BAŞÖĞRETMEN

BAŞÖĞRETMEN

Herhangi bir dünya görüşünün temeli ta’lim-terbiyedir. Bu durum, yegâne hak din (hayat nizâmı) İslam söz konusu olduğunda da böyledir, insan hevâsına dayalı bâtıl ideolojiler için de böyledir. Zira bir dünya görüşü, kendisini topluma öğretim-eğitim yoluyla benimsetmeye çalışır.

Şükrü Hüseyinoğlu

İnsan hevâsına dayalı beşeri ideolojiler, bâtıl dünya görüşlerini topluma aktarmaya dayalı öğretim- eğitim ameliyeleri çerçevesinde “Başöğretmen” kavramını gündeme getirmişlerdir. Türkiye’de 1923’ten bugüne resmi ideoloji (dünya görüşü ve hayat tarzı) olarak, tepeden inmeci bir yaklaşımla (halk rağmen halkçılık!) topluma benimsetilmeye çalışılan Kemalizm ideolojisi de bu kavramı kullanmış, kullanmaktadır.

İslam’ın kavramlarına muttali olanlar, öğretim-eğitim (ta’lim-terbiye) denilince akla ilk gelmesi gereken kavramın “Rab” kavramı olduğunu bilirler. Dolayısıyla “Başöğretmen” kavramsallaştırması, doğrudan doğruya akideyle (iman akdiyle) ilgili, ona taalluk eden bir kavram olduğunu bilirler.

Nitekim, nüzul sürecinde ilk inen ve Yüce Allah’ın “Rab” sıfatının geçtiği ilk âyet grubu olan Alâk sûresi 1-5. âyetlerde, O’nun Rabliğinin öncelikli niteliği olan “insana bilmediklerini öğretmesine, kalemle yazmayı öğretmesine”, yani öğreten, eğitin, terbiye eden oluşuna vurgu yapılmaktadır:

“Oku, yaratan Rabbinin adıyla. Ki o, insanı alaktan yarattı. Oku. İnsana bilmediklerini öğreten, kalemle (yazmayı) öğreten Rabbin, en büyük kerem sahibidir.” (Alak, 96/1-5)

Görüldüğü üzere ta’lim ve terbiye (öğretim ve eğitim), Yüce Allah’ın “rab” sıfatının öncelikli anlamlarından biridir. Zaten “terbiye” ve “mürebbi” kelimeleri, “rab” kelimesiyle aynı kökten (r-b-b) türeyen kelimelerdir. “Rab” kavramının diğer bir temel anlamı da “yol gösteren”dir. Zaten, öğretim-eğitim ile yol gösterme, hayat tarzı belirleyip vaz etme arasında kopmaz, birbirini tamamlayan bir irtibat vardır.

Söz konusu âyet grubunda (Alak 1-5) yer alan ve dikkatimizi celbetmesi gereken bir incelik de vardır. Rabbimiz, kullarına ikram sahibi (el-Ekrem) oluşunu hatırlatırken, insana en temel ikramı olarak su, hava, yiyecek-içeceğe değil, onu bilmediklerini öğretmesini zikretmektedir.

Bu konuda benzer bir incelik, Rahman sûresinin başında da vardır. Rabbimiz orada, insanı yaratışından önce, ona Kur’an’ı öğretmesini zikretmektedir. Ki Kur’an’da bir kelime takdim veya tehir edilmişse orada bir vurgu söz konusudur. Rabbimiz, sûrenin ilk dört âyetinde şöyle buyurmaktadır:

“Rahman, Kur’an’ı öğretti. İnsanı yarattı. Ona beyânı öğretti.” (Rahman, 55/1-4)

Herhangi bir dünya görüşünün temeli ta’lim-terbiyedir. Bu durum, yegâne hak din (hayat nizâmı) İslam söz konusu olduğunda da böyledir, insan hevâsına dayalı bâtıl ideolojiler için de böyledir. Öğretim-eğitim ile yol gösterme, hayat tarzı belirleyip vaz etme arasında birbirini tamamlayan bir irtibat olduğunu belirttik. Zira bir dünya görüşü, kendisini topluma öğretim-eğitim yoluyla benimsetmeye çalışır.

Kısacası, insanlar için yol göstericilik, dünya görüşü ve hayat tarzı belirleyip vaz etme ameliyesi “rab” kavramının kapsamına girdiği gibi, o dünya görüşünü, hayat tarzını benimsetmeye yönelik öğretim-eğitim faaliyetleri de bu kavramın kapsamında yer almaktadır. 

İşte “Başöğretmen” kavramı, akidenin (iman akdinin) temel kavramı olan “Rab” kavramı ile doğrudan ilgisi sebebiyle üzerinde önemle durulması, İslam’ın sözünün güncel boyutlarıyla ifade edilmesi ve toplumda tevhid ekseninde bir farkındalık oluşturulması gereken mühim bir kavramsallaştırmadır.

Yüce Rabbimiz biz kullarını yoktan var etmiş ve yarattıktan sonra da kendi halimize bırakmamıştır. Bize, dünyada da, âhirette de bizi güzelliklere kavuşturacak tertemiz yolunu bildirmiştir: “(İbrahim, dedi ki): Beni yaratan ve bana yol gösteren O’dur.” (Şu’arâ, 26/77)

Rabbimiz, insana yeryüzünün halifeliği sorumluluğunu yüklediği gibi, bu sorumluluğun gerektirdiği donanıma sahip kılmak üzere ona isimleri öğretmiştir: “Ve Allah, Adem’e bütün isimleri öğretti…” (Bakara, 2/31)

Varlık ve hayata dair genel bilgileri ifade eden “isimlerin” yanı sıra, el-Hâdi olan Rabbimiz insanlara kendi içlerinden seçtiği Peygamberler ile hakla bâtılı, helalle haramı bildirmiş, onlara tertemiz bir dünya hayatı ve onunla kazanılacak ebedi âhiret saadetinin yolunu göstermiştir. Kitab-ı Kerim’in tüm beyanları ve Rasulullah (a.s.)’ın bu beyanlar doğrultusundaki güzel örnekliği (Sünneti), bir bütün olarak Rabbani ta’lim ve terbiyeyi ifade ederler.

Kur’an’ın konuyla ilgili beyanları, ta’lim ve terbiyenin külli anlamda Yüce Allah’ın hakkı olduğunu, O’nun yegâne hak “Rab” oluşunun gereği olarak külli anlamda “Başöğretmen”lik ve “Başeğitmen”liğin ancak O’na has olduğunu bildirmektedir. Yaratan ve yaşatan O olduğu gibi, yol gösteren ve bu yol göstericiliği kapsamında kullarına öğretip onları eğiten de O’dur.

Yine Rabbimizin şu ve benzeri beyanları da bize, cüz’i anlamda, yani beşeri plandaki “Başöğretmen”in ise Rasulullah (a.s.) olduğunu ifade etmektedir:

“Nitekim size, kendinizden, size ayetlerimizi okuyacak, sizi arındıracak, size Kitap ve hikmeti öğretecek ve bilmediklerinizi bildirecek bir elçi gönderdik.” (Bakara, 2/151)

“Ümmilere içlerinden, kendilerine âyetlerini okuyan, onları temizleyen, onlara Kitâb’ı ve hikmeti öğreten bir Peygamber gönderen O’dur. Kuşkusuz onlar, önceden apaçık bir dalâlet içinde idiler.” (Cum’a, 62/2)

Tabii ki bu söylediklerimiz, yegâne hak din (dünya görüşü ve hayat nizâmı) olan İslam için böyledir. Rabbimizin biz kulları için yol göstericiliği demek olan İslam’ı kendileri için din (hayat nizâmı) olarak benimsemeyen, onun yerine insan hevâsının ürünü olan bâtıl ideolojileri din (hayat nizâmı) edinmiş olan fert ve topluluklar için “Başöğretmen”, tabiatıyla o bâtıl dünya görüşünü peydahlayan veya Türkiye örneğinde olduğu gibi başka yabancı toplumlardan kopyaladığı bâtıl ideolojileri kendi toplumuna dayatmaya kalkışmış olan figürlerdir.

Bu noktada, “Kâfirûn sûresinden mülhem olarak, “Herkesin ‘Başöğretmeni’ kendinedir” diyebiliriz. Hiçbir fert, toplum veya sistem, kendi “Başöğretmen”ini başkalarına dayatmamalıdır. Dinde zorlama yoktur. İnsanlar, bir imtihan olan dünya hayatında muhayyer bırakıldıkları üzere tercihlerini yapabilmelidirler. İslam’ın insanlara çağrısı, külli anlamda ancak Âlemlerin Rabbi Allah’ı, beşeri düzlemde ise, O’nun son hidâyet bildiriminin “ilk talebesi” olan Rasulullah’ı “Başöğretmen” kabul etmeleri, kendileri için İslam’dan başka din (hayat nizâmı) arama yanılgısına düşmemeleridir.

Biz mü’minler için, ta’lim ve terbiye (öğretim ve eğitim) faaliyetlerinin temeli, Kur’an vahyi ve onun müşahhaslaşmış hali olan Nebevi sünnettir. Bizim eğitmenlik ve öğretmenliğimiz, külli planda Rabbimizin, beşeri planda ise O’nun Rasulü’nün “Başeğitmen”lik ve “Başöğretmen”liğine tâbidir. Aliya İzzetbegoviç’in “Yeryüzünün öğretmenleri olabilmek için, gökyüzünün öğrencileri olmak lazım” sözünde de ifadesini bulduğu üzere, Rabbimizin yol göstericiliğinden ve Rasulü’nün güzel örnekliğinden bağımsız bir öğretim ve eğitim İslam nazarında meşru değildir. 

Rabbimizin yol göstericiliği, ta’lim ve terbiyesi üzere İslam, insanlığa bildirildiği miladi 7. asırdan günümüze dek insanları zulümattan nûra (karanlıklardan aydınlığa) çıkarmayı sürdürmüş ve kıyâmete kadar da sürdürecektir. İslam dâvetine kapılarını başından itibaren kapatmış olan batıda ise, asırlarca skolastik düşüncenin, Katolik kilisesinin fıtrat, selim akıl ve iz’an dışı öğretileri egemenliğini sürdürmüştür. 16. asırdan itibaren Katolik kilisesinin hegemonyası ve insanı ve aklını yok sayıp baskılayan öğretisi sorgulanmaya başlanmıştır. 

Reform hareketleri ve Rönesans’la, skolastik düşüncenin sorgulanması süreci, 18 ve 19. asırlarda batıda “din” mefhumuna cephe alan ve insanı “Tanrı”nın, insan aklını da vahyin yerine ikame eden, seküler temelli rasyonalist-pozitivist dünya görüşünün egemenliğiyle neticelenmiştir. Tabi bu süreçte önce coğrafi keşifler ve ardından sanayi devrimiyle ortaya çıkıp güçlenen burjuva sınıfının, kentleşme olgusunun ve dolayısıyla feodalizmin yerine kapitalizmin ikamesinin etkili olduğunu da belirtmek gerekir.

Tüm bu süreçlerin sonucu olarak, Katolik kilisesinin hegemonyası ortadan kaldırılmış ve onun yerine “Bilim kilisesi” ve onun hegemonyası yerleşik hale getirilmiştir. Batılılar bu süreçleri “Aydınlanma/Enlightenment” olarak ifade etmişlerdir. Bu isimlendirme, aslında bâtıl ideolojilerin her zaman başvurdukları bir taktiğin ifadesidir. Kendilerinin, yönelim ve fillerini hep olumlu kavramlarla ifade etme taktiği!

Oysa, söz konusu asırlarda batıda olup-biten hadise, bir bâtılın yerine başka bir bâtılı, bir karanlığın yerine bir başka karanlığı egemen kılmaktan ibaretti. Katolik kilisesi gitmiş, insanı ve aklını mutlaklaştıran, “Hümanizm” düşüncesiyle insanı bizatihi kendisinin ilahı ilan eden, bununla birlikte insanı insanın kurdu kabul ederek insanlar arasında dayanışma yerine rekabetçi/çatışmacı bir ilişki biçimini esas alan, doğayla barış içinde yaşamak yerine ona savaş açıp onu egemenliği altında alma gibi vicdansız ve iz’ansız bir hedefe yönelen rasyonalizm ve onun “Bilim kilisesi” gelmişti.

Artık yeni dönemin “papazları”, bilim adamları ve onlarla birlikte insanlar için yol-yordam belirlemeyi, doğru ile yanlışın ölçülerini vaz etmeyi kendi hak ve yetkilerinde gören politikacılar olacaktı. “Bilim kilisesi”nin doğru dediği doğru, yanlış dediği yanlış kabul edilecekti. Tam anlamıyla “Bilim kiliseleri” olarak biçimlendirilip örgütlenen üniversitelerde üretilen ideolojiler, insanlığın genel-geçer dünya görüşü ve hayat nizamı (dini) kabul edilecek ve bu ideolojileri topluma benimsetme misyonu üstlenen politikacılar, “Başöğretmen” olarak benimseneceklerdi.

Artık büyük bir zafer edasıyla “Tanrı”nın ölümü ilan edilmiş, onun yerine son derece modern “yeryüzü tanrıları” yontulmaya girişilmişti, “Bilim kilisesi” marifetiyle. Katolik kilisesi ve onun öğretim-eğitim faaliyetleri, yerini artık laik okullara ve onların seküler/pozitivist temelli öğretim-eğitim faaliyetlerine bırakmış oluyordu. İşte “Başöğretmen” figürü, bu dönüşümde seküler/pozitivist öğretim-eğitimi o coğrafyaya egemen kılan aktörü simgeliyordu.

Bu kısa özetimizden de anlaşılacağı üzere, 1923 itibariyle Türkiye’de olan, batıdaki sürecin kötü bir kopyasından ibarettir. Bu süreçte bize ait olan tek husus, sahnedir. Sahnede sergilenen “oyun”un hiçbir boyutu bu coğrafyaya ait olmadığı gibi, uyarlama bağlamında dahi olsa bir özgünlüğü söz konusu değildir. Bilgisayar diliyle ifade edecek olursak, tüm yapılan “kopyala, kes ve yapıştır”dan ibarettir. Ki batı ülkelerinden iktibas edilen “medeni kanun, “ticaret kanunu”, “ceza muhakemeleri kanunu” gibi kanun metinlerinde işbu “kes, kes, yapıştır” ameliyesi çok bariz ve dahası ibretamiz şekilde kendisini göstermektedir.

Bâtıl batının laik-pozitivist ideolojisinin birebir kopyalanıp, Osmanlı bakiyesi Türkiye toplumuna dayatılmasından ibaret olan Kemalist resmi ideoloji (Türk Dil Kurumu -TDK- sözlüğünün 1940’lardaki baskısında “din” kelimesinin açıklama kısmındaki örnek cümleyle “Türkün dini Kemalizm”), 3 Mart 1924 tarihinde yürürlüğe koyduğu “Tevhid-i Tedrisat Kanunu” ile laik-pozitivist ta’lim-terbiye (öğretim-eğitim) sürecini başlatmıştır. Laik-pozitivist öğretim-eğitim, İslami öğretim-eğitimin tam karşısına konulmuş, dolayısıyla da bu öğretim-eğitimin kurumu olan okul, câminin karşısında konumlandırılmıştır. 

Okul “ilericiliği”, câmi ise “gericiliği” temsil eden kurumlar olarak sembolize edilmiştir. Köyde, kasabada, şehirde câmi hocası gericiliği, öğretmen ise ilericiliği temsil eden bir konumda sunulmuştur. Türk filmlerinde on yıllarca bu tema, üstelik son derece katı ideolojik bir düzey ve düzlemde, çirkeflik boyutunda işlenmiştir. “Şeytan hoca” tiplemesine karşılık, “seküler melek” öğretmen tiplemesi!

Özetle, laik-kemalist Cumhuriyet ideolojisi, okulu câminin karşısında konumlandırmış ve ta’lim-terbiye (öğretim-eğitim) konusunda câmiyi devreden çıkararak, laik-poztivist “Bilim kilisesi”nin şubeleri olarak işlevselleştirdiği okulları, resmi ideolojinin öğretilip onun “seküler kutsallarının” ta’zim edildiği, resmi ideolojinin ihdas edilen “kutsal günlerinde” bağlılık ritüellerinin gerçekleştirildiği çok temel ideolojik kurumlar olarak devreye koymuştur.

“Harf inkılabı” ile, Kur’an harfleri “Arap alfabesi” diye nitelenip ötekileştirir ve yasaklanırken, Latin alfabesi “Türk alfabesi” diye tesmiye edilip onun yerine ikame edilecekti. Böylece, laik-pozitivist temelli “Great reset/Büyük sıfırlama” gayesine mâtuf olarak, toplum bir gecede bütünüyle okuma-yazma bilmeyen insanlar topluluğu haline getirilecek ve laik-pozitivist öğretim-eğitim temelinde yeniden formatlanacaktı. İşte “Başöğretmen” kavramsallaştırması ve sembolizmi, bu çerçevede üretilmişti.

Tek parti dönemi ve 28 Şubat süreci gibi bu döneme dönüş arayışlarının söz konusu olduğu uygulamaların yanı sıra, 1950’de Demokrat Parti (DP) ile başlayan süreçte, jakoben laiklik yerine, ılımlı, Anglo-Sakson laikliğe geçiş dönemlerinde, okul ve câmi, birbirinin rakibi ve dahası düşmanı olmaktan çıkarılmaya çalışılmış, câmiler, resmi vesayet altında, namazların kılınıp belli çerçevede “dinî öğretim-eğitimin” yapılabildiği kurumlar olarak konumlandırılırken, okullar laik-kemalist resmi ideoloji ve onun laik-pozitivist-kapitalist temel nitelikleri çerçevesinde ta’lim-terbiye (öğretim-eğitim) faaliyetlerinin gerçekleştirildiği, resmi ideoloji ve onun “Başöğretmen” figürüne bağlılık, ta’zim ritüellerinin egemen olduğu kurumlar olmayı sürdürmüştür. 

Bu işleyişte okul belirleyici, hâkim bir konumdayken, câmi ise belirlenen, kendisine sınır çizilen mahkûm bir konumdadır. Kendisine resmi ideoloji tarafından çizilen sınıra riayet ettiği müddetçe de, kurumlardan bir kurum, renklerden bir renk olarak görülüp varlıkları korunmakta, 657’ye tâbi devasa bir kadroyla “belirlenen çerçevedeki” işlevleriyle ayakta ve aktif tutulmaktadır.

Âlemlerin Rabbi’nin insanlığa yol göstermesi demek olan din-i mübin-i İslam söz konusu olduğunda ise, câmi (mescid) ile okulun birbirine karşı konumlandırılması bir yana, bu şekilde birbirinden ayrı, birbirinden kopuk iki ayrı kurumdan söz etmek bile söz konusu değildir. İslam, tevhid esaslı/eksenli bir din olarak, Allah’ın dininin insanlığa yol göstermesini temsil eden mescidi/câmiyi fert ve toplum hayatının merkezine konumlandırmıştır.

Bu sebepledir ki, İslam şehirleri hep mescid/câmi merkezli inşa edilmiştir. Rasulullah’ın Medinesi bu inşanın ilk ve örnek timsalidir. İnsanların yegâne hak rabbi ve ilahı Yüce Allah olduğu, kullarına yol gösterme ve dolayısıyla ta’lim-terbiye (öğretim-eğitim) ancak O’na has kılınması gereken hususlar olduğu içindir ki, mescidler/câmiler öğretim-eğitimin de merkezleridir. 

Mescid-i Nebevi bünyesindeki “Suffa Okulu”ndan başlamak üzere (Ki bu başlangıcı Mekke’de hem mescid, hem de öğretim-eğitim kurumu işlevi gören Dar’ul Erkam’a kadar götürmek de pekâla mümkündür) İslam toplumlarında medreseler/okullar hep mescidler/câmiler bünyesinde yer almış, cami-okul bütünlüğü esas olmuştur.

İşte bu bütünlükte biz mü’minler için, külli planda yegâne “Başöğretmen” Yüce Rabbimiz, beşeri planda ise, O’nun insanlığa son yol göstericiliğini ifade eden Kur’an risaletinin ilk öğrencisi olan Rasulullah (a.s.)’dır. Bu konu bizim için bir akide (iman akdi) meselesidir.

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *