Küfür sistemlerinin ayıplarını İslamî yamalıklarla kapatmaya çalışmanın yan ürünü olarak, İslamî kavramlar çarpıtılmaktadır. Müminlerin görevi murdar öğretilerin ürettikleri kirliliklere İslamî(!) çözümler üretmek değildir.
Mehmed Durmuş
Görüldüğü üzere ‘İslami çözüm’ sözü ‘İslamî’ ve ‘çözüm’ kelimelerinden oluşmuş bir terkiptir. Bu terkibi doğru anlamanın yolu, her iki kelimenin de usule uygun şekilde tahlil edilmesinden geçmektedir. Nasıl ki ‘insanî’ kelimesi insana ait, insanla alakalı; ailevî kelimesi aileyle ilgili, aileye dair; beşerî kelimesi beşere ait, beşerle ilgili demekse, İslamî kelimesi de İslam’la alakalı, İslam’a dair, İslam’a ait anlamlarına gelmektedir. Çözüm kelimesi TDK sözlüğünde şöyle tanımlanmaktadır: Bir sorunun çözülmesinden alınan sonuç; bir denklemde bilinmeyenlerin yerine konulunca o denklemi gerçekleştiren sayı veya sayılar; bir problemi çözmek için verilenler üzerinde yapılacak işlemlerin gösterilmesi.
İslamî çözüm sözüyle öz olarak, yerleşik düzen tarafından çözülemeyen, belki de çözülmek istenmeyen, herhangi bir meseleye İslam’dan çözüm bulma çabası kastedilmektedir. Böyle bir çaba yerleşik düzen tarafından bir şekilde örgütlenebileceği gibi, düzeni sahiplenen, İslamîlik iddiasındaki bir kısım insanlar -düzenin herhangi bir talebi olmadığı halde- kendi ‘gayretleriyle’ bazı meselelere İslamî çözüm formülleri bulma çabasına girmiş de olabilirler. Her iki durumun ortak özelliği şudur: Taşlanarak kovulduğu mahallenin kanal arızası, boru patlaması gibi tamiratı için İslam göreve çağrılmakta, istimdat edilmektedir. Böyle bir çağrı ne kadar İslamîdir, ne kadar ahlakidir?
İlk bakışta birçok insana oldukça masum görünecek bu kurgu esasında pek çok açmazı da içinde barındırmaktadır. Öncelikle İslam’ın nasıl bir din olduğu, din olmasındaki hikmetler, dinin amacı gibi hususları bir daha hatırlamalıyız. İslam bir ‘arıza ekibi’ değildir; o dört başı mamur bir din, dolayısıyla başlı başına bir çözümdür. Hatta insanlık için sadece İslam çözümdür. Kâdir-i mutlak Allah ezelî ilmiyle, yeryüzünde yarattığı insan soyu için en uygun hayat biçimini belirledi, adına İslam dedi. Her nebî İslam’ı tebliğ etti. Her tebliğ aynı zamanda, insanın din üzerinde yaptığı tahribat ve yozlaştırmayı onarma çabasıydı. (İslam kendi bünyesi üzerindeki tamiratı da kendisi yapar). Her rasûl İslam’ın mücadelesini verdi. Her kafir de İslam’la savaştı.
İslam, Allah’ın hayata dair kusursuz, noksansız, adil değerlendirmesi ve anlamlandırmasıdır. İslam bir kurallar bütünü olmaktan ziyade, değerler dünyasıdır. İslam, Allah’ın hakkını Allah’a, Sezar’ın hakkını da, ‘hak’tan bir nasibi olmadığı, tek ‘hakkının’ Allah’a kul olmak olduğu gerçeğini kendisine tebliğ etmek suretiyle Sezar’a teslim etmektir. İslam, kendisini bir var edeni bulunan insanın yeryüzü serüveninde asla başıboş bırakılmayacağının en kesin belgesidir. Kendi kendini var etmemiş insan, kendisini yaratan Allah’ın, kendi ruh ve beden sağlığıyla ilgili uyarılarına kulak vermek durumundadır. Çünkü geçmişi ve geleceği, gaybı ve müşahede edileni bilen Allah onun için en uygun yolu döşemiştir. İslam fıtrat dinidir. İslam insana yani fıtrat fıtrata gelmiştir. İslam’ın çağrısına kulak veren insan, fıtratın sesine uyduğu için hiçbir şekilde bedbaht olmaz. Sözün özü İslam, insanın doğmuş-doğacak bütün sorunlarını suhuletle çözmek için vardır.
İnsanın İslam’dan başka anlam arayışı beyhude, akıl dışı ve çıkmaz bir sokak gibidir. İslam’dan başka yaşam tarzı aramak, Allah’a güvenmemektir. Allah’a güvenmeyen insan bununla da kalmamakta, Allah’a karşı benlik davasına girişmekte, kendine Allah’ınkinden daha iyi olacağını sandığı yeni yol ve yaşam biçimleri kurgulamaktadır. Allah insan için, onun hayalinden bile geçmeyecek temiz, lezzetli ve besleyici nice gıdalar yaratmışken, bir insanın bunların dışında tamamen yapay, laboratuvarda üretilmiş, besin değeri olmayan, üstelik vücudunda kalıcı hasarlar bırakan maddelere yönelmesi nasıl bir sapkınlıksa, İslam’dan başka din aramak da öyle sapkınlıktır.
İslam, bilinçli bir bozma ve tahrifin konusu yapılmaksızın, insan tarafından bir bütün olarak din edinilmesi halinde ferdi ve toplumu huzura erdirir. İslam insanın dünyasını mamur eder, ahiretteki felaha hazırlar. 21. Yüzyıl insanının bilincindeki, İslam’la ilgili en büyük yara, İslam’ın bir bütün halinde ferdin ve toplumun hayatını baştan sona ihata eden bir din olduğu gerçeğine yönelik kuşkularıdır. Bir fert ya müslimdir ya da değildir; bir toplum ya İslam toplumudur ya da değildir. Ferdin veya toplumun hayatında biraz İslam, biraz başka din ve düşüncelerden karıştırılarak bir sentez yapılamaz.
Peki İslamî çözümle neyi kastediyoruz? İslam’ın resmî olarak baskılandığı, kamusal hayata asla karıştırılmadığı, fertlerin hayatında tamamen edilgen bir inanç ve amel biçimi olarak yer almasına izin verildiği, halka her fırsatta ‘Müslüman’ olduğunu aklında tutması tembih edildiği bir toplumda yaşıyoruz. Son asırların ‘müslümanı’, kamusal alanda yasak, ferdî alanda serbest(!) bir İslam türüyle tanıştı. Aslında bu tanışıklık tarihin en ilginç cilvelerinden birisidir. Daha da ilginç olan ise, bu garip cilveyi sorgulayacak bir İslamî iradenin bir türlü teşekkül etmemesidir.
Yeni düzen İslam’a karşı kör, sağır ve dilsiz gibi görünse de, İslam’la ilişkisini tamamen kesip atmak yerine, ihtiyacı oranında ondan yararlanmaktadır. Elektrik, yol, su işleri gibi ‘din hizmetleri’ de, dini kamuda yasaklayan bir rejim tarafından verilmektedir. Sistem İslam’dan doğrudan çözüm istememekte, dolaylı bir politika gütmektedir. ‘İslamî çözüm’ formülleri daha ziyade, sistemin İslamî olup olmadığı hususunda hemen hiçbir sıkıntısı olmayan muhafazakâr kesimler tarafından geliştirilmektedir.
Yusuf (as) Firavun’un rüyasını hiçbir ön şart ileri sürmeksizin yorumlarken, bunun tıkanan Firavun rejimine belli bir alanda rahatlama getireceğini bilmiyor olamazdı. Fakat Yusuf (as)’ın bu yaklaşımını, küfür ve zulüm niteliğinde hiçbir değişme olmaksızın, Yusuf’un ve tüm Mısır’ın üzerindeki tahakkümünü devam ettirecek bir rejime danışmanlık yapmak gibi okuyamayız. Yusuf (as)’ın rüyayı yorumlaması, kendisini Mısır’da “dilediği gibi hareket edeceği” bir konuma yükseltecek olan sürecin bir parçasıydı. Günümüzde ise rejime verilen İslamî içerikli destekler, İslam’ın kamusal alandaki mahkumiyetini pekiştirmekten başka bir işe yaramamaktadır.
Rasulullah Muhammed (sav) Mekke döneminde ismiyle müsemmâ bir nebevî mücadele vermiş, neticede İslam Allah’ın da lütfu olarak belirlenen değil belirleyen, hükmedilen değil hükmeden bir din olarak Medine’de kâim olmuştur. Nebevî mücadele Mekke’de ektiklerini Medine’de biçmiştir. İslam’ın uzun soluklu yürüyüşünün sonundaki nihaî hedef, Medine’de ulaştığı konumdur. İslam’ın tebliği, İslamî mücadele, Müslümanca duruş, sabır ve kafirlere öykünmemenin vb. ne olduğunu anlamak için Mekke dönemine; İslam’ın devletleşmesinin ne olduğunu görmek için de Medine dönemine bakmak yeterlidir. Dört halife döneminden sonraki hanedanlık çağlarında İslam devletin güdümüne girdirilerek, Rasulullah zamanındaki safiyetinden uzaklaştırılmıştır. Geçtiğimiz yüzyılın başlarında ise İslam ümmeti batı medeniyeti karşısında büyük bir yenilgi alarak, adeta ölüm döşeğine uzanmıştır. Batı medeniyetinin kilisenin zulmünü bahane ederek tanrıya karşı giriştiği hesaplaşma, gecikmeli olarak bizim topraklarımızda da tekrarlanmıştır. İslam ülkesi, batı medeniyetinin bir şubesine dönüştürülmüş, tanrının yerine insandan, yine insan eliyle yeni tanrılar yontularak, bir kaide üzerine oturtulmuştur. Böylece laiklik de İslam bakiyesi bir toplumun yeni dini yapılmıştır.
Şu var ki, İslam bakiyesi toplumun da bu yeni dine inandırılması gerekiyordu. İşte toplumun bu -zor olmayan- ‘inandırılma’ çalışmaları, İslamizasyon sürecini doğurdu. Ölümü gördükten sonra kim sıtmaya razı olmazdı ki? Hilafetin ve dinî referanslı bütün kurumların lağvedilmesinin getirdiği acı, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kurulmasıyla dindirildi. Ezan yasaklanmışsa da, en azından minareler kökten uçurulmamış, camilerin kapısına kilit vurulmamıştı. Süreç içerisinde İmam- Hatip okulları açıldı, İlahiyat fakültesi kuruldu, ilk başta yasaklanmış Kur’an’ın öğretilmesi için kurslara laiklik dini içerisinde alan açıldı! ‘Öz Türk dini’ de denilen yeni dine uygun düşecek şekilde Kur’an’ın bir Türkçe tefsiri, Buhari’nin hadis kitabının muhtasar bir tercümesi bir ihtiyaç olarak belirmişti.
Cumhuriyet tarihi bir İslamizasyon politikaları tarihidir. Bu politikaların en göz dolduranı, Demokrat Parti iktidarına nasip(!) kılınmış olan, ezanın yeniden arapça okutulmasıdır. Bizim ezanımız bize yeniden bahşedilmişti. Nemrut’un, Allah gibi kendisinin de yaşatma ve öldürme kudretine sahip olduğunu iddia etmesi (Bakara, 258) misali, ezanı yasaklama ve serbest bırakma kudreti yeni dine atfediliyordu. Ayasofya’nın yeniden cami statüsüne kavuşturulması ise ‘alıcılarında’, İstanbul’un fethi gibi bir coşku doğurdu. Ardından gelen hilafet söylemleri İslamizasyonun boyutunu göstermesi bakımından önemli örneklerdir.
İktidar partisinin ılımlı politikalarını doğru değerlendiremeyen belirli bir seçmen kanadı, İslamizasyonu İslamlaşma olarak anlamak istediği için, ülkede ciddi bir İslamlaşma yaşandığı vehmine kapılmakta, yapılan eleştirileri oyun bozanlık olarak niteleyerek, önünü kesmektedir. İdamın geri getirilmesi, zinanın (yeniden) suç sayılması, faizin azaltılması, aile, genç nesillerin deizmle imtihanı, intihar eğilimlerindeki artış, kadın cinayetleri, boşanmalar, fakirlik gibi konularda dindar kesim İslamî çözümler bulma yarışına girmektedir.
Oysa bu taleplerdeki derin çelişki fark edilmemektedir. Laik bir rejimde zinanın ‘suç’ sayılması, toplumda bir fahşanın engellenmesi için atılmış bir adım değildir. Laik rejim yeri gelir başörtüsünü yasaklar, yeri gelir zinayı yasaklar. İslam’ın ilahı (Allah) zinayı günah, fahşâ, kötü bir yol ve münker gibi sıfatlarla kötüler. Laikliğin ise bunu yapacak bir tanrısı yoktur. İslam’ın zinaya takdir ettiği ceza (yüz sopa) adaletin ta kendisidir. Laik mevzuatın vereceği bir ceza ise hiçbir şekilde adalet olmayacak, bilakis belki de zinayı artıracaktır. Allah’ın ibret almaya davet ettiği basiret ve akıl sahipleri, zinayı suç sayacak bir laik rejimin, pek çok İslam ahkamını da aynı oranda suç saymasından ibret almamaktadırlar. Zaten laikliğin özü, Allah’ın indirdiği hükümlerle hükmetmenin yasaklanmasından ibaret değil midir?
Laik bir rejimde idam cezasının uygulanıp uygulanmaması da İslam nazarında aynı hükümdedir. Her iki durum da zulmün iki yüzünü temsil eder. İdam, İslam’ın kısas emri gereğince, İslamî hükümet tarafından uygulanırsa bir anlam ifade eder. Yukarıda zikrettiğimiz aile, kadın, deizm gibi örnekler üzerinde de benzer bir değerlendirme yapabiliriz. Ailenin dinamitlendiği bugünkü koşullara birdenbire gelinmemiştir. Aile ve kadın sorunları parçacı İslamî çözümlerle iyileştirilemez. Bir bütün halinde İslam’a döndüğümüzde, aile ve bütün diğer sorunlarımıza kalıcı çözümler bulma yolunda emin adımlar atacağımızı umabiliriz.
İslam’la arasına şu veya bu şekilde mesafe konulmuş, siyasal anlamda İslam’ı din edinmekten kaçınmış bir toplum düzeninde, evin pasaklarını temizlemek için İslam’ı malzeme olarak kullanma gayreti İslamî bir arayış değildir. Bu olsa olsa, İslam’ı karartmadır, insanların İslam’a ihtiyaç duymalarını ötelemedir. Halbuki bütün insanlığın İslam’a muhtaç olduğu, İslam’sız hiçbir yaşam biçiminin insanlığı kurtuluşa götürmeyeceği hakikatinin üzeri örtülmemelidir. Bütün dünya toplumları insanlığın yegâne hüsranının İslamsızlık olduğu gerçeğini kavramalıdır. Uçuruma doğru yıkılmak üzere olan bir binanın çatlaklarını sıvamak, binadakilere en büyük hıyanettir. Allah’ın Elçisi tarafından yedinci yüzyıl Arapları İslam’ın en hayatî ihtiyaçları olduğunun bilincine erdirilmişlerdi, bugünkü insanlığın da bu bilince ihtiyacı vardır. Bedir savaşında iki ordunun tam yerinde ve zamanında, sözleşilmiş gibi buluşmasındaki ilahi tevafuk bu bilinç buluşmasında da tecelli ettirilmelidir. Ta ki, helak olan açık bir delile göre helak olsun, yaşayan da açık bir delile göre yaşasın. (Enfal, 42).
Küfür sistemlerinin ayıplarını İslamî yamalıklarla kapatmaya çalışmanın yan ürünü olarak İslamî kavramlar çarpıtılmaktadır. Mesela “en iyi inanç özgürlüğü İslam’dadır; batılılar gerçek insan haklarını İslam’dan öğrensinler” gibi sözler bu cümledendir. Çünkü ‘insan hakları’ kavramı İslam’a yabancıdır. Veda hutbesini “evrensel insan hakları beyannamesi” olarak adlandırmak, veda hutbesine yapılacak en büyük saygısızlıktır. Zira veda hutbesi, ‘insan hakları’ kavramıyla insanı, onu yaratan Allah’tan kaçıran seküler bir zihin tarafından değil, ödevi insanı Allah’a kul yapmak olan Rasûl tarafından okunan bir İslam beyannamesidir. Veda hutbesini ‘insan hakları’ olarak okumak hakla batılı karıştırmak, bâtıla İslam’da yer ayarlamaktır.
Biz müminlerin görevi murdar öğretilerin ürettikleri kirliliklere İslamî(!) çözümler üretmek değildir. Biz bütün boyutlarıyla şirki yok edip, tevhid dini İslam’ı egemen kılmakla yükümlü olduğumuzu biliyoruz. Bizim görevimiz ‘İslamî çözüm’ değil, İslam’ı çözüm olarak kendimize, ailemize, ülkemize ve bütün insanlığa sunmaktır. İslam insan için bir çözümdür. İslam’ın çözüm olduğunu karartan, öteleyen, erteleyen herkes zulüm işlemektedir. İslam’ın tabi ki hasımları olacaktır ve bu, İslam’ın hısımları için bir mazeret teşkil etmez. İslam’sız insanlık boynu bükük yetim ve öksüzler olarak, kendilerine uzatılacak Müslüman ellerini beklemektedir.
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *