Tek ve Yeter Farz!

Tek ve Yeter Farz!

Muradımız hem tefrikasında kolaylık sağlamak hem de farklı bakış açılarını da düşünmek, görmek adına sizlerle belli başlı vurguları, satır başlarını paylaşarak bir teatide bulunmaktır.

Mustafa Bozacı

Başlığımız, tasarımını, planlamasını yaptığımız, notlandırdığımız, ama şimdilik nadasa bırakılmış bir kitap çalışmasının teması, belki de kapak adıdır. Veriler toplanmış, malzemeler tedarik edilmiş, iş yemeğin pişmesine kalmıştır. Aslında bunu deklare ederek kendimize de bir nevi ‘ruhbanlık’ kabilinden bir sınır, sorumluluk, zorunluluk da yüklemiş oluyoruz, ama olsun. Bakalım ne zamana nasip, nereye kısmet!

Proje, hepimizin malumu olan ve dahi en çok sarılınarak suiistimal edilen, ‘La ilahe illallah diyen cennete girecektir!’ şeklindeki özet vurguya dair dergimizde de bir yazıyla kritiğini yaptığımız bir hadis ifadesine dayanmaktadır.

Muradımız hem tefrikasında kolaylık sağlamak hem de farklı bakış açılarını da düşünmek, görmek adına sizlerle belli başlı vurguları, satır başlarını paylaşarak bir teatide bulunmaktır.

Bir kere başlık, zahiri, literal okumayla ‘Başka yok, sadece bu!’ anlamında değil, ama ‘illa da bu, bu olmadan diğerlerinin bir kıymeti harbisi yok, esamisi bile okunmaz’ anlamında bir farkındalık izharı içindir.

Bu ifadeyi dillendirmek; bir eşikten içeri girildiğinin ilanıdır. O içerideki niteliklere, değerlere uygun bir düşünüş ve yaşayışın teminatını vermek, misak/ahit anlamındadır. Dışarıdan gelirkenki elbiselerin eşikte değiştirildiğinin, terk edildiğinin, rengi, biçimi ve dikimi beyan edilen üzere bir evsafta libasa bürünüleceğinin kabulüdür. Eski hal muhal, bu adımın yeni bir hal olduğunun, terk ve geri dönüşün/irticanın ise izmihlal olacağının bilgisine vukufiyet ve onay vermektir.

‘Tek’ derken; ilk, ‘yeter’ derken; etkili, nitelikli, öncelikli, olmazsa olmaz, temel, ana kriter/mihenk taşı anlamlarında okuyunuz… Bu deklarasyonun ‘öz, muhteva, yazılım’ mesabesinde olduğu, aynı zamanda ‘zaruriyatın’ da en başında yer aldığı, sonraki adım ve edinimlerin ‘haciyat ve tahsiniyattan’ olarak, ondan ayrı düşünülmeden/düşürülmeden, peşi sıra, eş zamanlı olarak (Tabi ki bugünden, o ilk vaz’ edildiği ortamda bir tedricilik ve süreç söz konusuydu!), aynı renk ve dokudan olmak koşuluyla, benzer hassasiyetle/samimiyetle bir mükellefiyet getirdiği/getireceği de aşikârdır.

Bir binanın temelinin, o bina için ifade ettiği değer ne ise ona kıyasla dinin, din davasının, dindarlığın, müslüman ve mü’minliğin temeli bu ‘tevhid’ farkındalığıdır. İfadenin, ikinci kısmı birincisine racidir, ikilik içermez asla ve kat’a! Ahiret, nübüvvet, vahiy/mesaj/Kur’an, ibadetler, helal ve haramlar, muamelatlar, irtibatlar (kulun kendisi, hemcinsleri, eşya/tüm varlıklar ve yaratıcısıyla) vb.leri mana ve ruhunu, rengini, içeriğini ve sınırlarını o ‘tevhid’ olgusundan alırlar. Bunlar temeli tevhid olan binanın kiriş ve kolonları/omurgası ve akabinde sair bölümleri mesabesindedirler. Ağaç metaforuyla; kökler tevhid, gövde ahiret-nübüvvet-ibadetler/kulluk, dallar salih ameller, ilişkiler/irtibatlar/ibaha alanı olarak okunabilir. Bu arada farklı tasniflerle İslam’ın şartları, imanın şartları, namazın, abdestin (içindeki, dışındaki) vb. kategorizasyonlar o bütünün içindedirler ve birbirinden bağımsız ve irtibatsız/bağlantısız zannedilmemelidirler. Hepsi de hem gereğini hem de rengini o ilk maddeden/kökten/temelden alırlar, kendi yerlerinde anlamlıdırlar. O renk ve dokudan ayrı olarak asla ve kat’a düşünülemezler. İlk düğmenin iliklenmesindeki isabet ve hassasiyet gibi düşününüz.

‘La ilahe illallah diyen cennete girecektir.’ hadisini biz de sırf literal alır ve bağlamından koparırsak o zaman ta baştan, böyle bir ifadeyi Resulullah’a itham olarak algılayıp haberi mevzu diye yaftalayabiliriz, çok kolayca ve kolaycılıkla. Nasıl ayetlerde ‘sebebi nüzul’ bize iz ve işaret veriyorsa, yol yordam öğretiyorsa, hadislerde de bir ‘sebebi vürud’ mevzuu görmezden gelinmemelidir ve bu bize, kritik ve eleştirilerde, hadis okumalarında iz ve işaret taşıyacaktır. Bu meyanda söz, elhak, senedi bir tarafa mana olarak bir sıkıntı oluşturmamaktadır. Pekâlâ, anlaşılabilir ve açık bir ifadeyi dillendirmektedir. Bir vurguda bulunmaktadır. Tabi bizleri de bazen eleştiride kritik eşiği aşma noktasına getiren bazı aklı evvellerin ve ‘Bektaşi’ mantığının işe koşularak, sapla samanın karıştırılması ve sözü bağlamının dışına çıkararak, bir zulümle başka bir mecraya doğru kaydırılması, metinde olmasa da manada tahrif, tahfif ve tağyir yapılmasıdır. Bir mühendislik ameliyesinde bulunulmasıdır.

‘La ilahe’ reddiyesi ve ‘illallah’ vurgusu esasen ayrı yazılarla analiz edilebilir, edilmelidir de! Şimdiye kadar edildiği gibi… Bu dine girmek, davete icabet ta başta, tüm ağrırlık ve yüklerden peşinen, şartsız şurtsuz boşanmayı, pazarlıksız olarak kabulü gerektirdiği gibi yaratılışta ve hükümde, ilahlık ve rablikte Allah’ı yerde de gökte de birleyip tekbir ederek, yanına, ardına ve önüne O’na denk ve benzer ortaklar eklemeyeceğinin, tanımayacağının, bilmeyeceğinin, itibar etmeyeceğinin de taahhüdüdür… O’nun astına/altına doğru da ilah ve rab olamayacağının beyanıdır. 

İşte bu beyandır ki bir ifadenin ötesinde, o zamanlar bir can ve mal pazarında ‘Ben müslümanım’ diyerek mevcud statükoya, şirk ve ifsad düzenine tağuta ve inkarcılara karşı durmak manasına geliyordu… Tıpkı; ‘Allahu ekber, elhamdülillah, errahmanirrahim, bismillahil ehad, rabbül alemin…’ gibi ifadelerdeki netlik ve saf seçimi, izharı gibi… Pazarlığı değil! Bir dinden/cahiliyeden, başka bir dine/İslam’a geçişin, her bedeli göze almanın bir ifadesiydi. Mevcut statükodan, düzenden kopuş, kaçış, kurtuluş ve hak ve hakikatin kaynağına, asıl merciine sığınış, yöneliş ve bağlanışı ifade ediyordu. Zulümattan/karanlıklardan adalete/aydınlığa çıkışı içeriyordu. Malumaliniz üzere o cahiliyede de Allah inancı, bilgisi olduğu ve O’nun aşkınlığı, erişilmezliği zannıyla O’nun peşi sıra, O’na ulaşmaya vesile/aracı kılınmış, O’ndan parçalar alınıp farklı isimlerle müsemma putlara paylaştırılmış yetkilendirme, inanış ve yaşayış mevcut idi! Çarklar, sistem bunun üzerine kurulmuştu ve bu algı, güce, imtiyaza, çıkara, paraya tahvil edilmişti. İşte böylesi bir vasatta ‘la’ deyip arınarak, ‘illallah’ deyip meseleyi (ilahlık ve rabliği) aslına irca ederek yeni bir istikamete yönelmek azim işlerdendi, her kişinin harcı değildi! İşte bu vasatta bu beyan her şeyi göze almak, bırakınız mal yitimini canları ortaya koyup kelle koltukta olmayı ifade ediyordu. Böylesi bir teslimiyetle, böylesi bir samimiyetle, böylesi bir fedakarlık ve bilinçle, böylesi bir iman ve güvenle bu ifadeyi söyleyenler değil de kim cennete gidecektir ki başka?! Bu müjdeyi vermek Resule düşmez de kime düşer?! Bu nasıl bir bilinç ve taraf izharıdır ki, bir taraftan her şeyi göze alıp öte taraftan, öte taraf için bu dünyadan ve içindekilerden vazgeçebilmeyi içermektedir. Bu inananlardan, Allah’ın, malları ve canları karşılığında cenneti satın almasının/rehin kılmasının tam bir tezahürü değil de nedir?!

Lakin gel gelelim, zamanla, kaygan zeminlerde, bir bedel ödemeyi, hak edişi hiç göze almadan, kestirmeden, beleşine, Bektaşi mantığını işe koşup işe gitmeden, işletmeciliğe açık bir şekilde ‘sırf dille dillendirerek’ bir cennet beklentisine evrilen söylem eleştiriye açık değil midir? Hele de bu tarz tavırlar… Sonraki süreçlerde bazı siyasi dayanak ve sebepleri (Mürcie’nin ortaya çıkış serüveni) olsa da ‘iman amel ayırımı’ hal ve söyleminin, yukarıdaki netlik ve tutarlılık içindeki hal ve düşünce ile te’lifi mümkün müdür?! Amelsiz iman (günahın olasılığı değil!) ile imansız amel ucubeleri üzerinde durmaya değmeyen, tarifi zor, din-iman muhayyilesine sığmayacak türedi söylemler, tutumlar değil midir?! Siz, sırf dil ile getirisi götürüsü olmadan, bir ifade ile cenneti garanti edebilecekseniz koskoca/upuzun risalet tarihi ve özelde Hz. Muhammed’in hayatı, hicreti, savaşları, ödedikleri bedeller, arayışlar, çekilen onca sıkıntı, yitirilen(!) can ve mallar ne adına, ne amaç uğruna ve hangi müktesebatın gerekleriydi ki?! Mekke müşriklerinin ekserisi olduğu gibi, şu ana kadar ki insanların çoğunluğu niye bu ikrarı ihmal etsinler, dillendirmesinler(di) ki?! Üstelik olanca ucuzluğuna rağmen!

Evet, bu beyanat, bu taahhüdün bir bütünlük/toptancılık/icmalilik içerdiğini de kabul etmek anlamına gelmektedir aynı zamanda. Bölünme, azaltma, ekleme kabul etmez! Ya içerdesinizdir, ya dışarıda! Bu nokta ‘grilik/ara renkler/araf’ kabul etmez! Keyfilik, ‘bana göre’ durumu ve hele ‘görecelilik’ zinhar kabul etmez! Ya hep ya hiç! ‘La ilahe’ derken dışarıda bıraktıklarınızda bir kaçak, bir kaçamak, bir yedekleme varsa ve ‘illallah’ derken kabulünü ilan ettiğiniz ilah ve rabbin esma ve sıfatlarında, nitelik ve yetki alanlarında bir eksiklik, fazlalık, ekleme-çıkarma, üleştirme, görmezden gelme varsa, sizin beyanatınızın, beyannamenizin geçerliği yoktur; bir sakatlık vardır orada ve ortada. Siz kendinizi nasıl nitelerseniz niteleyin, ne pozisyonda görürseniz görün, ayrıntılarda ne kadar yoğunlaşıp boğulursanız boğulun! Bunun ‘sana göresi, bana göre’si olmaz! Bu beyanat, tek ilah ve rab dediğiniz, yerde ve gökte hem yaratıcı hem de yönetici/hükümdar/emredici bildiğiniz Allah’ın bildirdikleri, razı olacağını vahyi ve Resulü ile iletip öğrettiğine uygun olmak zorundadır. Bakınız bu teferruattaki farklılaşmaya, fraksiyonlara, fırkalaşmaya, mezhepleşmeye falan benzemez, kıyası kabil değildir! Allah’ın ‘şirk dışındaki günahları affedeceğine’ dair esnekliği/muştusu, lütfu ve rahmeti bu meyanda okunmalıdır. Bu şirk konusundaki hassasiyet dolayımındadır, yoksa keyfe keder bir gaflet ve günaha meyyaliyet seyyaliyeti vermez! İlk noktadaki arıza diğer tüm noktalara olumsuz sirayet edecek, onları tümden iptal ve işlevsiz kılacaktır! Diğer noktalardaki arıza ve düşkünlükler de ilk noktaya zamanla sirayet edip onu karartabilecektir, unutulmamalıdır! O noktalarda ‘ısrarcı olmamak, yanlışlık ve hata ile yapmak, hemen peşinden tövbe etmek, iyilikle gidermek’ gibi hususların hatırlatılması da boşuna olmasa gerektir!

Bilesiniz ki farklı tasnifler, 32 farz, 52 farz, ayrı ayrı ibadetlerin asgari, olmazsa olmaz kabilinden şartlarının olması, bunların önemsiz, yersiz, değersiz olduğunu göstermez. Her birinin farklı çevrelerde/mezheplerde farklılaşan boyutlarının olması bizleri yanıltmasın. Elbette ki her bir emrin ve yasağın bir sebebi hikmeti olduğu kadar, asgari şartları, dikkat edilmesi gereken kaideleri olabilecektir, olmalıdır. Ehliyetsiz araba sürülemeyeceği, ehliyet almak için on sekiz yaşı doldurmak zorunda olunması gibi…

Bizim ‘tek ve yeter farz’ dediğimiz şey de bunları dışarıda bırakmadan ve ilk adıma, ilk aşamaya, iman ve İslam dairesine ilk girişin zorunlu kaidesi, olmazsa olmazı Allah’ı birlemek, ortaklık ve eksikliklerden münezzeh kılarak, tüm bağ ve örtülerden sıyrılarak, yalnız ve ancak O’nu birleyip tekbir edeceğinin, her buyruğunu, şeksiz şüphesiz, ‘ama, fakat’ demeden, mazeretler öne sürmeden, pazarlıksız ve bütün olarak onlara teslim olup baş tacı edeceğinin, bu ilk adımdan sonraki süreçlerin getireceği tüm gerek ve tutumlara, düşünüş, duruş ve davranışlara hazır ve nazır olduğunun, süreçteki ihmal ve yanılgılardan da yine sadece O yüce, her türlü noksanlıklardan/her şeyden müstağni olan tek yaratıcı ve yöneticiye sığınarak arınabileceğinin onayı, ahdi, ve misakıdır.

Bu deklarenin niteliği, yine Rabbimizin buyruğunca ‘Allah’ı hakkıyla takdir etmek/edememek!’ dolayımında düşünülmelidir. Kendince ve keyfince değil!

Bu nitelik ve evsaftaki her beyan, bizim kabulümüz de odur ki cennete girecektir. Bunu Resulün beyan etmesi de bu minvaldedir ve elbette daha önemli ve değerlidir. Bu noktada ‘iman amel ayırımı’ gibi temelinde siyasi kaygıların ve zamanın algısal şartlarının bulunduğu husus konumuzun dışıdır. Sadece buna dair elinizde bir taahhüt, bir vesika var da ona güveniyorsanız, kendiniz bilirsiniz!

Şimdi biz çıtayı yükseltmiş mi olduk, alçaltmış mı?! Buna inanın çok farklı cevaplar verilecektir. Hele bugünden, buradan bakınca, davulun sesinin uzaklığı gibi meseleye uzaktan ve verili olarak bakınca! Bu ‘verili’ olanın da esasen yolların ayırım noktası olduğunu vurgulamamız lazım! Tüm müktesebatı dâhil ederek, akan zaman içindeki üretimleri, kültürel olanları da katarak düşünürsek çıta çok yükselmiş gibi gelecektir! Bu, bir zorlama, zorlaştırma olarak algılanacaktır. Lakin her zamanki kolaycılıkla işi zahire, literal okumaya, kişisel çıkarımlara indirgeyerek bakılınca da bu yazıp çizilenler hiç ilgisi olmadan ‘kolaylaştırmak, müjdelemek’ olarak da algılanabilecektir. Ne yapalım, işin, imtihanın doğası, biraz da bu! Şu bilinmelidir ki, asıl verili olan son vahiy ve o son vahyin ete kemiğe bürünmüş hali risaletin örnekliği olarak alınırsa –ki öyle olmak zorunluluğu vardır- o zaman çıtanın alçaltılması ve yükseltilmesi gibi ikirciklikler, müdahaleler söz konusu edilemez! Bu standarttır, verilidir! Ayarları oynamaya müsait değildir! Bakınız, insanlara bırakılan ‘ibaha’ alanından bahsetmiyoruz, lütfen temaya odaklanalım. Lafı sağa sola çekmeyelim, cımbızlamayalım, kırpıklamayalım ve tırtıklamayalım! Her şey açık ve net de bize netlik ve nitelik lazım!

Herkes kendini Mekke’de 610-620’li yıllarda olarak düşünsün, konumlandırsın ve oraya göre ‘çek’ etsin. O zamanki Resulün davet ve çağrısıyla muhatap olduğunu düşünsün. O ânâ kadarki fikriyatını, mevcut düzenin muktesabatını ve yüklediklerini, algılarını, eşini dostunu, ticaretini, evladü iyalini göz önüne alsın ve kararını versin, tarafını belli etsin, bedelleri göze alsın; bu sözü/deklareyi yapmakla eski statükoya tâbi olmayı bir gözden geçirsin, davete şartlı olarak ‘Bana ne var?’ diye pazarlıklı yaklaşanlara verilen red cevabını da kefeye koyup tartsın ve her bedeli göze alarak safını seçsin, beyanın altına imzasını atsın! 

‘Fevzül azim’ de, ‘fevzül kebir’ de bu değil de nedir? ‘Cennet’ bu netlik ve safiyetteki, samimiyetteki kullar için sunulan bir ödül, ikram değil midir?

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *