Kur’ân-ı Kerim’de devlet talebi ve İslâmî devlet

Kur’ân-ı Kerim’de devlet talebi ve İslâmî devlet

Hayrettin Karaman, “İslâm, devlet, düzen” başlığı ile kaleme aldığı son iki yazısında, İslami devlet düzenine ilişkin görüşlerini ve temel kavramları hatırlattı, Kur’an’ın bir devlet düzeni vaz ettiğini 10 temel Kur’ani kavrama dayanarak vurguladı.

Değerlendirmesini bir soruya yanıt şeklinde çerçevelendiren Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Yeni Şafak’taki son iki yazısında, Kur’ân-ı Kerim’de devlet talebinin ve İslâmî devletin temel kavramlarına ilişkin, daha önce bir röportajda anlattıklarını özet bilgi olarak yeniden aktardı. Karaman’ın yorumu şöyle:

Soru

Taliban’ın İslâmî devlet kararını açıklaması üzerine durumdan vazife çıkaran bazı kimseler İslâm’ın laiklikle bağdaştığını, bazıları İslâm’ın veya dinin devleti olamayacağını, bazıları şeriatın mutlak manada hukuk demek olduğunu… iddia ediyor yazıp çiziyor ve konuşuyorlar.

Müslümanların devleti, siyaseti, hukuku, ahlakı, hayat tarzı İslâm’dan bağımsız olur mu?

Cevap

Bence asla olmaz. DAİŞ, Taliban, Mursi, Gannuşi, bugünkü Mısır İhvanı, Malezya’nın… İslâmî devlet anlayış ve temsilleri farklıdır. İdeali daha da farklı olur ama Müslümanların kendilerini bu alanda da temsil eden devletleri olmak durumundadır.

Teori ve inanç başkadır, mevcudu inkâr veya meşrulaştırmak başkadır. İslâm’ın inanç olarak da ibadet ve ahlaktan başkasına karışmadığını, bu alanları serbest bıraktığını kabul etmek vahyin kesin talimatına aykırıdır.

Şöyle bir modern iddia/görüş daha var:

“Vahiy kaynağını anlama ve ondan hüküm çıkarma ancak yorumla olur. Yorum beşeridir hatta bireyseldir. O da o kişinin dini olur, bizatihi din olmaz…”

Benim buna da katılmam mümkün değildir; çünkü vahyin farklı anlayış ve yorumlara imkân vermeyen kesin ve açık kısımları vardır. Tarih boyunca ümmetin ortak anlayış ve uygulamaları, dini ve medeniyeti ile Müslüman topluluklarını oluşturmuştur. İçtihatla çıkarılan hüküm de müçtehidin ve ona uyanların itikadına göre müçtehidin icat ettiği dini değildir, vahiy kaynaklarından Müslüman aklı ve usul ile çıkarılmış (keşfedilmiş) hükümdür, bu da İslâm’dır.

“Devlet yoksa din de yoktur, olmaz” gibi bir ifadem de düşüncem de yoktur. Ama devlet olmayıp müminlerin dinleri olunca bu din onları devletlerini var etmeye sevk eder. Bunun için müminler ilk fırsatta devlet ve hükümetlerini kurdular.

Müminler, şeriatı lağveden bir devlette mecburen yaşarlar ama rahat, mutlu ve yükümsüzlük halinde olamazlar. Ferdî hayatlarında tam’a yakın, toplum hayatında imkân buldukları ölçüde şeriatı uygulamaya çalışırlar; ayrıca hikmet, itidal, danışma, tedriç kurallarına uyarak imkânı var etmeye çalışırlar, çalışmalıdırlar.

Buraya kadar yazdıklarım bugüne ait cevabımdır. Bundan yirmi küsur yıl önce de (aslında çok daha önce, mesela 1926’da Mısır’da) bu konular tartışılmıştır. Mısır’daki tartışmayı Mukayeseli İslâm Hukuku isimli kitabımın birinci cildinde özetlemiştim. Bu konu gündeme gelmiş, benimle yapılan bir röportaja verdiğim cevapta Kur’ân-ı Kerim’de devlet talebinin ve İslâmî devletin temel kavramlarının bulunduğunu açıklamıştım.

O röportaj hayli uzun, burada hem güncellemek, hem de özetlemek gerekecek, yine de köşe yazısı ölçeğine sığmayacağı için bir iki parçaya böleceğim:

Hocam Kur’ân’daki siyasi kavramlardan başlayalım isterseniz. Kur’ân’ın siyasete bakışı nedir? Kur’ân’ın bütününde siyaset ne kadar yer kaplamaktadır?

Bence Kur’ân-ı Kerim’de siyaseti kavram ve kurum olarak belirleyen ve çerçevesini bize veren anahtar kelime vardır. Bu kelimeleri, tevhid, itaat, hilâfet, bey’at, şûra, emir bi’l-maruf nehiy ani’l-münker, velâyet, mülk, hüküm, topluma yönelik (bireye bırakılmamış ama yapılması gereken) emirler ve yasaklar olarak sıralayabiliriz. Bu kelime ve kavramların açılımı yapıldığında hemen hemen İslâm’ın siyaset teorisi ortaya çıkarılmış olur.

Tevhid

Allah’ın yaratıcı, ma’bûd, kâinata hâkim (kayyûm), hüküm koyucu ve hükmedici olarak bir, tek, eşsiz, ortaksız, benzersiz olduğu gerçeğidir. Diğer ilkeler bu tevhid ilkesinin açılımı sayılabilir.

Objektif bilgi ile Allah’ın verdiği sabit olan izin ve selâhiyet bulunmadıkça veya kullar meşru yollardan, sözleşmelerle razı olmadıkça hiçbir kimsenin diğeri üzerinde “hakimlik, sahiplik, üstünlük, yöneticilik” hakkı ve selâhiyeti yoktur. Bütün insanlar aynı unsurdan yaratılmışlardır, kulluk ve itâat yalnız Allah’adır.

İtâat

Allah’a, Hz. Muhammed(s.a.)’e ve ülü’l-emre itaat edilmesi gerektiğine dair emirler Kur’ân’da sıkça geçmektedir. Bu sıralama, aynı zamanda bir hiyerarşik sıralamadır. Aşağıdan yukarıya doğru bu hiyerarşiyi açmamız gerekirse: “Mahlûk kim olursa olsun Hâlik’a isyan noktasında ona itaat edilemez.” Ya da Yaratan ile yaratılanın emirleri yan yana geldiğinde, tercih mutlak olarak Yaratan’ın emirleri doğrultusunda yapılmalıdır. Bu noktadan değerlendirdiğimizde, ülü’l-emre itaatin şartı, onların emirlerinin Allah’ın emirleriyle mutabık olmasıdır. Resul’e itaat için de aynı şey geçerlidir. Fakat burada ayrı bir özellik vardır. Resul kavramının zımnında emir ve buyruklarının, tabii olarak Allah’ın emir ve buyruklarıyla mutabık ve muvafık olması zarureti vardır. Bu vasfın zımnen bulunmuş olması hasebiyle, ayrıca üzerinde durmamıza gerek kalmıyor. Çünkü yeryüzünde Peygamber’in hataya düşmesi ve günah işlemesi, örnek olacağı için, Allah tarafından engellenir. Şayet hata ve zelle olsa bu da yine ümmete bir örnek tatbikat olarak intikal etmez. Bu yüzden de Allah tarafından ikaz edilen beşer nev’i, peygamberlerdir. Bu itaat kavramı bize İslâm’ın siyaset teorisinde, siyasetin aşkın referansını veriyor; İslâm’da siyasetin, siyaset mekanizmasında geçen din-devlet, din-toplum, devlet-toplum ve fert-toplum ilişkisi ve devlet kavramı içerisinde yer alan yasama, yargı, denetleme, yürütme gibi bütün ilişki ve fonksiyonların bir ilâhî referansa bağlı olduğunu ve Allah’a itâat mükellefiyeti içerisinde cereyan edeceğini gösteriyor. İtâat kavramı ile ileride açıklanacak hüküm ve mülk kavramları arasında bir içiçelik ilişkisi bulunduğuna da burada işaret etmek gerekir.

Hilâfet

Bunun da Kur’ân-ı Kerim’de defaatle geçtiğini görüyoruz. İnsan, Cenab-ı Hakk’ın yarattığı yeryüzünün halifesi sıfatına sahiptir. Burada hilafet dendiği zaman “birinin yerini alma, birinin yerine geçme ve onun namına tasarruf etme selâhiyetine sahip olmayı” anlıyoruz. Dolayısıyla ister Allah’ın halîfesi olalım, ister Allah Teâlâ’nın bize bu sıfatı uygun gördüğünü düşünerek yeryüzünün halifesi olalım durum aynıdır; ikincisinin üstten bağımsız olmadığı ortadadır. Yani, insanın yeryüzündeki tasarrufu, tayine istinat eder ve kayıtlıdır. Hilafetin en üst kamu yöneticisine sonradan unvan olarak verildiğini biliyoruz. Ama Kur’ân terminolojisine göre her insanda, bilkuvve özellikle de her sâlih müminde bilfiil bu vasıf vardır, olmalıdır. Bunun yüklediği misyon, ilâhî iradeyi yeryüzünde pratiğe aktarma misyonudur. Şimdi bu sıfatla bir fert, hayatında Allah iradesini tatbik etmekle yükümlüdür. Kamu alanında bu iradeyi tatbik etmek nasıl bir mekanizmayı gerektiriyorsa, onu kurmak da yine fertlerin ve onların oluşturduğu toplumun vazifesidir. İşte buradan devletin mekanizması, makamları, o makamlara uygun olan insanlar ve vasıfları… ortaya çıkar.

Kur’an’da (İslam’da) devlet, siyaset ve düzenle ilgili buyurucu ve dînî bir söylemin bulunmadığını, bu alanın beşeri düşünce ve düzenlemeye bırakıldığını iddia edenlere karşı en azından on kadar kelime ve kavramın bulunduğunu ifade etmiştik ve bunları açıklamaya çalışıyorduk.

Bey’at

Kamu alanında ilahi iradenin hakimiyeti ile fert-kamu temsilcisi arasındaki ilişkinin gereği olan kavramıdır. O halde ben, bendeki hilafet yükümlülük ve selahiyetini, kamu adına kullanmak üzere bir yerlere, birilerine vermeliyim, şartlı olarak vermeliyim ve o kişi, şartlara riayet ettiği müddetçe de ona itaat etmeliyim. Böylece birinci kavramla da bağlantı kurmuş olduk. İşte bu akdin adı bey’attır. Bu yüzden, bey’atı alelade bir seçimle eş tutmak pek doğru değildir. Bey’atta, diğer anahtar kavramlarla bağlantılı, daha geniş, daha derin, daha aşkın manalar vardır.

Meşveret (şûrâ, danışma)

Bu kavrama gelince, kamu hayatı, toplum hayatı gerekli kıldığı için bir fert hilafet çerçevesinde sorumlu olacaktır. Ve bir şartla onu, kamu hayatında selahiyetli kılmamız gereken makamların başına getirdik. Bizim o makamlara karşı, o makamların bize karşı hak ve sorumlulukları vardır. İşte bu da denetim ve şûra sorumluluklarıdır. Meşveret, sadece Kur’an-ı Kerim’de buyrulduğu için değil, arz etmeye çalıştığım siyaset teorisinin bütünlüğünün iktizâsıdır. Diğer kavramlarla yan yana getirdiğimiz zaman, denetim mekanizması gündeme gelir.

Bunun Kur’an’daki karşılığı emr-i bi’l-maruf, nehy-i ani’l münkerde de bulunabilir. Meşveret (şûrâ) meclisi tesis edildiği zaman, bu meclisin temelde iki vazifesinin olduğunu görürüz:

Birincisi: Bunlar halk adına, yönetime danışmanlık yaparlar ve fertlerin denetimine açıktırlar. Çünkü bütün fertler onlara bu selahiyetlerini bir şartla devretmişlerdir. Bu şartların yerine getirilip getirilmediğini kontrol etmek bütün fertlerin vazifesidir.

İkincisi: Denetimin kaynağı da burasıdır, bu meclistir. Toplum genişleyip yapılanması şekillendikçe, danışma ve denetimde temsîlî sistem bir zaruret olarak meydana gelmiş olur.

Emr-i bi’l-maruf, nehy-i ani’l-münker çerçevesinde itaat için gerekli olan şartların otoriteye devredilmesi ya da hal’edilmesinin (görevden uzaklaştırılmasının) ne şekilde olacağı fıkhi açıdan nasıl açıklanmıştır?

En başta itaat kavramından hareketle, kendisine itaat edeceğimiz Ülü’l-emr’in bir takım şartları taşıması gerektiğini de çıkarmıştık. Biz bu insanı, bu şartları taşıdığı için, bu vazifeyi yerine getireceği umuduyla bir makama getiriyor ve denetliyoruz. Ya şartları kaybettiğini ya da yetersiz kaldığını gördüğümüzde, Allah’ın bizi yükümlü kıldığı vazifeyi yerine getiriyoruz. Fıkıh diliyle konuşmak gerekirse, küfre, zulme, fıska, fücura sapan ya da yetersiz hale gelen bir selahiyet sahibini o makamdan uzaklaştırmak (azletmek, hal’etmek) ümmetin vazifesidir. Burada pek ihtilaf yoktur. İhtilaf ancak tatbikatında söz konusudur. Dengenin ve düzenin sağlanması ve önceliklerin belirlenmesi tartışma konusudur.

Velâyet

Emredici, bağlayıcı tasarruf ve temsil selâhiyeti demek olan velâyet ancak dini bir olanlar arasında caridir. Özel hukuk alanında din farkı velâyeti engellediği gibi kamu hukuku alanında da engeller.

Mülk

Hâkimiyet ve sahiplik manasında kullanılmıştır. Mutlak hâkim ve sahip Allah’tır. Kulların bu sıfat ve selâhiyetleri hilâfet ve vekâlet yoluyladır, iyretidir, şartlıdır ve sınırlıdır.

Hüküm

Bu kelimenin anlam ve içeriğinde “hâkimiyet” kavramının özellikle yasama ve yargı unsurları vardır. Kanun vâzı’ı (hâkim) Allah’tır. Kulların yaptığı (şekillendirdiği) kanunlar, kaideler, hükümler ya O’nun açık ifadesinin kanun kalıbına konmuş şeklidir, yahut da -ilâhi ifadede kapalılık varsa veya aranan hüküm açıklanmamış olursa- ictihad yoluyla ilâhi hükmün keşfedilmiş, ortaya çıkarılmış şeklidir.

Yargı da Allah’ın koyduğu kanunlara ve irşat buyurduğu usûle dayanarak dâvayı hükme bağlamak, hâkimin kanâat ve ictihadına göre O’nun hükmünü tesbit edip uygulamaktır.

Topluma yönelik (bireye bırakılmamış ama yapılması gereken) emirler ve yasaklar

Kur’an’da, savaş, barış, kamu düzeni, cezaların infazı, sosyal adaletin uygulanması gibi toplum ile ilgili pek çok açıklama, emir ve nehiy vardır. Allah Teâlâ bu emir ve nehiyleri kulların keyfine bırakmamış, icrasını istemiş, terk edilmesi halinde dinin de yaşayamayacağını, ümmete ait yurdun korunamayacağını, dinin maksatlarının ihmal edilmiş olacağını beyan etmiştir. İşte bu ictimâî, siyâsî, ekonomik, ahlâkî, uluslararası ilişkiler… ile alakalı ilâhî talepleri yerine getirmek ancak devletle olacaktır. Ve bu devletin temel nitelikleri ilâhî beyanda vardır; bu beyana ve başta Peygamberimiz (s.a.) olmak üzere örnek neslin uygulamalarına “lafız, maksat ve ruh olarak” aykırı düşen devlet ve düzen İslâmî değildir.

Bu on temel kavram ve ilkeye emaneti, ehliyeti ve mükellefiyet gereği hürriyet (veya sorumluluğun gereği olan dayalı selahiyet) ilkelerini ilave etmek de mümkündür, bunları yukarıdaki ilke-kavramlar içinde görmek de imkân dahilindedir.

Hilafet emanettir, emanet ehliyete riayeti gerektirir, insanlar emanete riayet, dünyaya geliş amaçlarını gerçekleştirmeye gayret ile yükümlü, bundan sorumludurlar. Sorumluluk ve yükümlülük ancak kişinin hak ve selahiyetleri olursa anlam kazanır ve yerine oturur. Bütün insanlar emaneti yüklenme ve hilâfeti îfa bakımından fırsat eşitliği içinde yaratılmışlardır. Dinde zorlama yoktur; dileyen mümin, dileyen kâfir olur (hürriyet), hiçbir kimsenin diğeri üzerinde peşin üstünlüğü yoktur (eşitlik); üstünlük hür irade ve çaba ile elde edilecek fazilete (takvâ), üstün vasıflara bağlıdır.

Emanet, ehliyet, hüküm ve mülk birlikte işletilince sosyal ve hukuki adâlete de ulaşılır.

Dinin, Müslüman hayatının bütününü kucakladığına inanmak zorunludur, bunu yaşamak ise şartların elverdiği kadar olacaktır; Allah Teâlâ kullarını, güçleri yetmeyen bir taleple mükellef kılmamıştır. Şartları oluşturmak için ilim, akıl ve hikmet ışığında çalışmak da müminlerin birinci vazifesidir.

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *