Said Halim Paşa’ya göre, devlet demek, şeriatın devamlılığını, sürdürülebilirliğini sağlamak için vardır ve böyle kabul edilmiştir. Bu sebepten İslam Devleti, halk için gerekli olan huzuru tamamıyla temin etmek için, son derece güç ve kudret sahibi olmalıdır.
Yakup Döğer
Said Halim Paşa, siyasete dair düşüncelerini izaha, devlet başkanına dair görüşleriyle devam eder.
Said Halim Paşa’nın düşüncesinde açık bir şekilde ve başkaca izaha gerek duymadan kendisini gösteren en önemli düsturun, İslam topluluklarında devletin dayandığı referansın şeriat olduğudur. Hemen hemen her makalesinde üzerine vurgu yaptığı esas husus, şeriatın İslam toplulukları açısından, vazgeçilemez olduğudur.
Bu düşünceyle birlikte devletin neden var olduğuna da açıklık getirir. Devlet demek, şeriatın devamlılığını, sürdürülebilirliğini sağlamak için vardır ve böyle kabul edilmiştir. Bu sebepten İslam Devleti, halk için gerekli olan huzuru tamamıyla temin etmek için, son derece güç ve kudret sahibi olmalıdır. İslam Devletinin güç ve kuvvet sahibi olmasının gerekliliği, kendisinin yüklenmiş olduğu vazifenin tabii neticesidir.
Said Halim Paşa, devletin en iyisini, en kuvvetlisini, en tedbirli olanını, ideal bir idare sergilemesinin gerekli olduğu zamanların, barış ve sükûn zamanları olduğunu ifade eder. İdeal bir devlet bu zamanlarda kendi halkına en iyi şekilde hizmet eden devlettir. Paşanın huzur ve sükûn için barış zamanlarının önemine dikkat çekmesi, kanaatimizce bu dönemlerde üretimin ve gelirin daha da arttığı, insan odaklı yatırımların büyüdüğü zamanlar olmasından dolayıdır. Bu sebepten barış zamanlarında devletin halkını ihmal etmemesi, fırsatları değerlendirmesi gerektiğini söylemektedir.
İslam topluluklarında devletin bütün bunları yapabilmesi için güçlü olması gerekir. Said Halim Paşa’nın fikrinde ilginç denebilecek tespitler vardır: Devlette bütün yetkiler tek kişinin elinde toplanmalıdır.
“Bundan dolayı İslam topluluklarında devletin hükmedebilmesi ve güçlü olabilmesi için, bu kudreti garantiye alacak bütün hukuki güvenceye ve gerekli ayrıcalıklara sahip olması ve bunların yalnızca bir şahısta toplanmış olması gerekir. Şayet bu hukuki güvence ve imtiyazlar birden fazla kişiler, siyasi oluşumlar arasında paylaştırılırsa, bunlar birbirleriyle uğraşmaktan, birbirlerini hükümsüz bırakmaktan geri durmazlar. Bu ise gerekli olan siyasi istikrarı bozacağından ve devleti aciz bırakacağından, her zaman büyük içtimai felaketlere yol açar.”
Said Halim Paşa yıllar önce talep ettiği yerden uzaklaşarak, yıllar sonra siyasi yaklaşımlarında farklı bir yere gelir. Geldiği yer; hukuki güvencesi sağlanan, kendisine ayrıcalıklar tanınan, gücün ve kudretin tek adamın elinde bulunduğu yönetim şeklidir. Paşa her ne kadar parlamentoya atıf yapsa da, parlamento onun siyaset tasavvurunda var olan tek adamın gölgesinde kalmaktadır.
Dikkat edilirse, Said Halim Paşa’nın yukarıdaki satırlarında öne çıkan tasavvurun, bugün T.C.’de cari olan partili başkanlık sistemiyle örtüştüğü anlaşılmaktadır. Tek adamın iki dudağı arasından çıkan her şeyin bir kanun gibi algılandığı, kendisinden başkasının söz söyleme salahiyetine sahip olmadığı bir siyasi yönetim biçimi. Elbette Said Halim Paşa bugün cari olan tek adam idaresinde görülen idare şeklinin sonuçlarını kast etmemektedir. Lakin Paşa’nın bu düşünceleri bu bakımdan izaha muhtaçtır.
Bir zamanlar Abdülhamid yönetimini, ‘tek adamın insafına kalmış memleket’ olarak yorumlayan ve bu tek adam rejiminden kurtulmaya çalışan, yerli-yabancı aktörlerle işbirliği yaparak devirmenin yollarını arayan Paşa, yıllar sonra tekrar tek adam rejimine muhabbet duyar. Abdülhamid döneminde, O’na karşı Batının emperyalist devletleriyle işbirliği yapanlarla birlikte hareket eden Said Halim Paşa, İttihatçı zihniyetin asıl niyetini çözememiştir. İlginçtir ki yıllar sonra kaleme aldığı eserinde de, Mustafa Kemal’in zihniyet dünyasını çözecek feraset ve basireti de göstermemiştir.
İttihat ve Terakki’nin müfettişliğine getirildiği 1906 yılından, İttihat ve Terakki’nin genel başkanlığına getirildiği 1916 yılına kadar, bu teşkilatla içli-dışlı olmasına rağmen, onların siyasi, sosyal, iktisadi, kültürel, eğitimsel, hukuki vb. alanlarda yapmış oldukları ve yapmaya çalıştıkları ifsat edici politikalara ciddi anlamda ve gerekirse bağları koparacak tarzda tepki göstermediği söylenebilir. İttihatçı tayfanın yapmak istediklerini, beyanatlarını, neleri öncelediklerini en iyi bilenlerden birisi olmasına rağmen, Abdülhamid’e karşı onlarla birlikte hareket etmekte bir beis görmeyen dönemin Müslüman entelektüellerinden biri olarak değerlendirilebilir.
Said Halim Paşa’nın dikkat çektiği diğer bir husus, bütün yetkileri elinde toplayacak şahsın, ancak milletin oylarıyla seçilerek meşruluk kazanabileceği yöndedir. Bu düşüncenin zamanımızın politik işleyişinde cari olduğunu görmekteyiz. Bilindiği gibi T.C.’de Cumhurbaşkanlığı sisteminde, başkanın seçilmesi de milletin oylarıyla sağlanmıştır. Said Paşa’nın olması gerektiğini savunduğu politik sistemin bugün ülkemizde, hem de bütün yetkilerin tek adamın elinde olacak şekilde işlediği görülmektedir.
Devlet başkanının milletin oylarıyla seçilmesinin neden zaruri olduğuna da değinen Paşa, hâkimiyet makamına gelecek bu ehil kimsenin, devleti yükseltmek ve payidar kılabilmesi için, yapıp-edecekleri karşısında gelebilecek itirazlara mani olmaktır. Böyle bir hakka sahip olabilmesi için, milletin oylarıyla o makama gelmesi tabii bir haktır. Devlet başkanı ancak milletin oylarıyla makamına yerleşirse meşruluk kazanabilir.
Said Halim Paşa, kanaatimizce bu ifadeleriyle İslam siyaset düşüncesinde var olan siyasi lideri belirleme usulünün dışına çıkmaktadır. Zira Müslümanlık düşüncesinde, devlet başkanını seçmek ve makamına geçirmek için, milletin oyu değil, “şura” veya başka bir deyişle “Ehlü’l-Hal ve’l-Akd” makamında olan kişilerin ortak görüşüne müracaat edilir. Tabi burada şunu ifade etmek gerekirse, modernleşme sürecinde kavramlara getirilen yorumlarla şura ve Ehlü’l-Hal ve’l-Akd kavramları yeniden yorumlanmış, bu yorumlar sonucunda “Hâkimiyet-i Milli”, “Amme”, “Meclis-i Mebusan” kavramları, geleneksel siyaset düşüncesinde var olanların yerine getirilmiştir. Said Paşa da bu düşüncesinde, geleneksel olan tasavvurun dışına çıkarak, modern bir usul olan çoğunluğun itibarını öncelemektedir.
Çoğunluğun oylarıyla Müslüman memleketinde iktidara gelen devlet başkanının millet tarafından seçilmesi ve kendi hâkimiyetini etkili bir şekilde yerine getirebilmesi için, bütün hukuki güvenceye ve ayrıcalıklara sahip olması gerekir. Müellif, devlet başkanı olacak kişinin bahsettiği ayrıcalıkları elde edebilmesi için böyle güvencelerinin olmasını zaruret olarak görür. Said Paşa, devlet başkanına sınırsız yetkiler vermeyi göze alabilmiştir.
Aslında Said Paşa’nın bu ifadeleri çok yabancı değildir. Zira kanun-i esasi böyle yetkileri dönemin iktidarının başındaki şahıslara vermekte, hatta uygulamalarında hiçbir şekilde sorumlu olamayacaklarını da kayıt altına almaktadır. Günümüzde cari olan politik işleyişte, devlet başkanının sorgulanamaz ve yargılanamaz olması anayasal olarak güvence altına alınmıştır.
Said Halim Paşa böyle sınırsız yetkilere sahip olan devlet başkanının mükellefiyetinin ne olduğunu da izah eder:
“O bu konumu ile yürütmenin en büyük başkanı olup vekil ve temsilcilerine imkânı müsait olduğu kadar iyi şartlar içerisinde hizmetlerini yerine getirebilmeleri için hukuki varlığına dayanarak vazifesini yerine getirir. Yürütmenin en büyük başkanı olmak düşüncesiyle siyasi sistemin düzenleyicisi kendisi olduğu için bu düzenlemenin muntazam bir şekilde işlemesine denetlemek, çeşitli kuvvetler arasında uyumu ve ahengi muhafaza etmek, bunların düşüncelerinde ortaya çıkabilecek ihtilafları yoluna koymakla mükelleftir.”
Milletin seçtiği devlet başkanı, yürütmenin başındadır ve bütün kurumlar onun yetki alanında yer alır. Tabi burada şunu da belirtmek gerekir ki, Paşa’nın bu yetkilerle donattığı devlet başkanı, İslam Devletindeki başkandır. Fakat böyle olmasına rağmen, Müslümanlık siyaset düşüncesinde böyle yetkilere sahip bir devlet başkanına şer-i bir dayanak bulmak çok zor olsa gerek. Zira İslam Devlet düzeninde, başkanı göreve getiren şura ya da Ehlü’l-Hal ve’l-Akd, gerektiğinde görevden de azil edebilir. Burada en dikkate değer hususun, kurumlar arasında oluşabilecek ihtilafları, devlet başkanının elindeki yetkiyle çözüme kavuşturmasıdır.
Yukarıda da değindiğimiz gibi, Said Halim Paşa, bu yetkilerin referansının şeriat olduğunu ifade eder. Milli irade dahi şeriattın bir neticesidir.
“Şeriattan ortaya çıkan milli iradenin hâkimiyetini temsil etmek itibarıyla devlet başkanı şahsen hem şeriata, hem millete karşı mesuldür. Bunun gibi onu temsil eden memurlar da milletin ve şeriatın temsilcilerine karşı mesuldür. İşte bu yürütme gücünün parlamentoya, yasama faaliyetlerine karşı mesuliyeti İslam’ın siyaset usulünde bu şekilde ortaya çıkar.”
Said Paşa’nın bu ifadelerinde açıklık getirilmesi gereken husus, kanaatimizce “Milli İrade”nin ne olduğudur. Paşa’nın milli iradenin hâkimiyetinden kastı, II. Meşrutiyet öncesi ve sonrasında uluslaşmaya kapı aralayan “Hâkimiyet-i Milliye” midir, yoksa sadece Müslüman milletin varlığının sonucunda ortaya çıkan irade midir? Said Paşa sözlerinde her ne kadar ‘şeriattan ortaya çıkan irade’ dese de, mesele daha açık olarak izaha muhtaçtır. Zira dönem itibarıyla birçok kavram ve düşünce, yeniden yorumlanarak, asli hüviyetinin çok uzağında konumlanmıştır.
Burada diğer izaha muhtaç mesele ise, devlet başkanının şeriata karşı sorumlu olmasının ne demek olduğudur. Şöyle ki: Devlet başkanının şeriata karşı sorumluluklarını yerine getirip getirmediği, hangi kurum-mercii tarafından denetlenecektir? Bu kurum Meclis-i Mebusan – Parlamento mudur? Modern usullerle oluşan, her dinden ve milletten müteşekkil bir parlamento, şeriatın hassasiyetlerine ne derece riayet edecektir? Belki de dönemin en can alıcı meselelerinden birisi kanaatimizce budur. Çünkü dönem itibarıyla “Millet-i Hâkime”den kasıt, parlamentodur.
Modernleşme sürecinde ortaya çıkan siyaset tasavvurunda, Meclis-i Mebusan devlet hiyerarşisinde en üst merciidir. Halife dahi parlamentoya itaatle sorumludur. Fakat bu siyaset tasavvurunda, Meclis-i Mebusan, çoğulcu toplum düşüncesiyle ortaya çıkmış, gayrimüslimlere dahi, gerekirse halifenin azil edilmesi yetkisi verilmiştir. Öyle anlaşılıyor ki Said Halim Paşa da, modern siyaset tasavvuruyla, Müslümanlık siyaset tasavvuru arasında sıkışmış ve çıkmak için bir yol aramaktadır.
Yürütme gücü
Said Halim Paşa’nın düşüncesinde, her yetki sahibine bir hak verir. Tabi bunun sonucunda sahip olunan her hak, sahibini yetkili kılar. Bu iki unsurun bir araya gelmesiyle de istiklal-bağımsızlık doğar. Parlamentodaki milletin temsilcileri, milletten yetki almıştır. Bu yetki de onları hak sahibi yapmıştır. Yetki ve haktan oluşan bu iki unsur parlamentoda bir araya geldiğinden dolayı, parlamento devlet hiyerarşisinin en üst merciidir.
Said Paşa mesele üzerine izahlarına devam eder: “Bu sebepten milleti temsil eden heyette devleti denetleme hakkı var ise, bu hak devletin millete karşı iyi ya da kötü hareket etmekte olduğuna dair hüküm vermek yetkisinin ancak millete ait bulunmasından ileri gelir. Bunun gibi yasama gücünün, kanun yapma hakkı da, kendisinin kanun ortaya çıkarmak için en yetkili şahıslardan müteşekkil olmasından ortaya çıkar.”
Görüldüğü üzere Paşa burada da, gerek kendi dönemine, gerekse bugüne ait izaha muhtaç bir meseleyi gündeme getirir. Parlamentodaki şahıslar, insanlığın refah ve huzurunu sağlamaya dönük yasama faaliyetlerini gereğince yerine getirebilecek vasıflara sahip midir? Ya da böyle bir realite, hangi şartlarda gerçekleşebilir? Daha da ötesi, çeşitli din ve inançlardan şahısların parlamentoda bulunması, İslam şeriatı dairesinde değerlendirilebilir mi?
Said Halim Paşa, modern tasavvurda var olan kuvvetler ayrılığına doğru gitmektedir. Yasama ve yürütme birbirinden bağımsız olarak çalışır ve birbirlerinin hukukuna müdahale edemez. Böyle bir düşüncenin, Müslümanlık siyaset tasavvurundaki yeri kanaatimizce tartışılmalıdır. Zira böyle kesin çizgilerle yasama ve yürütmenin birbirinden bağımsızlığını ileri sürmek, farkında olmadan birçok tartışmayı da beraberinde getirecektir. Müslümanlık siyaset usullerinde, “yasama ve yürütme” gibi tanımlamaların, modernleşme dönemiyle birlikte telaffuz edilmeye başlamış olması, üzerinde ayrıca durulması gereken başka bir husustur.
Mesela; neden kuvvetler ayrılığı gibi bir tanımlamaya ve bu kurumlar arasındaki ilişkileri yeniden düzenlemeye dönük düşünceler hasıl olmuştur? Bin üç yüz yıllık Müslümanlık siyaset düşüncesinde varlığı görülmeyen böyle modern kavramlar ve kurumlar, hangi sebeplerle bize ait siyaset düşüncesine monte edilmeye çalışılmıştır? Müslümanların, kökü peygamberlerine kadar dayanan şura ve Ehlü’l-hal ve’l-akd kurumları, hangi gerekçelerle meclis-i mebusan – parlamento olarak yeniden yorumlanmıştır? İlk dönem modernleşme girişimlerinde meşveret kavramı meşrutiyetle özdeşleştirilir iken, postmodern dönemde şura ve Medine Vesikası yeniden yorumlanır iken ve bu yorumlar üzerinde demokratik temelli çoğulcu toplum yapısına köprüler kurulur iken, hangi şer-i hassasiyetler gözetilmiştir?
Paşa’nın düşüncesinde, milletin oylarıyla parlamento oluşmuş ve devlet başkanı da seçilmiştir. Bunun sonucunda yetki sahibi olmuşlar ve bu yetki kendilerine bir hak tanımıştır. Bu hak gerek parlamentoya, gerek yasama gücüne tam bir bağımsızlık taahhüt ediyorsa, bunlar da yürütmeye aynı bağımsızlığı temin edebilmelidir. Yani yürütme üzerinde herhangi bir baskı oluşmamalıdır.
Said Halim Paşa kuvvetler ayrılığına ve birbiriyle olan ilişkilerine yeniden işaret eder:
“Bundan dolayı parlamento ile yasama gücü de kendi hâkimiyet sahasında ve davranışlarında nasıl serbest bulunuyorlarsa, yürütme gücünün de aynı sahada aynı serbestliğe sahip olması zaruridir.
Parlamentonun yürütme gücü üzerinde sahip olduğu denetleme hakkı ve vazifesini iyi yapabilmesi ve ondan mesul olması için, sadece kendi kanaati ve vicdanının sesi ile hareket mecburiyetinde bulunan yürütme gücünün, hiçbir zaman hürriyet ve bağımsızlığına müdahale edebileceği anlamına gelmez.”
Parlamento, milletten almış olduğu yetki ve bu yetkinin tanıdığı hakka dayanarak, hiçbir zaman keyfi olarak yürütmeye müdahale edemez. Şayet böyle bir durum ortaya çıkar, parlamento ile yürütme kuvveti arasında bir hususta herhangi bir ahenksizlik yahut ihtilaf ortaya çıkarsa, üstün yetkilerle donatılmış olan devlet başkanı araya girerek, milleti hoşnut edecek tarzda meseleyi çözer. Paşa’nın devlet başkanı tasavvurunda, başkan bütün düğümleri milletin lehine çözecek bir konumdadır.
Fakat başkanın böyle bir girişimde bulunması, yani milleti hoşnut edeceğim diyerek hareket etmesi, yürütme gücüne müdahale edebileceği anlamına gelmez. Zira başkanın varlığındaki hikmet ve yegâne hedef, yürütme gücünün bağımsızlığına riayet etmekten ibarettir. Kurumlar arasındaki ihtilafları çözmek için yapması gereken müdahale, birini diğerine karşı savunmak ya da üstün konuma çıkarmak değil, kurumlar arasındaki meseleyi hakkaniyetle çözmektir. Yani herkesin görevi bellidir. Yasama gücü olan parlamentonun hedefi, ortaya çıkardığı kanunların hikmet ve isabetiyle milletin ihtiyaçlarını teminden ve yegâne hedefi kurumlar üzerinde milleti hoşnut edecek denetleme icrasından ibaret olduğu gibi.
Bu sebepten bir kurumun varlığının hikmeti olan gayesi, hiçbir zaman diğer kurumların bağımsızlığına müdahale olarak anlaşılamaz. Her kurum kendi başına bir değerdir ve her kurumun kendine özgü varlık hikmeti ve bu hikmetin işaret ettiği bir gaye vardır.
Siyasi Partiler
Said Halim Paşa siyasi partilere de değinir. Fikirlerin, tercihlerin, takdirlerin, kanaatlerin ihtilafı her şeyde olduğu gibi siyaset hususunda da insanları birbirinden ayırmıştır. Düşünce dünyaları farklı olan insanların hayata dair tercihleri de farklıdır ve bu fark kendisini en fazla siyaset sahasında gösterir. Siyaset düşüncesindeki bu farklılıklar, aynı zamanda ayrılıkları da beraberinde getirir. Bu ayrılıklar ise her zaman ve her yerde kendilerini birleştiren bir çevreye, sebeplere, kazanmış oldukları mahiyete göre değişiklik gösterirler.
Said Paşa siyasi partilerin oluşumunda farklı bir yere daha işaret eder:
“Fakat siyaset sahasında ortaya çıkan bu ayrılıklar, hemen her yerde siyasi partiler olarak ortaya çıksa bile, her zaman kendilerini ortaya çıkaran sebepler ile arz ettikleri mahiyetin aynı olduğu gibi bir sonuç çıkarılamaz.”
Kanaatimizce burada biraz düşünmeliyiz. Zira, her siyasi partiyi ortaya çıkaran bir sebep var iken ve bu sebep de bir mahiyete sahip iken, partiye dahil olan insanların sebepleri, mahiyetle örtüşmeyebilir. Mahiyet olarak herhangi bir dünya görüşünü referans alarak ortaya çıkan siyasi partilerin müntesipleri, o partinin referansına saygı duymadan da partiye dahil olabilir. Bunun çeşitli sebepleri vardır ki, en çarpıcı örneklerini günümüz politik dünyasında görmekteyiz. Makam mevkii için, mal-mülk güç, dünyevi çıkar, siyasi ayrıcalık kazanmak gibi daha sayılabilecek birçok sebepten ötürü, siyasi partilere dahil olan insanlar bulunmaktadır. Siyasi partinin arz etmiş olduğu mahiyetle, insanların o partiye dahil olma sebepleri çok farklıdır.
Said Halim Paşa, siyaset sahnesinde çıkan ayrılıkları ihtilafların, Batı siyaset usulüyle İslam siyaset usulünde nasıl değerlendirildiğine de dikkat çeker:
“Evet, Batının siyaset usulünde bu ayrılıklar, kimi mevcut siyaset usullerini devirip yerine kendi arzu ettiği şekli koymak isteyen, kimi o usulü tamamıyla ortadan kaldırmayarak yalnız kendi görüşlerine uygun şekilde değiştirmeye taraftar olanlar arasındaki mücadele şeklinde ortaya çıkar. İslam siyaset usulünde ise bu ihtilaflar ayrılıklar, var olan toplumsal usulün daha ziyade eksiklerini gidermek içindir. İslam siyaset usulünde ortaya çıkan ayrılıklar içtimai yapıyı daha sağlam bir hale getirmekten ibaret olan müşterek gayeyi meydana getirmek için takip edilecek en kestirme yolu seçmek hususundaki görüşlerin ihtilafından başka bir şeyden dolayı ortaya çıkmaz.”
Said Halim Paşa hassas bir hususa değinmektedir. Batının siyaset usulünde ihtilafların çıkış sebebi kendi nefsi-dünyevi isteklerinin gerçekleşmesi içindir. Bunu sağlamak için ise, yapabilecekleri her şeyi yapmaktan geri durmazlar. Günümüz politik dünyası bunun en açık misali olarak görülebilir. Aralarındaki bütün tartışmalar, ayrılıklar, ihtilaflar, iktidara gelebilmek ve iktidarda kalabilmek için yaşanmaktadır. Politik lisanın seviyesi, ortalama bir halk ağzından çok aşılarda seyir etmektedir. Kendi menfaatleri için her türlü hitap şeklini, çeşitli şantaj ve tehditleri, arzuladıkları dünya hayatı için mubah görmekteler.
İslam siyasetinde ise ortaya çıkan ayrılık ve ihtilafların sebebi, dünya ve ahiret saadetini temine dayanır. Bu ihtilaflar ve fikir ayrılıkları karşılıklı istişare ve ikna ile sona erer. Günümüz dünyası Müslümanları arasında bu hakikatin pratik olarak karşılığı olmasa da, hakikat olan budur ve tarihte bu yaşanmıştır. Tarihte bir şey bir kez gerçekleşmiş ise, gerekli şartlar ortaya çıktığında tekrar gerçekleşmesinin önünde hiçbir engel yoktur. Yeter ki Müslümanlar nerede düştüklerini öğrenip, neyi kaybettiklerini anlayabilsinler.
Said Halim Paşa, Batıda ve Müslüman alemindeki siyasi partilerin vazifelerine de değinir.
“Batının siyaset usulünde siyasi partilerin vazifesi mevcut toplumsal yapıyı sürekli olarak değiştirmekten ibaret iken Müslümanların siyaset usulünde aynı partilerin vazifesi o yapıyı muhafazadan başka bir şey değildir. İşte siyasi partilerin Batıda neden dolayı aşırı bir ehemmiyet kazandığını, nasıl olup da siyasi işlerini her hususta diğer faaliyetlere hakim kılmak istedikleri bu izah ile anlaşılabilir.”
Tabi burada şuna da değinmek gerekir. İslam siyaset usulünde ve İslam Devletinde, Batıda olduğu gibi siyasi partileşme mümkün müdür? Yani günümüz siyaset dünyasında var olan partileşme usulü, İslam Devlet düzeninde de var olabilir mi? Böyle bir partileşme şer’an caiz midir?
Bu sorulara Said Halim Paşa’nın izahlarından, çok dar çerçevede de olsa bazı yanıtlar bulmak mümkün görünüyor. O da şudur ki; siyasi partiler hiçbir zaman Batıda gördüğü itibarı Müslümanların memleketlerinde görmemiş, ehemmiyet kazanmamıştır. Ta ki modern siyaset usulü olan meşrutiyetin ilanına ve partileşmenin furya halini almasına kadar bir önem arz etmemiştir. Müellif bunun sebebinin de, İslam topluluklarının yapısının Batı toplumsal yapısından üstün olmasına bağlar.
Fakat Müslümanların memleketinde de siyasi partiler, Batıdaki gibi oluşarak, ihtilaflar farklı bir boyuta taşınırsa, bu durumda ortaya çok daha sıkıntılı meseleler çıkmaya başlayacağı ya da başladığı görülür.
“Bu memlekette siyasi partiler birbirlerine karşı düşmanlık hisleriyle bağlı olur da Batıda olduğu gibi boğaz boğaza gelirse ve her parti olanca kuvvetiyle ötekini zarara sokmaya ve kendi hükmü altına almak için uğraşır durursa bundan şu anlaşılır. Bir parti tarafından takip olunan toplumsal maksat, diğerinin yine toplumsal olmak üzere gözettiği maksatla ebediyen bir araya gelemeyecek mahiyettedir. Bundan dolayı o memlekette toplumsal yapı kusurludur.”
Said Halim Paşa can alıcı bir hususa işaret eder. Bir memlekette siyasi işleyişin iyi ya da kötü olması, tamamen toplumun kalitesiyle ilgilidir. Toplumsal yapıda insanlar arası ilişkiler, insanlarım malumatla olan bağı, bilgiye yaptıkları yatırım ve her şeyden önce şer-i şerife olan bağlılıkları, toplumun kalitesini ortaya koyan değerlerdir. Bir toplum bu değerlerden yoksun ise, partileşme ihtilaf boyutunu aşarak tefrikaya giden karanlık yolun kılavuzları olur.
Said Halim Paşa konuyu nihayetlendirir:
“Bundan dolayı apaçık anlaşılıyor ki: Bir yerde toplumsal yapı ne kadar mükemmel olursa, orada siyasi partiler, siyasi faaliyetler o derecede önemlerini kaybederler. Batı toplumlarında partilerin sahip oldukları ehemmiyeti İslam toplumlarında kazanamamış olmaları, Batı toplum yapısının İslam toplum yapısından çok aşağıda olduğunu gösterir.”
Makale kaynağı: Said Halim Paşa, İslam’da Teşkilat-ı Siyasiyye: Reis-i Hükümet, Sebilü’r-Reşad, Cilt 20, sayı 500, sayfa: 62-63, 6 Mayıs 1338 – 6 Mayıs 1922
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *