Demokraside Demos Kimdir?

Demokraside Demos Kimdir?

Demokrasinin demos’u neyse cumhuriyetin ‘cumhuru’ da benzer durumdadır; cumhur, yönetime hakim zümre midir, yönetilenlerin şeklen/formel eşit sayıldığı yurttaş mıdır? İrade, kimin iradesidir?..

Hüseyin Alan

Doğrudan demokrasinin uygulandığı antik Yunan’da da

Temsili demokrasinin uygulandığı modern; katılımcı demokrasinin uygulandığı postmodern çağda da

Kamu kaynaklarını kullanma fırsat ve imkanları yasalarla garanti altına alınmış ‘azınlık’ bir sınıftır.

İmtiyazlı azınlığa dahil olmayanlar, aynı zamanda, aynı kamusal imkan ve fırsatlara erişim ve kullanımı, aynı yasalarla engellenmiş ‘diğerleridir.’..

Yunan agorasında da, modern çağın parlamentosunda da; yasaları çıkartan da, icra eden de, kendilerini yasal zırhla koruyanda ‘demostur.’

Şu farklaki doğrudan demokraside demos, kan bağı nedeniyle mülkün/toprağın sahibi olduğu için politikayı da yapma imtiyaz ve hakkına sahipti.

Modern çağdaysa sermaye sınıfı, anayasal garantiyi sağladıktan sonra ancak ‘demos’ saydığı herkese oy kullanma hakkı verdi; temsili demokrasiye geçti.

Burda politikacılar, sermayenin kurduğu sosyal yapıyı ve ekonomik düzeni işletenler ve ortakları oldular.

Bu iki toplumsal kutbu/sınıfı anlamadan, demokrasiyi de demosu da, özel mülkü de kamusal mülkü de anlayamayız..

Modern çağda demos’a, doğuştan kazandığı vazgeçilmez ve devredilemez haklara, eşit fırsatlara sahip ‘birey-halk-yurttaş’ dediler,

Ama kimin, hangi sınıfın ‘daha eşit’ birey, halk, yurttaş olduğunu söylemediler..

Devlet; bir kamu mülkü müdür, yoksa özerk özel bir mülk müdür sorusu meramımızı deşifre eder.

İlkinde; sahibinin işini gören bir memuriyet, hesap verebilirlik, şeffaflık şartı vardır; ikincisinde, özel sırlar ve yalnızca hissedarlara hesap söz konusudur.

Burda ‘sahip’ kimdir; devlet/yönetici/imtiyazlılar mı, yöneticilerle eşit olduğu söylenen yurttaş mı?..

Osmanlı’da ilkin ‘sahib-ul arz’ vardı; toprağın ‘dirlik’, üretim ve kazanç sisteminin adil haklar ‘düzenini’ koruyan ‘beylik.’

Toprak/mülk ‘beyt-ül mal’ idi; hiç kimsenin değil herkesindi. Herkes, hissesine düşen topraktan adil şekilde istifade edendi.

Dirlik ve düzeni sağlayan yönetim, bu işler için %10 öşür alan savaşçı gazilerdi.

Bu sistemde sıradan bir köylü ‘divan’ toplantısına hışımla girer ‘hanginiz bey’ diye yakasına yapışacağı yöneticiyi sorardı.

Yıldırım Beyazıt’la dirlik ve düzen değişmeye, devletin ve devletlünün lüksü artmaya başlayınca,

Tefeci bezirgan aracı bir sınıf peydahlanacak (şimdilerin müteahhitleri ve bankacıları) yasal yetkilerle reaya’ya zulmedip vergiyi artıracak, Timur belası da bu yüzden musallat olacaktı..

Devleti, ekonomik ve sosyal düzenle irtibatlı ‘gazi olmayan/asalak’ yönetici takımını, imtiyazlı azınlığı besleyen ‘dirlik ve düzeni’ temelden sorgulayabilmekle alakalı bu iş.

Dört yılda bir yapılan seçimlerle yöneticileri değiştirdiğini sanmak, ‘seçim’ deneni de, parti bürokrasini de, ‘seçtirmeyi’ de anlamamak, meseleyi kavramamak demektir..

Demokrasinin demos’u neyse cumhuriyetin ‘cumhuru’ da benzer durumdadır; cumhur, yönetime hakim zümre midir, yönetilenlerin şeklen/formel eşit sayıldığı yurttaş mıdır? İrade, kimin iradesidir?..

Mevzunun bi başka yanı politika ile siyaset arasındaki farkla da irtibatlıdır.

İki kelime, köken olarak, tarihsel gelişim olarak, yönetimin mahiyeti ve biçimi olarak, dolayısıyla ‘millet’ denenin ne olduğuyla irtibatlı olarak farklıdır.

Gösterilene ve olana değilde, gösterilmeyene ve olması gerekene kafa yorduğumuzda mesele vuzuha kavuşur.

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *

1 Comment

  • Nûreddîn Âdil
    28 Kasım 2020, 14:56

    İnsanoğlunu düşündürtüp, uyandırmaya dönük, merhameten kaleme alınmış bir yazı.
    Allah râzı olsun.
    İnşaallah maksat hâsıl olur.

    Ancak yazının bütününe dışarıdan bakınca her ne kadar tenkid-‘eleştiri’ gibi görünse de yazıya konu olan kavramın uygulayıcıları ve uygulananları açısından bir tenakuz-‘çelişki’ teşkil etmediğinin de farkında olunması gerekir.

    Çünkü uygulayanlar niyet ve maksatlarına göre hareket ederlerken, uygulananların ekseriyetinin bundan pek de şikâyetçi olmadıkları sandığa katılım oranından anlaşılmaktadır.
    Zaten yazarın içinin yanmasının nedeni de uygulanan zulüm ve bu zulme sessiz kalınması değil mi?

    Ama böyle hassasiyet sahibi olanlara belki teselli olur ümidiyle şu hatırlatma uygun düşer sanırım; meselenin köküne indiğimizde, "Allah hidayeti-‘hak-doğru yolunu’ ancak Kendisine yönelene bahşeder"
    Uyarıldıkları halde sapkınlıkta ısrar ve inatla devam edenleri yüce Mâkâm’a havaleyle kendi hallerine bırakmaktan gayrı elden ne gelir?!

    REPLY