemiş olanlara…

Mesele “Anadolu İslamı’nın” folklorik tarzının renklerini alalı hayli zaman olmuş, köprülerin altından çok sular akmış, kumu gitmiş, erozyon olmuş, bize köpüğü kalmış…

Meselenin bu yazıda öne çıkarılacak asıl konusuna dönersek, “helalleşme/helalleştirme” babında, aslında meselenin çok sıradan, kolayca geçiştirilen, genellikle sedanın da yüksek tondan çıktığı görülecektir. Normalde yaşarken, yüz yüze ve karşılıklı beyan ve iradi olarak gerçekleştirilmesi gereken sürecin emir komuta ile üstelik üç kere de tekrarlanan bir ritüelle geçiştirilmesi tam da günah savma babından, “mış gibi yapma” tarzında, bir oldu bittiye getirildiği görünüyor. Tek taraflı beyanın, imamın “Bizden yana da vekaleten helal olsun” beyanı (tam anlamıyla bir tiyatro) bir şey ifade etmese gerek! Gerçi tersinden düşünüldüğünde “helal etmemenin de tek taraflı bir boyutu oluşu hesaba katıldığında, kıymeti harbisinin olmadığı görülecektir. Şu modern zamanlarda İslam’ın hangi ahkamı tam ve aynıyla uygulanıyor da, varislerin terekeyi kabulleri gibi borçları da sükunetle karşılaması beklenecek! İş mahkeme-i kübraya kaldığına göre taraflardan birinin göçmesi neticesinde o akıbeti de ölçüp biçmemiz, taşlamamız doğru olmasa gerek! Kaldı ki hüsnü şehadet edenlerin sayısının çok olmasının da bir vicdani muhasebe ve duygusal yaklaşımdan öte bir getirisinin olacağı da söylenemez…

Elbette “kul hakkından” arınmış, temizlenmiş olarak huzura gelmek önemli ama bunun sözel ve tek taraflı bir beyandan öte fiili bir yönünün, gerçekliğinin olması gerekiyor. Ayrıca “Allah haklarının” önceliği ve diğer haklardan yalıtılamayacağı hakikati de ortadadır.

Tevbe 80’deki “Onların bağışlanması için Allah’a ister dua et, ister etme, onların affedilmesi için yetmiş kere dua etsen de Allah onları bağışlamayacaktır.” ifadesinin direkt Resulün kendine yöneltilmesi ve onun dindeki konumu düşünüldüğünde (özellikle şefaat algısı) mesele daha bir dikkat çekici hale geliyor. Sebep ise yine aynı “Allah’ın Resulünü inkar/nankörlük ve fısk/fasıklık, “münafıklık”; aslında kavramın hadiste karşılığı da “sözünde durmamak, yalan konuşmak ve emanete (Allah’a ve kullara ait) ihanet etmek olunca mesele ne kadar yalın ve sade hale geliyor, anlaşılır oluyor değil mi?

Sağlığında helallik alması gerekenin gıyabında/ölümü ardından “helallik vermek”, onun adına bir talepte bulunmak önemli, dikkate alınabilir olsa da asıl yönün ters işlemesi ve iradi bir boyutunun olmaması da hesaba katılmalıdır (alan açısından). Ama meselenin kayda değer boyutu insanlık icabı, hayatın sosyal ve beşeri münasebetler sebebiyle oluşmuş, pek de farkında olunmayan, kasıt da içermeyen hata, ihmal ve ihlallerden doğan kısmın meccanen hibe edilmesi, hak ve alacaklardan feragat edilmesi, helallik verilmesi de önemli olsa gerek…

Aksi durumda pek vuku bulmasa da işin mirasçıları ilgilendiren kısmıyla da alakalı ve mezhebi/fıkhi ayrıntıları bir tarafa (orası zemini değil zaten, o anki ortamın nezaketi, duygusal yoğunluklar sebebiyle çok farklı tepkilerle de karşılaşılabilir -ki şahit olduğum bir cenaze namazı helalleşmesi esnasında musalladaki babasına, diğer kardeşini kayırması -sonra öğrendiğimiz- sebebiyle “hakkımı helal etmiyorum” diyen oğulun handiyse linç edileceği, akrabaların elinden zor alındığı örneği de düşünüldüğünde meseleyi daha çözümsüz hale getirebilmektedir. Bu arada dillendirilemeyip yutulanlar düşünüldüğünde bizleri samimiyet ve liyakat anlamında, teslimiyet ve temsiliyet anlamında daha çok fırın ekmek yememiz gerektiği de aşikâr oluyor! Ya da ‘çok ekmek yediğimizden ‘ekmek kafalılık’ mı söz konusu acaba!? Veya yutturulan dolmaların bir an önce hazmı mı gerekiyor, defi hacetle atılması mı?!

Ve fakat bu işin normal vasatta özellikle mirasçıların konu komşudan talep edeceği çok makul ve somut “helalleşme”, alacak-verecek meselesinin halli konusu da ihmal edilmemelidir. Bu ilişkilerin normal şartlarda (Bakara 282) şahitler huzurunda kayda geçirilmiş olması tercih edilmesi gereken yoldur. Ne yazık ki söz uçuyor, yazı kalıyor! Şahitlik meselesi de pek ciddiye alınmayan hususlardan ne yazık ki…

Neyse konudan uzaklaşmadan asıl konumuza, meselenin bam teline dönelim: Emir komuta ile üçlü formda ve akabinde bilvekale tahakkuk ettirilen “helalleşme” seremonisinden daha dikkat çekici olan bazı görevli veya namazı kıldırıp helallik alan kişinin durumdan vazife çıkararak “merhum/merhumeyi nasıl bilirdiniz, iyi müslüman mı idi, muvahhid müslüman olduğuna şehadet eder misiniz?” şeklindeki zaid sorularıdır. Soru zaid bir soru zira ne soran ne de soruya muhatap olan ve ne de gıyabında bu sıfatlara konu kılınan cenazenin durumdan, kavramdan genellikle ve büyük çoğunlukla haberdar olduğu söylenemez, ne yazık ki! Hal-i pür/zül melalimiz bu! Hal-i hazırda kişi, doğumdan ölüme İslam’ın sadece tabiri caizse kenarından köşesinden ve dahi o görevlinin mensubu bulunduğu camianın kendilerinden istenilen, buyrulan kadarı ile muhatap olmuş, sualdeki kavramı (muvahhid/muvahhide) belki de duymamış, duysa bile manasından ve getiri-götürüsünden haberi dahi olmamıştır. Teşkilatının faiz paralarından oluşan bütçesi ile, piyango paraları ile İHL açılan, ekonomisinden siyasetine, kanunlarından eğitimine hiçbir konuda “Tevhid” dikkate alınmayıp tersi icraatlerin yapıldığı zaman ve zeminlerde soru zaid değil, aslında “günah çıkarma” seansı ile “cürmü meşhut” bir durumdur. Her şeyimiz fasid ve aykırı hasılı… Kitle, bilmediği hususta (hem kendisi hem de mevta açısından ne anlama geldiğine dair) yalan şehadete mahkum kılınmakta, zulme, tacize uğramaktadır. Aslında bu bir hakarettir de! Ne soran farkında, ne kendisine soru sorulan ve ne de hakkında kanaat istenen mevta farkında! Zaten dikkat ederseniz -ki ediniz- o ekstra sorudan sonra cemaat bir duraksama içinde “ses kısılmasına”, volüm düşüşüne uğramaktadır.

Bu soru hakkıyla, layıkı ortamlarda İslam’la müşerref topraklarda sorulsa o zaman hem soru hem de cevabı anlamlı olacaktır. Zira (Bakara 81 ve 84 ve sair ayetler) bırakın müşrik, kafir, zalimin musallada “dil ile şehadet edilerek” beraat ettirilmesi, yalan şahitliğe prim verilmesini bunların musallaya alınmaları (Esasen o tarz bir eğilimin böyle bir talebi de olmayacaktır, mezarlıklar da ayrı tahsis edilecektir!) mümkün olmayacaktır. Münafık taife için ki “ne onlardan ne bunlardan, nifak içinde, çok yüzlü, konjonktürel çıkarcı eğilimler’’ işte o sual anlamlı olacak ve cemaattekilerin doğru şehadeti ile (elbette varsa) onlar da ayrı bir muameleye tabi tutulacaklar, Müslümanların musalla ve mezarlıklarından mahrum bırakılacaklardır, asıl mahrumiyeti ötede yaşayacakları ayrı… Keza cemaatte bir tanıklık gerçekleşmezse her ne kadar helallik alsalar, hüsnü şehadet görseler, musallaya alınıp müslüman mezarlığına defnedilseler de bu ilahi adalet ve muhakemeden/muhasebeden de beraat edecekleri anlamına gelmez…

Düşünsenize bir görevlinin niteliği malum bir mevtanın namazını kıldırmayı reddetmesi ve yine cemaatten birinin musalladaki meyyit/meyyite için “iyi bilmezdik, muvahhid değildi” dediğini… “Şok” kelimesi kurtarır mı, manzarayı resmetmeyi… Hele düşünün “muvahhid” kavramının zıttının/karşıtının “müşrik” kavramı olması bilgi ve bilinci içinde bu “muvahhid miydi” sualini tam, gerçek ve efradını cami, ağyarını mani şekilde cevaplasak ortaya nasıl bir manzara-i umumi çıkar! Gel gör ve tenakuza bakınız ki, Allah’ın dini ile taban tabana zıt demokrasi rejiminin, dinin sınırlarını korumak için değil de dinin sınırlarını kah esnetip kah daraltarak yeni sınırlara hapsedip sadece iş ve işleyişe meşruiyet taşımakla muvazzaf teşkilatı, din görevlilerini gözetleyip murakabe ederken bir taraftan da bu zaid suale ve cevabına göz yummaktadır. Böylece sapla saman karışmış, at izi it iziyle örtülmüş olmakta ve vaziyet idare edilmiş, seremoni gerçekleşmiş olmaktadır.

Dirisine bir hayrı dokunmayan, dinin doğrusuyla buluşmasına asla ve kat’a izin vermeyip gölge ederken, ölüsünü de istismar etmeye devam eden diyanet teşkilatı bir taşla kaç kuş vurmuş oluyor! Dirimizi de ölümüzü de taciz etmeye devam ediyor! Hem bu zemini oluşturuyor, hem de bu zeminden besleniyor! ‘Aşı olmamanın kul hakkına girdiğinden’ dem vuran din işlerinin yürütme(!) işiyle muvazzaf teşkilatından ‘Allah haklarından, gerçek kul haklarından ve helalleşmenin normal yolundan’ bahsetmesini beklemek pek mantıklı ve olası gelmiyor.

Bakınız bizlerin gulat, sapkın, şaz kabul ettiğimiz, Anadolu folklorik algısının merkezinden Alevi kesimin cenazede ‘Nasıl bilirsiniz?’ sualine ‘Allah rahmet etsin!’ diye cevap veriyor oluşları, ana akım omurgaya nazaran farkındalığın en azından bir yönünü göstermesi açısından dikkate alınır bir durumdur. Ekabir ve devletlu törenlerinde daha apoletlilerin ‘Lütfen helal ediniz!’ şeklindeki naif ve nazik görünen bir beyanatın ise iler tutar tarafının olmamaklığı bir tarafa, daha alt bir seviyeyi içerdiği kesindir!

Kafası karışık, karıştırılmış ve durulmasına türlü vesile entrikalarla izin verilmeyen kitle ne zaman bu işe uyanır “Ne oluyor, dirimizden ve ölümüzden de elinizi çekin!” derse, hesabını diri iken tutturmanın, “helalliği” kul hakkı ile Allah hakkının arasını ayırmadan sağlığında ve iradi olarak almaya çabalarsa ve “muvahhid miydi?” sualine cenaze namazındaki cemaatin ne dediğinden önce ve öte “bilgi ve iman muvacehesinde” tasdik, ikrar ve ameli salihat içinde “ittika” evsaflı bir istikamet üzere olur ve kalırsa bir umut ışığı belirmiş, büyük bir adım atılmış olacaktır, o tacizden ve verilen onca tavizden kurtulmak adına…

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *