Medeniyet tartışmasında neredeyiz?

Medeniyet tartışmasında neredeyiz?

Gerçek bir yüzleşmeyi yapabilecek entelektüel kavrayışa ve cesarete olan ihtiyaç her geçen gün daha kritik bir düzeye doğru geliyor. Fakat, tekrar etme pahasına söyleyecek olursak, sadece Batı medeniyetiyle değil, yapacağımız yüzleşmenin kendimizle, dahası tarih dediğimiz olguyla bir arada yapılması gerektiğini unutmamak gerekiyor.

Ali K. Metin / Star-Açık Görüş

Modernleşme sürecinin bir süre sonra özellikle İslam dünyası içinde medeniyet sorunsalını peydah etmesi boşuna değil. Değişimin bir medeniyet krizi olarak algılanması bile yaşanan travmanın derinliği ve niteliği açısından önemli bir gösterge. İnanç ve değerler dünyamızla adına muasır medeniyet dediğimiz vakıa arasındaki çelişkiye değilse de çatışmaya dair bir dışavurumun ifadesi. Bunun bir çelişkiden mi yoksa çatışmadan mı kaynaklandığı sorusunun, burada çok temel ve ayırt edici olduğunu öncelikle belirtmekte fayda var. Aslında bütün tartışma bu sorunun etrafında dönüyor, dönmelidir diyebiliriz. Moderniteyle İslam arasında bir çelişki olmadığı kanaati, bilindiği gibi Osmanlı aydınlarının ortak paydasıydı. Bilhassa “devletin bekası” meselesini merkeze alan siyasal ve düşünsel pragmatizm, bir taraftan vahdetin toplumsal, ideolojik imkanlarına teksif olurken, diğer taraftan batı medeniyetinin gerçekleştirdiği modernleşmenin zorunluluğundan hiçbir şüphe etmedi. İslamcılık da dahil bütün ideolojiler tarafından modernleşme bir kurtuluş reçetesi olarak kabul gördü. Modernitenin, dolayısıyla batı medeniyetinin ezici üstünlüğü karşısında, Osmanlı aydınları gayet sağduyulu bir yaklaşımla davranmayı bildiler. Pragmatizmin en kayda değer ve en güçlü düşünsel aygıtı/melekesi olan sağduyu, kritik zamanlardaki işlevini belki de en güzel şekilde yerine getirmiş oldu. Aslında Osmanlı’nın hep var olagelen pragmatizmi münevver tabakaya olduğu gibi sirayet etmiş, diyebiliriz ki Yirmisekiz Mehmed Çelebi’den başlayarak Yahya Kemal, Mehmet Akif’lere kadar silsile halinde devam ettirilen düşünsel bir geleneğe dönüşmüştü. İmparatorluğun devlet merkezli refleksleri, nihayetinde Osmanlı münevverleri ve ardılları üzerindeki hegemonik etkisini süreğen hale getirebilmiştir. Bunu, tarihin koşulları içinde bizim kıymetli bir hasletimiz olarak ortaya çıktığını tespit etmek adına söylüyoruz. Pragmatizm ve sağduyu, bir hayat memat meselesi karşısında hepimiz için elzem şeylerdir çünkü.

Çatışmanın temelleri

Ancak Batı modernleşmesi karşısında kolayca büyülenen toplumları hep zaten aynı kader beklemektedir: Batın medeniyetinin vagonu olmak. Bahsettiğimiz anlamda pragmatik yetenekleri ve sağduyusu gelişmiş olsa da olmasa da, büyülenme hali toplumları eninde sonunda yerinden edecektir, etmiştir. Bizim ise yaşadığımız travmaya ve başkalaşmalara rağmen, İslam, elimizin altında güçlü ve ayrıştırıcı bir potansiyel olarak hep var oldu. Pragmatizme rağmen, İslam’ı bir varoluş meselesi olarak kavrama ve toplumsallaştırma ihtimali, yaşadığımız travmatik ama tamamen negatif bir yere koyamayacağımız değişimin sosyo-kültürel dip katmanlarında canlı bir nüve halinde yaşamaya devam etti. Bu nüve, Batı medeniyeti içinde tamamen eriyip kaybolma ihtimalinden hala uzak sayılmaz elbet. Bilhassa 20. yüzyılın son çeyreğinde yaşanan “toplumsal-siyasal değişim”ler, medeniyetler çatışması tezini ve/veya algısını üretecek bir düzeye kadar geldi. Fakat söz konusu değişimlerin hala dip katmanlardaki alevlenmelerden kaynaklanan nispeten konjonktürel denebilecek bir çatışmadan ibaret olup olmadığı sorusu önemini ciddi şekilde koruyor. Başka deyişle, İslam’ın/İslam kültürünün Batı medeniyetine ne düzeyde entegre olacağı, ne düzeyde tezat bir var oluşu mümkün kılacağı hususu önümüzde hala çetrefil bir mesele olarak durmakta. Tam da bu sebeple, İslamcılık diye kategorize ettiğimiz her türlü düşünme biçimi, meselenin bam telini oluşturmaktadır. Bir medeniyet çatışması söz konusuysa, olabilirse eğer, bunun görünen en önemli müsebbibi İslamcılık olacaktır.

Gerilim kaynağı

Buradan yine de İslamcılığın illaki bir medeniyet çatışmasını doğuracağı sonucuna varılmamalı. Pekala Abdülhamit İslamcılığı veya günümüzün cari İslamcılıkları açısından bakıldığında medeniyet çatışmasından kaçınılmaz diye söz etmek fazlasıyla zorlama bir değerlendirme olur. Batı medeniyetinin çeperlerinde İslam bir gerilim kaynağı olarak belki hep var olacak, belki de öngöremeyeceğimiz bir gelecekte söz konusu medeniyetin çok kültürlülük mozaiği içinde muhtelif desenlerden biri olarak bütünüyle asimile olacak. Medeniyetler ittifakından murat edilen de bu. Ancak burada kavramları gerçek anlamda netleştirecek bir zihin berraklığına ihtiyacımız var. Bunun aynı zamanda kavramlarla ilgili bir inşa, bir perspektif geliştirme anlamına geldiğini biliyoruz. İslam’ı İslamcılıktan, İslamcılığı medeniyetten ayrıştırmaya çalışmanın en azından kolay olmadığını, böylesi kolaycılıklar sebebiyle meseleleri tartışmada yol alamadığımızı söylemek gerekiyor. Medeniyetin tek olduğu iddiası ne kadar şüphe verici ve bir anlamda fazlaca “totaliter” (entegrist) bir yaklaşımsa, çoklu medeniyet anlayışı da bir tarafıyla halen romantik ve retoriksel bir iddia gibi gözükmeye devam ediyor. Medeniyeti var kılan, kılabilecek temel dinamikler ve değerler açısından bakıldığında, insanlığın bugün evrensel bir bilincin hamuruyla yoğrulduğunu görmek hiç zor değil. En azından var olan medeniyetin habitatı içinde yaşamakta olduğumuz fiili gerçek bu.

Yüzleşme koşulları

İslam’ı mevcut habitat içinde bir yere koyarak Müslümanca yaşayabileceğimizi pekala düşünebiliriz. En pragmatik, belki sağduyuya en uygunu ama aynı zamanda en kolay olan da budur hem. Bunun ne kadar sahih yani İslam’a ne kadar uygun olup olmadığı ise buradaki pragmatizmden de sağduyumuzdan da bağımsız, en can alıcı mesele olarak varlığını koruyacak. Dahası İslam’ın toplumsal, siyasal bir hayat tasavvuru olarak nev-i şahsına münhasır bir konuma ve perspektife sahip olma ihtimalini/potansiyelini göz ardı ederek veya hiçe sayarak İslam adına önümüze konan her iddia kolaycılıkla maluldür. Osmanlı aydınlarının pragmatik gerekçelerle Batı medeniyetine gösterdikleri ilgi ve itibarı bugün yine aynı psikolojiyle sürdürmek, İslam cephesinden bakıldığında kabul edilebilir değil. Konu pragmatizmi aşmış ve artık Batı’yla olduğu kadar kendimizle de yüzleşme meselesine gelmiştir çünkü. Kendimizle yani ne olduğumuz ve olmak istediğimiz meselesiyle bugün her zamankinden daha fazla karşı karşıya bulunuyoruz. Bu yüzleşmeyi ne kadar ve ne şekilde yaptığımız, günümüz Müslüman aydınları açısından tahfif edilemeyecek en temel sorunlarımızdan biri.

Ancak benzer bir kolaycılığa düşme tehlikesi, İslam’ı, İslamcılığı bir medeniyet ideasıyla ilişkilendirirken de yok değil. İslam’ın evrensel nitelikteki varoluşsal değerleri ile medeniyet olgusu/tasavvuru arasında kurulabilecek ilişkilerin İslam’la veya İslamcılıkla kaim bir nitelik taşıdığından emin olamadığımız takdirde, söz konusu medeniyetçi yaklaşımın bizi retoriksel bir İslamcılığa doğru götürmesi ciddi bir ihtimal haline gelecektir. İslam’la medeniyet arasında kurduğumuz ontolojik ilişki (İslam’ı izhar ettirecek bir medeniyet anlamında), bizim itikadi hassasiyetimizin olmazsa olmaz bir gereği olmakla beraber, tevarüs ettiğimiz tarihi ve kültürel İslam’ın, dahası İslamcılık geçmişimizin etkisi altında şekilleniyor olabilmektedir. Dolayısıyla medeniyeti, evrensel değerleri, kurumları ve kendine özgü hayat tarzıyla mücessem bir olgu olarak düşündüğümüzde, bunun öncelikle Batı medeniyetini öteleyen temel evrensel hususiyetleri etrafında bir zihin açıklığını sağlamak gerekir. Aksi halde, geliştirdiğimiz medeniyetçi reflekslerin, reaksiyoner İslamcılıkla malul birer retorikten ibaret olma ihtimali çok yüksektir. Tabii retorikle hakikat arasındaki farkı tebarüz ettirmek bu işin en zor kısmı gibi gözüküyor. Retoriği ve söylemleri sorgulamak için bir taraftan İslam’la medeniyet arasındaki ontolojik ilişkiyi iyi temellendirmek, diğer taraftan bizatihi medeniyet vakıasının tarihsel gelişimi hakkında doğru bilgilere sahip olarak evrensel bir perspektife ulaşmak zorunluğundayız. Burada da dünle bugün arasındaki değişimi anlamak, tarihin anlamına olabildiğince nüfuz etmek gibi bir olmazsa olmazımız var.

Tarihin yeni dinamiği

Tarihin dünyayı da insanlığı da büyük değişimlere maruz kıldığı bir gerçek. Moderniteden öncesi de olan bu süreç, şüphesiz ki moderniteyle beraber çok daha kapsamlı ve şiddetli bir yöne doğru evrildi. Modernite öncesinde farklı adalar halinde yan yana yaşayan ve ancak belli düzeydeki alışverişlerle birbirini besleyen veya etkileyen medeniyetler, modernitenin büyüsüyle adeta terk-i diyar etti. Tabii ki ölen veya can çekişen medeniyetler hayatın akışına müdahale etmeyen belli unsurlarıyla yine de yaşamaya devam ediyor. Yahya Kemal’in baktığı taraftan hayatımıza tarihi ve estetik bir dekor, bir fon olarak katkı verebiliyor. Fakat bu, tartıştığımız anlamda medeniyetin yaşayan ve yaşatan tarafı değil. Modernitenin tarihe dahil olmasıyla birlikte medeniyetlere dair her şey yerinden oynadı. Bu boyutlarda ve bu hızda bir kırılmanın tarihte ilk defa yaşanıyor olması yaşadığımız medeniyet krizini ister istemez travmatik bir hale getirmiştir. Geçmiş zamanlarda sosyo-ekonomik, sosyo-kültürel etkenler medeniyet değişimleri için kafi olabiliyorken, modern zamanlarda bunun pek o kadar kolay olmadığı, yeni bir belirleyicinin ortaya çıktığı görüldü. İdeolojiler ve daha genel anlamda düşünce dünyası (entelektüeller, sanatçılar) modern dönemlerin az veya çok güçlü bir belirleyicisi haline geldi. Ancak modernite için güçlü bir imkan olan bu belirleyici, zaman içinde handiyse kendi paradoksunu da üretmeye başladı. İslam’ın İslamcılığa ve/veya alternatif, farklı bir medeniyet tasavvuruna yönelik düşünce arayışlarına kapı açması, bu paradoksun çok açık bir göstergesi. İslam’ın ideoloji ve medeniyete kaynaklık etme potansiyelini keşfetme çabaları, sürecin bir gereğidir kuşkusuz. Söz konusu arayışların, geçmişte olduğu gibi pragmatizmle kuşatılabileceğini beklemekse bugün için hiç gerçekçi görünmüyor.

Ne pragmatizm ne de kolaycılık ve içi boş romantizm! Gerçek bir yüzleşmeyi yapabilecek entelektüel kavrayışa ve cesarete olan ihtiyaç her geçen gün daha kritik bir düzeye doğru geliyor. Fakat, tekrar etme pahasına söyleyecek olursak, sadece Batı medeniyetiyle değil, yapacağımız yüzleşmenin kendimizle, dahası tarih dediğimiz olguyla bir arada yapılması gerektiğini unutmamak gerekiyor.

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *