‘Can boğaza dayanmadan hayatımızı gözden geçirmek zorundayız’

‘Can boğaza dayanmadan hayatımızı gözden geçirmek zorundayız’

Olacaklar olduktan sonra mı O’na iman edeceksiniz? Şimdi mi? Hâlbuki onu (azabın gelmesini) istemekte acele ediyordunuz? (Yunus: 51)

Şimdi mi?

Ahmet Durmuş / Venhar

Başlığımızdaki “şimdi mi” kelimesi bildiğim kadarıyla Kur’an’da, iki yerde ve ikisi de aynı surede (Yunus, 51 ve 91) geçmektedir. Türkçe telaffuzu (âl âne) ve yazılışı bize göre biraz zor olmakla beraber kullanıldığı yerler insan hayatı için oldukça önemli mesajlar içermektedir. “Şimdi mi”? ifadesi alemlerin Rabbi olan Allah tarafından ölüm anında müşrik insana yöneltilmiş bir soru gibidir. Fakat soru gibi gözüken bu kelime aslında müşrik insanın yaşamış olduğu hayata bir reddiye, bir kızgınlık ve hatta bir cezalandırma aşamasının olduğu da ayet bütünlüğü içerisinde gayet açık bir şekilde anlaşılmaktadır. Hayatları boyunca vahye karşı mukavemet gösterip, azgınlıkta sınır tanımayan, tağutlaşan, müşrik insanın son pişmanlığına karşı Rabbimiz tarafından verilen cevap gerçekten ibretliktir, düşündürücüdür. Bu arada şu gerçeği de unutmamak lazım, Kur’an müşrik ve kafirlere karşı tavrını ortaya koyarken, müminlerin de ondan payına düşeni almasını ister.

Ayetlerin siyak sibak ilişkisini göz önünde tutarak ilk önce Yunus suresi 49. ayete bakalım:

“De ki: «Ben kendime bile Allah’ın dilediğinden başka ne bir zarar ne de bir menfaat verme gücüne sahibim.» Her ümmetin bir eceli vardır. Ecelleri geldiği zaman artık ne bir saat geri kalırlar ne de ileri giderler.” (Yunus: 49)
“De ki: (Ey müşrikler!) Ne dersiniz? Allah’ın azabı size geceleyin veya gündüzün gelirse (ne yaparsınız?). Suçlular ondan hangisini istemekte acele ediyorlar!” (Yunus: 50)
“Olacaklar olduktan sonra mı O’na iman edeceksiniz? Şimdi mi? Hâlbuki onu (azabın gelmesini) istemekte acele ediyordunuz?” (Yunus: 51)
“Sonra zulmedenlere: Ebedi azabı tadın,” denir, “Kazandığınızdan başka bir karşılık mı bekliyordunuz?” (Yunus: 52)

Burada dört ayetin mealini vermemizin sebebi Kur’an’ın bütünlüğünü bozmamak ve okuyucuya daha geniş bir pencere açmak. Bu yazıda asıl amacımız insanların tüm uyarı ve ikazlara rağmen Allah’ın kopmayan sağlam ipine (Kur’an’a) değil, müşrikçe bir hayata tutunmaları. Ömür boyu hakikati görmezden gelip nebilere karşı adeta kör ve sağır kesilip vahiy ile aralarına duvar ören bu müşrik insanın ölüm anındaki pişmanlığının nasıl da işe yaramadığı gerçeğidir. Bu inkarcı/müşrik insanın karakteristik özelliğini/yapısını rabbimiz Kur’an’da birçok ayette olduğu gibi En’am suresi 28. ayette de çok güzel tasvir etmektedir: “Hayır! Daha önce gizlemekte oldukları şeyler (günahlar) kendilerine göründü. Eğer (dünyaya) geri gönderilseler yine kendilerine yasak edilen şeylere döneceklerdir.”

Müşrik/kafir insanın ölüm anındaki durumundan dolayı başına gelen beladan kurtulmak için ben de Muhammed’in/Musa’nın (as) rabbine inandım demekle son anda nebileri doğrulaması ve kendisine bir çıkış yolu araması Rabbimiz tarafından kesin bir dille reddedilmiştir. Hayatları boyunca Allah’ın elçilerini yalanlamaları, onları küfretmeleri, aşağılamaları ve adeta vahye karşı müstekbir bir tavırla savaş açıp meydan okumaları nedeniyle kendi sonlarını hazırlamış olan müşrikler, tıpkı Firavun ve tüm zalimler gibi son anda bir pişmanlığın içerisine girmiş durumdalar. Ancak Rabbimiz, küfürde/tuğyanda sınır tanımayan bu azgın insanın ölüm anındaki bu talebini “şimdi mi” aklın başına geldi diyerek geri çevirmektedir.

Her geçen gün İslam’dan kopan/koparılan gençlik bugün bin bir çeşit tâli yollara sapmış durumda. Gençliği ve olgunluk çağı heder edilen bu kesim kendisini artık işine, evine ve arabasına adamış bir vaziyette dünyaya sımsıkı sarılmıştır. Okulundan, anne ve babasından aldığı İslamî eğitim/ahlak son derece yetersiz olan bu zavallı güruh hayatı boyunca hazın ve hızın peşinden koşturup durmuştur. Dini değerlerden tamamen kopmamış olmasına rağmen yaşamında din ile bağlantısı tamamen kopmuş gözükmektedir. Eğer şirk kavramı hatta tüm Kur’an kavramları genç nesle doğru anlatılabilseydi bugün durum farklı olabilir genç ve olgun insan da kendisinin durduğu yeri doğru tanımlayabilirdi. Ama ne acıdır ki böyle olmadı. Kur’an eğer insanların çoğunun Allah’a şirk koşmadan (Yusuf: 106) inanmayacağını söylüyorsa bunu okuyup geçmek yerine anlamaya çalışmamız lazım. Bu gerçeği kabullenerek en yakınlarımızın dahi tevhide gölge düşürüp şirke bulaştıklarını üzülerek görmekle beraber hakikati onlara anlatmaz/anlatamaz olduk. Oysa mümine yüklenen bir görev vardı iyiliği emredip kötülükten sakındırmak. Neyse söylenmesi gereken çok şey var ama biz tekrar ayete dönelim.

İşte Firavun’un boğulma anını anlatan 91. ayetten biraz farklı gibi gözüken ama özde farkı olmayan 51. ayeti kerimenin imanlarına zulüm karıştıran müşrik insana cevap olarak okunması gerektiğini düşünüyoruz. Yani hayatın en verimli zamanlarını Allah’tan kıskanıp O’na harcamamak, Allah’ın düşmanları ile bilerek veya bilmeyerek saf tutup O’nun nurunu söndürmeye çalışmak ve Allah’ın zamanını Allah’tan başka her şeye çarçur edip yaş kemale erip ölüm kapıyı çalınca da pişmanlık duymak. Tam da burada yüce Allah nebileri alaya alan, müminleri ayak takımı olarak aşağılayan, müşrik insana “ŞİMDİ Mİ” aklın başına geldi ey zalim/nankör işte acele edip istediğin bela başına gelmiştir demektedir.

Dikkat edersek toplumsal hayatta birileri her türlü kötü fiili işler ama uyarıldıklarında Allah’ın (el- Gaffar) bağışlayıcı/affedici olduğunu dillendirerek tepki gösterirler. Oysa el-Müntekim olan Allah (suçluları, zalimleri, zorbaları adaletiyle cezalandıran) aldatıcılara dikkat çekerek: “Ey insanlar, hiç şüphesiz Allah’ın vaadi haktır; öyleyse dünya hayatı sizi aldatmasın ve aldatıcı(lar) da, sizi Allah ile (Allah’ın adını kullanarak) aldatmasın” der. (Fâtır: 5). Ayeti kerime bize şeytanın fısıltılarına kulak vermemeyi tavsiye ediyor. Allah’ın elçileri bile hayatları boyunca sırât-ı mustakîm üzere olmalarına rağmen Allah’ın affediciliğine güvenip salih amel işlemekten geri durmamışlardır. Demek ki müşrikçe yaşayıp ölüm anında ben de inandım denmesinin Allah katında bir değeri yoktur.

Kur’an’la muhatap olan insanlar bilir ki, Kur’an insanları savaşa bile çağırırken sağlıklı ve güçlü insanları çağırmaktadır. Hastaları, körleri ve yaşlıları merhameti gereği ayırmaktadır. Bu demektir ki kul olan insan verimlilik çağında Allah’a yönelmeli ki bunun bir kıymeti bir değeri olsun ve ölüm anında “şimdi mi” sorusuna muhatap olmasın. Yani imanın da bir kıymeti/kalitesi varsa o da gençlik ve olgunluk yıllarında ortaya çıkıyor desek mübalağa yapmış olmayız. Kur’an’ın hazzını, imanın güvenirliğini, İslam’a olan teslimiyeti ve Allah’ın kulu olmanın zevkini gençken, olgunken yaşamalı insan.

Tekrar konumuz olan ve Firavun’un boğulma anındaki “Ben de İsrailoğullarının Rabbine inandım” dediği 91. ayete dönelim: “Biz, İsrailoğullarını denizden geçirdik. Ama Firavun ve askerleri zulmetmek ve saldırmak üzere onları takip etti. Nihayet (denizde) boğulma haline gelince, (Firavun:) «Gerçekten, İsrailoğullarının inandığı Tanrı’dan başka tanrı olmadığına ben de iman ettim. Ben de Müslümanlardanım!» dedi.” (Yunus: 90)

“(Allah) Şimdi mi (iman ettin)! Halbuki daha önce isyan etmiş ve bozgunculardan olmuştun.” (Yunus: 91)

51 ve 91. ayetler içerik olarak aynı şeyleri söylüyor. Yani müşrik insanın son anda ben de inandım diyerek nebileri doğrulaması ve inandım demesi kurtuluşuna yetmiyor. Bu gerçeği bilmekle beraber günümüz modern insanı olarak bizlerin de ayetten almamız gereken ders vardır diye düşünüyorum. Yukarıda bahsettiğimiz dünya hayatının oyalayıcı meşgaleleri tüm Müslüman aileleri de sarmış durumda. Burada ölçüm cihazı ile insanların müslümanlığını ölçüp sorgulama amacı gütmediğimizi işin ehli bilir. Hal böyle iken İslami hassasiyeti olan ve ben de Muhammed’in (sav) rabbine teslim oldum diyen fakat hakikatte neye inandığını tam da bilmeyen tüm Müslümanlar, kendimizi aldatmaktan kurtulmalıyız. Kur’an’ın bu iki ayetine muhatap olmadan (yani hayatın sonundaki imana güvenmeden) diğer bir tabirle can boğaza dayanmadan hayatımızı gözden geçirmek zorundayız.

Bakıyoruz modern insan gençlik yıllarını bilinçten yoksun, adeta bir sapkınlık ve kibir içerisinde şeytanın fısıltılarına kulak vererek geçirmekte. Dine sırtını dönüp araya duvar çeken iyi giyimli ve iyi bakımlı bu zavallı semiz insan hacca mı gidecek yaşlanınca, namaza mı başlayacak yaşlanınca, oruç mu tutacak yaşlanınca? Kısacası salih amel dediğimiz tüm eylemleri basite alma, öteleme ve erteleme söz konusudur. Çünkü bu insanın öncülleri vardır. Bu öncüller, ‘kendisine daha konforlu bir hayat hazırlamak için tüm ilkeleri çiğnemek’ desek yerindedir. Onu dünyaya bağlayıp ahiretten koparan çirkin işlere adeta gözü kapalı koşmaktadır. Fakat hayatlarına Allah’ı müdahale ettirmeyen bu güruha yağmuru kim yağdırıyor dediğinde: “Andolsun ki onlara: «Gökten su indirip onunla ölümünün ardından yeryüzünü canlandıran kimdir?» diye sorsan, mutlaka, «Allah» derler. De ki: (Öyleyse) hamd da Allah’a mahsustur. Fakat onların çoğu (söyledikleri üzerinde) düşünmezler. (Ankebut: 63). Kur’an’ın tanımı ve tavrı açık ve net, bu tavır tam bir müşrik tavrı.

Demek ki müşriklikten kurtulmanın yolu yağmuru yağdıranın Allah olduğunu, evreni yaratanın yine Allah olduğunu bilmek değil, bir bütün olarak Kur’an’ın getirdiği hükümlerin tamamına iman edip kabullenmekten ve salih amel işlemekten geçiyor. Anlamamız gereken şu; Kur’an tarihsel bir kitap değil. Ayetler o gün Mekkeli müşriklere veya Mısır’ın Rabliğine soyunan Firavun’a ne demişse bugünün müşrik ve Firavunlarına da aynı şeyi söylemektedir. Demek ki hayatın her anında Allah’ı hesaba katmadan bir hayat yaşanmaz. Yaşamak isteyenlerin ise ölüm anındaki sözüm ona tövbeleri Allah tarafından “şimdi mi” diyerek reddedilmektedir.

Son olarak kedimize de bir şeyler söylememiz gerektiğine inanıyorum. İçimizi acıtan, canımızı yakan ve toplumun kanayan yarası olan bir örnekle konuyu özetleyebiliriz. Son zamanlarda daha sık rastladığımız ve hatta tevhidi bilinci yerinde sandığımız mümin insanların bile basit bir miras davasından kardeşlerine nasıl düşman olduğuna tanık olmaktayız. Dünya hayatına ve malına kalıcı olarak bakmayı Allah müminlere adeta yasaklamış olmasına rağmen, bugün hemen hemen her ailede miras yüzünden düşmanlıklar oluşmuş durumda. Ne olurdu acaba Adem’in (as) iki oğlundan birisinin yani iyi olanın yaptığını yapsak da kardeşimize el kaldırmasak. Ve keşke öldüren değil de ölen konumunda olsak. Ve yine keşke dünya hayatında malını kaybetmiş fakat kalıcı olan ahir hayatımızı kazananlardan olsak.

Eğer toplum gerçekten iman etmiş olsaydı mal yüzünden fesada ve fahşaya düşmezdi. Sanmayın ki bu olay sadece bir iki kişinin yaşadığı münferit bir olay. Tam tersine etrafımızda birçok aile mal davasından dolayı parçalanmış durumda. Oysa Allah bize “Kim ahiret ekinini isterse, Biz ona kendi ekininde arttırmalar yaparız. Kim dünya ekinini isterse, ona da ondan veririz; ancak onun ahirette bir nasibi yoktur” (Şûrâ: 20) diye uyarmaktadır. Demek ki ben nasıl olsa inandım bu ayet bana bir şey söylemez mantığı insanı cehenneme götürmeye yeter. Yapmamız gereken şey şimdiden tövbe edip ölüm anının pişmanlığına muhatap olmamak. Kendimizi yeniden hesaba çekip tüm amellerimizi tekrar Kur’an’ın süzgecinden geçirmek. Lütfü Bergen’in deyimi ile hayatın her alanında bir “ahlak ayaklanması” başlatmak. Çünkü toplumun ahlaki değerleri çökmüş, çürümüş durumda. Kimse ahlakın ne olduğunu sorgulamıyor. Sorgulamadığı gibi yaşadığı ahlaksızlığı da ahlak zannedip kendine ahlak ediniyor, oysa zan Allah katında bir şey ifade etmez.

Yine konumuz olan ayetlere atıf yaparak bitirmek istiyoruz. Firavun ve müşriklere küfretmek, onları aşağılamak insanı imanlı ve ahlaklı kılmıyor. İslam ve iman bir tercihtir. O halde yaptığımız tercihi bilinçli yapıp ilkeli olmak zorundayız. Düşündüğümüz zaman ahlaksız bir ömrün sonunda Allah’tan af dilemek ne kadar ahlaki olabilir ki? Din ile ahlak et ve tırnak gibidir, ikisi birbirinin tamamlayıcısıdır. İnsanın ahlakını çekip alırsanız geriye ahlaksız bir dindar insan kalır. Yani giydirilmiş kütük. Yok, eğer ahlaklı bir insanı dinden arındırırsanız bu sefer geriye hiçbir şey kalmaz. Demek ki Kur’an’ı kendimize ahlak edinip hayatın içerisinde kıble istikametini doğru tespit edip ellerimizi ona açmalıyız ve rab olarak sadece Allah’ı tanıyıp ona yakarmalıyız. Ölüm anı demek hesabın kesildiği, defterin dürüldüğü ve geriye dönüşün olmadığı “şimdi mi” diye Allah tarafından insana sorulan an demektir. Selam hidayette olanlara olsun.

Not: Bu yazıda Diyanet Vakfı ve Ali Bulaç’ın meallerinden yararlanılmıştır.

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *