Said Halim Paşa’da Şer’i Hâkimiyetin Neticeleri

Said Halim Paşa’da Şer’i Hâkimiyetin Neticeleri

Said Halim Paşa, İslam aleminin uğradığı musibetleri yeterince izah ettiğini ve bu izahların sonucunda müracaat edilecek vasıtaların kendiliğinden ortaya çıktığına kanaat getirmiştir…

Yakup Döğer

Said Halim Paşa’yı çağdaşlarının düşüncelerinden ayıran en önemli özelliklerinden birinin, sürekli şeriata, şer’i hâkimiyete olan vurgusudur denebilir. Döneminin ulema ve aydınları, dine ve dinin egemenliğine dönük beyanları genel olarak değerlendirildiğinde, net olmaktan, kesin ifadelerle her şeyi yerli yerine koymaktan uzak durdukları gözlemlenmektedir. Fakat Said Halim Paşa, şeriatın egemenliğini ve Müslümanları bu egemenliğin selamete çıkaracağına dair beyanlarında çok net ve sağa sola çekilemeyecek manada ifadeler serdeder. Şeriat ve şer’i hâkimiyet Paşa’nın ifadelerinde, Müslümanları felaha kavuşturacak tek değerdir.

Bu değer lafzi ve teorik ifadelerin çok üstünde, tarihin şahitliğiyle kendisinin üstünlüğünü fiili olarak dünya insanlığına göstermiştir. Şeriat, egemen olduğu süre içerisinde, beşer aklının tasavvur edemeyeceği, insanlığın fıtratına mütenasip olağanüstü neticeler ortaya çıkarmıştır. Bu neticeler esaslı bir öneme sahiptir. Zira bu esaslar kendisine tabi olan cemiyetleri mevcut cemiyetlerden çok açık bir şekilde ayıran yeni esaslara bağlı, bağımsız bir cemiyet inşa etmiştir. 

İslam’ın ilkeleri, içtimai sahada insanlık tarihi boyunca görülmemiş ve bundan sonra da görülmesi imkân haricinde olan sonuçlar ortaya çıkarmıştır. Bu ilkeler, kelimenin tam manası ve ruhu ile hürriyet ve eşitlik üzerine yaslanan yeni bir içtimai yapı kurmuştur. Ortaya çıkan bu içtimai durumda, cemiyet içerisinde var olan çeşitli sınıfların rekabetleri ebediyen ortadan kalkmış, insana ait hürriyet ve eşitlik haklarına karşı hiçbir muhalefet yükselmemiştir. Hak din olarak İslam ve o dinin şeriatı, insana ait olan bu hakları en sahih ve en samimi şekilde tanımış, muhafızı olmuş, hiçbir taviz vermemiştir. 

Hürriyet ve müsavat-eşitlik dönem itibarıyla Müslümanlık düşüncesinin yumuşak karnıdır. Gayrimüslimler üzerinden Avrupa’nın Osmanlıya hürriyet ve eşitlik üzerinden yüklenmesi, bu iki kavramın kendi dönemi içinde en çok konuşulan ve tartışılan kavramlar arasında yer almasına neden olmuştur. Bu sebeptendir ki, Said Halim Paşa da diğer çağdaşlarında olduğu gibi bu iki kavram üzerinde hassaten durur. Paşa’yı diğerlerinden ayıran en önemli farklılığı ise, yukarıda da belirttiğimiz gibi, hürriyet ve eşitlik kavramlarının doğru bir şekilde hakkıyla cemiyette etkin olabilmesi için, şeriatın egemenliği şarttır. Bunun delili ise, şeriatın egemen olduğu dönemlerde ortaya çıkan neticedir.

Uhuvvet-i İslamiye

Paşa İslam’ın şer’i hâkimiyetinin sürekliliği ve kapsayıcılığı üzerinde özellikle durur. O’nun ifadelerine göre, bu yeni oluşum bir kavimden diğer kavme kol atarak, bu zamana kadar benzeri görülmemiş İslam kardeşliğini tesis etmiştir. Bu kardeşlik dünyanın muhtelif coğrafyalarında yaşayan çeşitli ırklara mensup dört yüz milyona yakın büyük bir alemi, İslam ailesi halinde birleştirmiştir. Bunun adı ise, “Uhuvvet-i İslamiye”dir. Yani İslam kardeşliğidir. Bu kardeşlik, ne bir ırkın, ne bir coğrafyanın, ne bir sınıfın üstünlüğüne dayanır. Dayandığı tek yer, iman esasıdır.

Bu kardeşlik sadece bununla da sınırlı değildir. İman kardeşliği, bu esasta birleşen İslam topluluklarını öyle bir ortak gayede bir araya getirmiştir ki, bu gaye onların insanlığa örnek olacak mükemmel bir yapı oluşturmalarını sağlamada her zaman yol gösterici olmuş, iman edenlerin bu yapıyı oluşturma gayretlerinde, onlara yardım etmekten hiçbir zaman geri durmamıştır. İşte bu sayededir ki on üç asırdan fazla bir zamandan beridir bütün Müslüman topluluklar, gerek güç ve kuvvetli dönemlerinde, gerek gerileme devirlerinde şeriatın emirlerine ve ilkelerine yönelmekten, ona canla başla hizmet etmekten başka bir emel beslemediler. Kendi selametlerini ancak ondan beklediler. Ve bu selamet arayışını ancak onun yüce hakikatine bağlı kalarak sağlanabileceğine inandılar. 

Said Halim Paşa, Müslüman modernleşmesinin en kritik dönemlerine başından sonuna şahit olmuş, siyasi, felsefi, kültürel, iktisadi değişimlerin merkezinde yer almış biridir. O’nun bu aktif yapısı, kendisini birçok mecraya sürüklemiş, Jön Türklükten İttihatçılığa, sürgünden Ayan üyeliğine, İstanbul’dan Paris’e, belediye başkanlığından Şurayı Devlet azalığına kadar birçok alanda yer almıştır. 

Hayatında izzetli dönemleri olduğu gibi, sürgün dönemleri de olmuştur. Hayatının son deminde sürgün hayatıyla yüzleşmiş, sürgün sonrası memleketine dönek istemiş, fakat kabul edilmemiştir. Nihayetinde Roma’da ikamet ederken, bir Ermeni tarafından suikasta uğrayarak hayatını kaybetmiştir. Said Halim Paşa böyle fırtınalı çalkantılı hayatı içerisinde, siyasi ve felsefi buhran içinde kıvranan Müslümanlık düşüncesine yeni bir soluk vermek için çabalamaktan geri durmamıştır. 

Şeriatın içinde doğan devlet

İslam’ın şer’i hâkimiyeti her alanda olduğu gibi devlette de etkili olmuş, içtimai sahadaki bu fiili tesiri, devlete o zamana kadar görülmemiş bir mevkii ve etki temin etmiştir ki, bu mevkii ve etki devleti insanların gözünde hem sevgi duyulan hem de saygı gösterilen bir konuma getirmiştir. 

İslam’ın şer’i hâkimiyetine dayanan devlet kendini sevdirmiştir. Zira o, şeriata hizmet etmek, ona karşı hürmet gösterilmesini sağlamak için, yine o şeriatın içinden doğmuştur. Bu surette hiçbir tartışma götürmeyecek öyle bir meşruiyete sahip bulunuyordu ki, bu meşruiyet kendisini her türlü zulüm ve baskıdan uzaklaştırıyordu. Sevgi duyulmasına ve itibar edilmesine gelince: Bu, her türlü şüpheden uzak olan kutsi kaynağından aldığı sınırsız kudretle, bir de kendisinin ahlaki ve içtimai hakikatlerin ebedi sahibi bulunmasından dolayı ortaya çıkmıştır.

Zaman zaman kendi namına yapılan bütün kötü işler ve suiistimaller, insanlar üzerinde onun ne mevkiini ne de ruhlara işlemiş olduğu itimadı asla sarsamamıştır. İslam toplulukları şu kanaati daima muhafaza etmiştir ki, gerek adaletsizlikler, gerek zorbalıklar, ne bu devlette ne kanunlarında ne de müesseselerinde olmamış, ancak gücü eline geçirerek kanun namına hareket ettiklerini iddia eden bazı şahıslardan dolayı ortaya çıkmıştır.

Said Halim Paşa, Batı düşüncesinin İslam’a attığı iftirayı, İslam’a mal etmenin imkânsız olduğunu, hata ve günah varsa, bu hata ve günahların sahibinin İslam değil, yanlış işler yapan Müslümanlara ait hatalar olduğunu zikreder. 19. Yüzyılın başlarından itibaren Batı oryantalizmi hedef olarak İslam’ı göstermiş ve İslam dininin her türlü beşeri tekâmülün önünde engel olduğunu ileri sürmüştür. Bu mesele Müslümanlar tarafından uzunca tartışmalara yol açmış, bu tartışmalarda Müslüman mütefekkirler ifade birliğiyle, suçun İslam’da değil, İslam’ı gereği gibi anlayamayan ve yaşayamayan Müslümanlarda olduğunu söylemiştir. Said Halim Paşa da, aynı düşünce üzerinden yürüyerek, İslam devletinde işlenen zulümlerin, İslam’ın kendisinden değil, iktidarı ele geçiren bazı art niyetlilerden kaynaklandığına işaret etmektedir.

Şer’i hâkimiyetin hakikati, kendi ilkeleri doğrultusunda iktidarı kesin bir şekilde ve en gösterişli olacak tarzda tesis etmiştir. Bu iktidar öyle bir içtimai hal ortaya çıkarıyor ki insana ferdi ve içtimai olarak hakiki bir saadet temin etmek için mümkün olan şartların tamamını kapsamaktadır. Öyle bir içtimai hal ki o zamana kadar insanlığın önünde dikilip onu hak ettiği hürriyetten ve tekâmülünden, gelişmesinden alıkoyan binlerce engeli hayret edici bir şekilde ortadan kaldırıyor. Öyle bir içtimai hal ki, az zaman içinde ve hiç yoktan hayret edici şekilde bir medeniyet ortaya çıkararak asırlarca insanlığı devletin, adaletin parlak nuruyla aydınlatıyor.

Gerileme Devri

Said Halim Paşa, kurulan bu mükemmel iktidarın, zaman içerisinde nasıl inkıraza uğradığını ve gerilemeye başladığını, bu gerilemenin hangi sebeplerden ileri geldiğini de ele alır ve meseleyi aydınlatmaya çalışır. Müellif, Müslüman aleminin her zaman kendi İslami akidelerine sadık olmasına ve şer’i devlete daima bağlı bulunmakla beraber, güçlü devirlerinde olduğu gibi dinin yüksek emirlerini bütün varlığıyla muhafazaya çalışmasına rağmen iki asra yakın zamandır İslam alemi gerileme halindedir.

Paşa’ya göre bu gerilemenin ana sebebi, İslam topluluklarının İslami vazifelerini eskisi gibi güzel bir şekilde anlamak ve gereklerini yerine getirmek hususunda zaafa düşmesidir. Bu en önemli sebeptir. Fakat bir diğer sebep de, İslam’ın kudretini zelil etmek için yorulmaksızın uğraşan gizli düşmanlar da boş durmamaktadır. İslam’ın bu ebedi düşmanları asla başarılı olamayacakları halde her vasıtaya başvurarak, İslam’ın her türlü iyiliğe ve güzelliğe karşı olduğunu ispat etmek ve fikirlere bu iddiayı aşılamak için çalışmaktadır. Onların bu çabası, Müslümanların, İslam topluluklarının hali hazırdaki gerilemesine önemli bir sebep teşkil ediyor. 

Fakat Paşa’ya göre İslam’ın ebedi düşmanlarının bilmediği bir şey vardır: O da eğer Müslümanlar akidelerinde sebat ederse, bu din, kendisine düşman olanları sonsuza dek mahkûmiyet ve sefalet içinde bırakacak zemini de hazırlamaktadır. Bu İslam düşmanlarına iddialarının bir ehemmiyetinin olmadığını ispat etmek kolaydır. Lakin hatalarında ısrar eden, donuk fikirlerini söz dinlemeksizin durmadan ileri süren ve bu hususta samimi olmayan bu gibi adamlarla tartışmaya girmek doğru bir iş değildir.

İslam akidesine samimice sarılan Müslümanlar arasında hiçbir sınıf ve zümre rekabeti görülmez, hiçbir kavmiyet üstünlüğü ortaya çıkmaz, İslam kardeşliği bilakis her zamankinden daha sağlam belirtiler gösterir. Bunu gösterirken şer’i hâkimiyet kendi etkisini ve mevkiini muhafaza ederek, kalplere ilham etmekte bulunduğu hürmet, itimat hislerini her türlü şaibeden uzak bir şekilde muhafaza eder dururken, acaba ebedi İslam düşmanlarının iddia ettiği gibi İslam’ın hürriyet ve müsavat esası İslam cemaati arasından kalkmıştır tarzında iddiada bulunmak doğru olabilir mi?

Bu türden iddialar dönemin en popüler iddiaları arasında yer almaktadır. Osmanlı Devletinin askeri, siyasi ve ekonomik yönden zaafa uğraması, içinde yüzyıllardır barınan gayrimüslimlerin sesinin yükselmesine sebebiyet vermiş, Avrupa devletleri de azınlıklara hamilik göreviyle, devletin içişlerine müdahil olmuştur. Bir yandan fiili olarak sürdürdükleri bu müdahale devam ederken, diğer taraftan oryantalist gelenek felsefi olarak çeşitli iftiralarla İslam’a ve Müslümanlara saldırmaya başlamıştır. Tabi ki bu saldırıların başarılı olmasında, Paşa’nın da ifade ettiği gibi, içerideki Batı müptelası aydınlar etkili bir rol almıştır. Said Halim Paşa bu iddialara karşı kıyasıya bir mücadele içindedir.

İslam toplulukları Batı topluluklarından daha bahtiyardır

Müellif İslam topluluklarının bir gerileme içinde olduğunu kabul etmektedir ve hakikat de budur. Fakat bu gerilemeye rağmen İslam toplulukları Batı topluluklarından daha bahtiyardır. Zira Batı dünyasında kâr merkezli kapitalist üretimle sınıflar arası uçurum ortaya çıkmış, kavmiyetçilik husumetler eskisinden daha şiddetli bir şekilde kendisini göstermeye başlamıştır. Devletler halkının gözünden düşmüş, itibarını yitirmiş, ne gerektiği hürmeti görmekte ne de itimat hissi uyandırmaktadır.

Said Halim Paşa’nın zikrettiği kavmiyetçilik Müslümanlar arasına henüz sokulmak istenmekte, üç tarzı siyasetten biri olan Türkçülük şişirilmeye çalışılmaktadır. Paşa ise gerek Osmanlıcılık gerek Türkçülük tezlerine karşı, İslamlaşmak tezini sürekli gündeme getirerek kamuoyu oluşturmaya çalışmaktadır. Batıda sanayileşme ile gelişen kapitalist üretim tarzı, sömürge ülkelerinde kendisini temsil edecek burjuva sınıfı oluşturmaya çalışırken, halk arasındaki sınıflaşmayı da beslemektedir. Said Paşa, Avrupa görmüş biridir ve Avrupa’nın gerek siyasi, gerek kültürel gerekse sosyolojik yapısını çok iyi bilmektedir.

İktisadi üstünlük

Her ne kadar Batı toplumları böyle çürümeye yüz tutmaya başlamış olsa da, sanayinin gelişmesi ve Avrupa’nın üretimin merkezi haline gelmesi, bu toplumları iktisadi yönden refah seviyesine çıkarmıştır. Bu hususta yapılacak mukayese tamamıyla Batı topluluklarının lehine çıkar. Denebilir ki biz iktisaden ne kadar durgun, maddiyat itibarıyla ne derecelerde sefalet çekiyorsak, onlar bu yönlerden o kadar güçlü bir o kadar refah içindedirler. Bu yönden baktığımızda şüphe yoktur ki, İslam toplulukları acınacak haldedir. Ve Batı topluluklarından öğrenecek pek çok şeyleri olduğu gibi, bu hususta onlara ne kadar gıpta etseler hakları vardır.

Avrupa sanayileşme, yeni bilimsel ve teknolojik icatlarıyla mekanik bir medeniyet kurmuştur. Bu medeniyet ruhsuz, hissiz, vicdansız, en başta dinsiz medeniyettir. İslam alemi ise sanayileşme ve teknolojik alanda çağın gerektirdiği ilerlemeyi sağlayamadığı için, bu mekanik medeniyet karşısında mecburi bir gerileme yaşamaktadır. Said Halim Paşa burada İslam aleminin gerilemesi hususunda bir tespitte daha bulunur: İslam aleminin gerilemesi, maddi şartlarının durgunluğundan ileri gelmiştir. Bu durgunluk Müslümanlar, Batı topluluklarının saldırıları karşısında istiklalini müdafaaya imkân bırakmayacak, onların hükmü altına girmekten kendilerini kurtaramayacak kadar zayıf hale getirmiştir. 

Paşa’nın düşüncesi burada ikircikli bir hal alır. Daha önceki tespiti, gerileme sebebi dinin emirlerinin gereği gibi yerine getirilmediğinden dolayıdır. Burada ise düşüncesini iktisadi yönden zayıf düşmek olarak günceller. Tabi haksızlık etmemek adına şunu da ifade etmemiz gerekir ki, belki de Said Halim Paşa, iktisadi yönden güçlenmeyi de, dinin emirleri arasında değerlendirmiş olabilir. Fakat bu tavır daha çok dönem itibarıyla Müslüman mütefekkirlerde görülen savunmacı refleksin tezahürü olarak değerlendirilebilir. Bunu daha sonraki satırlarından anlayabiliyoruz. 

O’na göre İslam toplulukları esaretin bütün felaketlerini, bütün zilletlerini tanımış olmakla beraber, bunlar kendilerine dini hakkındaki iman sevgisini kayıp ettirmemiş ve iktisadi siyasi yönden varlığını harap ettiği halde içtimai varlığını muhafaza etmiştir. Bu ifadeler kanaatimizce savunmacı bir mantığa işaret etmektedir.

Said Halim Paşa, maddi kuvvet ve saadetin, tabiat tarafından insana tahsis edilen sonsuz nimetlerden istifade etmenin, bu yolu bilenlere has olduğunu belirtir. Bu nimetlerden istifade edebilmek için tabiatı idare eden kanunlar ile o kanunlardan çıkan bilimleri tanımak gerektiği kabul edilirse, Müslümanların gerilemesinin bu kanunların ve bilimlerin Müslümanlar tarafından bilinmemesinden dolayı olduğunu kabul etmek zaruridir.

Müslümanlar şunu da unutmamalı ki peygamberimiz bize İslam’a isabet edebilecek felaketlerin en müthişinin cehalet olduğunu haber vermiştir. Bilimsel ve teknolojik alanda geri kalmışlık Müslüman alemi için büyük bir musibettir. Bununla beraber bu musibetin korkulacak kadar tehlikeli olmadığını söyleyebilmekle bir dereceye kadar kendimizi teselli edebiliriz. Müellife göre bu gerileme ne ahlaki ne de içtimaidir. Gerilemenin sebebi iktisadidir, maddidir ve telafi edilebilir.

Son dönemde askeri alandaki başarısızlıklar, her taraftan savaşın olması, üretime dönük faaliyetlerin bulunmaması, bunların yanında devletin her kurumunda modernleşmenin borçlanmayla gerçekleştirilmeye çalışılması, Devlet-i Ali’yi iktisadi bir krize sokmuştur. İttihat Terakki zihniyeti, modernleşmeyi iktisadi ve teknolojik olmaktan çok öte, kültürel olarak ele almıştır. Bu ve bunun gibi sebepler, Said Halim Paşa’yı iktisadi yetersizliğin üzerinde durmaya sevk etmektedir.

Skolastik düşünce

Said Halim Paşa bir başka sebebe daha değinir, o da hayattan kopuk ilimlerin, ruhban sınıfını beslemesi ve Müslüman toplulukları uyuşturmasıdır. Müslümanlık aleminde gerilemenin sebeplerinden biri de budur. İslam dini bütün ruhbani ve ruhani anlayışlarına kati bir şekilde itiraz etmesine rağmen, İslam toplulukları arasında hayatta hiçbir faydası olmayan, olumsuz bir takım ilimler ortaya çıkmaya başlamıştır.

Bu ilimler ise maalesef şöyle bir akide anlayışını ortaya çıkarmıştır: “Peygamberin bizlere hiç durmaksızın ilim ve irfan araştırmaları yapmamız hakkında kesin emri, yalnız şeriatın ihtiva ettiği bir takım hakikatlerin uygulanmasıyla ilgilidir. Yoksa bundan başka bir hedefi yoktur.”

Paşa’ya göre, peygamberimizin buyurduklarını bu şekilde anlamak ve yorumlamak büyük bir hata olmuştur. Zira peygamberimiz şeriat vasıtasıyla ahlaki, içtimai bütün hakikatleri bize öğrettikten sonra, büyük bir ısrar ile de daima daha fazla ilim tahsilini, daha ziyade irfan sahibi olmayı tavsiye ediyor. Dinimizin kıymetini ancak ilim ve irfan vasıtasıyla daha ziyade anlayacağımızı ve şeriatı yine o vasıtalar ile daha güzel tatbik edeceğimizi bize hatırlatıyor. Bundan dolayı anlaşılması gereken, sürekli bir azim ve çaba ile tabiatın sırlarını keşifte başarılı olarak, bu şekilde tabiatın insanlar için sakladığı sınırsız hayır ve menfaatlerden istifade etmek ve böylece şeriatın temin ettiği ahlaki ve içtimai saadetle uyumlu maddi bir saadet temin etmek gerekir.

Said Halim Paşa, bu ruhani ve ruhbani anlayışın ortaya çıkışını ve büyüyerek bütün İslam dünyasına yayılmasının vebalini ulemada görür. Zira böyle bir algı ulema tarafından çıkarılmış ve yayılmıştır. İşte yaramaz bir ilim olarak görülen bu skolastik düşünce sebebiyledir ki İslam alemi gitgide tabiatı araştırma ve öğrenme vazifesine karşı ilgisizlik göstermeye başladı. Nihayet tabiat ilimleriyle ilgili olan çabalar tamamıyla ihmal edilir hale geldi.

Bunun sonucunda İslam alemi gerek refah içinde yaşamak, gerek geleceklerini müdafaa edebilmek hususunda muhtaç oldukları saadetin ve maddi gücün kazanılmasından yavaş yavaş uzaklaştılar. Netice olarak kendi elleriyle iktisadi ve siyasi mahrumiyetlerini hazırlamış oldular. 

Gerilemenin iki kutbu

Paşa gerileme meselesinde iki kutuplu bir sebepten bahseder. Birisi menfaat için gösterilen çabaların hüsranla sonuçlanması, diğeri ise Batı dünyası ile süren temasların her geçen gün ilerlemesi, faydasız ilmin ve Batı ayartmasının karşısında, şeriatın tekliflerinin itibarını yitirmesine yol açmıştır. Bunun sonucu ise, maddi bir refah peşinde koşanlar, şeriatı kendi maddi menfaatleri önünde bir engel olarak görmeye başlamıştır. Bu kanaat Müslümanlık alemin açısından olumsuz anlamda ciddi bir dönüşümünde habercisidir.

Bu iki kesim de çok yanlış bir kanaate kapılmıştır. Böyle değersiz ve yanlış kanaatlere kapıldıkları içindir ki, Müslümanların bir kısmı maddi saadetlerini, ahlaki ve içtimai saadetlerine feda etmektedir. Diğer bir tabirle söyleyecek olursak, bir kısmı maddi refahlarının ileri sürdüğü teklifi, şeriatın teklifi uğruna ihmal etmekle mükellef olduklarını zan etmektedir. Bir kısmı da maddi yönden yükselmek için şeriatın taleplerinden vaz geçmek suretiyle daha doğru bir hareket yaptıklarına ikna olmuştur. 

Said Halim Paşa bahsettiği iki kesime ait kanaatlerini de zikreder. O’na göre, birinci kısma dahil olanlar bu tuttukları tarzı takip ile muhteşem, lakin henüz uzak olan bir maziyi ihya edeceklerini ümit ediyorlardı. İkinci kısma dahil olanlar ise, İslam aleminin yükselişine yegâne engel olarak gördükleri şeriatı, hayata müdahilliğinden uzaklaştırmadıkça mesut olamayacaklarını düşünerek, şeriatın dışında yeni bir cemiyet oluşturmayı ümit ediyorlardı.

Paşa’ya göre İslam aleminde Batılılaşmak arzusu ilk defa olarak bu şekilde başlamıştır. Fakat İslam cemaatinin Batılılaşmasına taraftar olanlar hiçbir zaman önemsenecek bir düşüncenin seviyesine çıkamamıştır. Lakin bu düşünceler münevver ve mütefekkir tabakaları tarafından temsil edilmeye ve İslam alemine hakim olan Batılıların kendilerine sürekli fikir vermeleri, bu hususta sürekli himaye etmeleri sayesinde İslam cemaatinin geleceği üzerinde ciddi şekilde etkili olmaya başlamıştır.

İçtimai yozlaşmada aydınların vebali

Said Halim Paşa’nın eleştirilerini tekrar Müslüman mütefekkirlere yöneltir. Dönemin münevver ve mütefekkirleri Müslüman aleminde yaşanan krizi yönetememiştir. Batı dünyasının şaşalı, gösterişli ve ayartıcı varlığı, münevver ve mütefekkirleri etkilemiş ve birçoğu Batılılaşma taraftarı olmuştur. Paşa, Batılılaşma taraftarı oluşun sebeplerine de değinir. 

Bu sınıftaki insanlar ya Batı merkezlerinde iyi bir eğitim görmüşler yahut kendi memleketlerinde Batı propagandasının ortaya çıkardığı bir takım müesseselerde okumuşlardır. Bu müesseselerin ise İslam alemini ebediyen kendi siyasi ve iktisadi baskısında tutmak için Batının manevi ve ruhi hakimiyetini sağlamaktan başka bir gaye takip etmediği meydandadır. 

Bu şartlarda yetişmiş olan aydınlar ister istemez Batının bulandırdığı kafa yapısıyla düşündükleri için, kararlarını da bu kafa yapısıyla vermektedir. Bu sebepten dinlerine olan itikatları, dinin ahlaki ve içtimai ilkelerinin tutarlılığı hakkındaki imanları sarsılmıştır. Onlara karşı nefretle dolan bir lakaytlık, hatta bazen şiddetli bir husumet göstermekten geri durmazlar.

Said Halim Paşa’ya göre, Batılılaşma taraftarları bilinçsizce bir hayranlık içindedir. Batılılaşmış kafalar çaresini bulmak istedikleri hastalığın ne tabiatını ne de mahiyetini hiçbir zaman lüzum ettiği kadar anlayamadıkları gibi, içinden doğup geldikleri kendi içtimai yapılarına da yabancıdır. İşte bunun içindir ki o kafalar İslam aleminin zaten çok karışık olan durumunu büsbütün karıştırmaktan ve umumi vicdanı kendi vicdanları gibi bulandırmaktan başka bir konuda başarılı olamadılar.

Fıkhın önemi

Müellif, İslam alemi ve Müslümanlar için fıkıh ilmenin önemine de vurgu yapar. Said Halim Paşa’ya göre, İslam’a has olup fıkıh adıyla tanınan bu ilim hiç şüphe yoktur ki ahlaki ve içtimai ilim sahasında beşer fikrinin ortaya çıkarabileceği en mühim ve en mükemmel bir müessesedir. İlim öğrenme alanında araştırma ve tecrübe ne ise, ahlaki ve içtimai alanda fıkıh odur. 

Fıkıh sayesindedir ki İslam alemi aradan asırlar geçmiş, yabancıların hakimiyeti altında başlarına binlerce musibet gelmiş, değişim ve dönüşüme uğramış fakat buna rağmen hala kendi inançlarında, ananelerinde, kendi ruhlarını ve gayelerini bütün temizliği ve saflığıyla muhafaza etmiştir. Fıkıh sayesindedir ki, bozulduğunda telafisi mümkün olmayan ahlaki ve içtimai gerilemeye hiçbir zaman kendisini kaptırmamıştır.

Said Halim Paşa, İslam aleminin uğradığı musibetleri yeterince izah ettiğini ve bu izahların sonucunda müracaat edilecek vasıtaların kendiliğinden ortaya çıktığına kanaat getirmiştir. Bu vasıtalar gerilemesinin yegâne sebebini teşkil eden ilim ve fennin bir an önce kazanılmasından ibarettir. Bu bilim ve fen ise Avrupa’dadır. O halde bizim için yapılacak iş bellidir: O bilim ve fenni Avrupalılardan öğrenmek, gerek unutmuş olduğumuz usul ve tecrübeyi, gerek cahili bulunduğumuz yeni fenleri tahsil etmek. 

Said Halim Paşa burada yanlış anlaşılmaların önüne geçmek için bir inceliğe işaret eder. O’na göre Avrupalılardan alacağımız şey yalnız bu konu ile sınırlıdır. Zira Müslümanlığın gerilemesine çare olacak yegâne vasıtanın bundan ibaret olduğu tartışma götürmez bir hakikattir. Yukarıda sarf ettiği sözlerinden dolayı, Batı topluluklarının iktisadi ilkelerini, çalışma ve sermaye teşkilatına ait usullerini ve bunlar arasındaki münasebeti kabul ettiğini ve taraftar olduğunun manasının anlaşılmamasını ister. 

Said Halim Paşa Avrupa ile kurulacak münasebette, İslam’ın hassasiyetini de belirtir. En sıradan bir bakış açısı bile bize şu hakikati bildirir ki: İslam’ın esası ve ilkelerine göre, çok yahut az muhalif olmak itibarıyla bizim için gavurun bu saydığımız şeylerini kabulden son derece sakınmak zaruridir.

Bütün bunlardan sonra, tüm teşkilatımızı, kurulacak iktisadi esaslarımızı şeriatın ruhuyla uygun bir şekilde yeniden inşa için, bu yolda kendisine müracaat edilecek mercii varsa o da fıkıhtır. Zira ancak bu sayede teşkilat ve esaslarımızı Batıdaki toplulukların teşkilat ve esaslarında görülen içtimai usullerinden dolayı ortaya çıkan noksanlıklardan ve hatalardan uzak kalabiliriz. 

Said Halim Paşa yeniden, Batılılaşmış mütefekkirlere döner ve bu satırların onların hoşuna gitmeyeceğini zikreder. Lakin onların bu husustaki kararları ne olursa olsun, şu hakikati asla sarsamaz ki: Kendilerinin Batıyı alkışlamaları ne gerektiği kadar tetkik edilmiş bir neticedir, ne de ciddi bir mukayeseye dayanır.

Bundan dolayı genel itibarıyla doğru ve esaslı değildir. Ve onlar tarafından Batı topluluklarının bilhassa içtimai usullerine karşı gösterilen hayranlık, sırf bu toplulukların elde etmesini bildikleri maddi saadetleri yüzündendir. Müslümanların içtimai hayatına ve İslam’ın takdire şayan bütün vasıtalarına karşı bu derece açık bir şekilde gösterdikleri nefretin sebebi de, İslam topluluklarının maddi şartlardan dolayı yaşadığı sefalettir.

Makale kaynağı: Said Halim Paşa, İslam’da Teşkilat-ı Siyasiyye: Hakimiyet-i Şeriyye-i Mebdeinin Netayici, Sebilü’r-Reşad, cilt 20, sayı 495, sayfa 2-5, tarih 27 Mart 1338 – 27 Mart 1922 

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *