Bu Ateş Hepimize Dokunur!

Bu Ateş Hepimize Dokunur!

Değerler değere alınmazsa, insan unsurunun da bir değeri, önemi kalmıyor! Eğitim zayiatı! Tek yekun içinde yazıl ve çizil! Sonra her düdükte hizaya dizil! Özne olamayanlar nesne olmaya, aparat olarak kullanılmaya, tüketilmeye mahkumdur…

Bu coğrafyada gündem o kadar hızlı, hesapsız kitapsız akıyor ki yetişmek, akıl sır erdirmek mümkün değil. Aslında sebep sonuç ilişkisi çerçevesince ‘hesapsız kitapsız’ aktığı için akıl sır erdirilemiyor. Sanki dünyanın arenası, fillerin züccaciyecisi bu topraklar!

‘Yok’ deyip itiraz edebilirsiniz, hesap kitap anlamında… Haklısınız da. Hakkını yemeyelim, birileri hesap kitap yapıyorlar. Hem de çok sıkı, ince eleyip sık dokuyarak. Önünü ardını hesaplayarak. Oyun kurucu olarak. A planı, olmadı B planı, olmadı işin içinden sıyrılacak türlü manevralar, kitabına uydurmalar… ‘Kazan kazan’ politikasıyla… Terk ederken dahi bir hesap kitap; üstelik her türlü operasyonel gideri de meskunlarına yükleyip yer altı, yer üstü her türlü kaynağı, insan potansiyelini de sömürüp yüklü olarak götürdükleriyle… Geride teşeron bıraktıklarıyla, dahili işletmeciler marifetiyle sürekli kazanmayı garantiye alarak…

Yazıya kaynaklık eden konu herkesin malumu olan Kasım Süleymani suikastı… Amaç konunun irdelenmesi neticesinde Süleymani’nin biyografisi etrafında bir aklama değildir, karalama hiç değildir. Burada bir kâr zarar hesabı yapmak, peşinen tuzağa düştüğümüzü göstercektir. Neticede bu bölge insanı olarak ‘hepimiz kaybettik’ dersek abartmış olmayız. Zira fail cani ABD bir kazanım elde etmiş görünüyor, bir muhalifini, karşıtını, engel/düşman gördüğü bir şahsı bertaraf ederek. ‘Düşmanımızın düşmanı dostumuzdur!’ diyen varsa eğer bu dönülmez bir yola girip iflah olmaz bir karakter(sizliğ)e bürünüldüğünün de resmidir.

Ortada bir bilgi kirliliğidir gidiyor, malumatlar havada (sosyal medyada) uçuşuyor! Aklayan karalayan, tekfir eden, şehadete hükmeden, cehenneme gönderenle peygamberle buluşturup kucaklaştran… Neticede olayın tahlili de zorlaşıyor doğal olarak. Bir tarafta Bosna, hatta 15 Temmuz Türkiye örneği, diğer tarafta Yemen ve Suriye gerçekliği… Aynı kişinin analizinde öne sürülen veriler… Keza İran muhalefetine şerbet olacak tersinden manipülasyon ve yine ABD iç kamuoyuna dönük, Trump’u aklayacak bir tarafının olmaklığı haberleri de işin analizini güçleştirmektedir. Oyun içinde oyun, tuzak içinde tuzak var hasılı… ‘Allah şüphesiz tuzakları bozan, boşa çıkaran, kendi hikmetine mebni en güzel/hayırlı/yararlı tuzakları kurandır’ iman ve bilgisine rağmen, bizde halihazırda bir hayır olmadığından oradan bizlere bir pay çıkmıyor ne yazık ki!

Biz diyoruz ki sonuç odaklı düşünmekten önce konuyla ilgili ABD için tel’in edici, onu kınayıcı, dışlayıcı, asıl şeytan olarak öne çıkarıcı kurulmayan her cümle yanlış olacaktır. En azından eksik… Burada her taşın altından onlar çıkmaktadır. (İngilizleri de unutmadan…) İsrail çıbanıyla, her yere kaos, fitne fücur taşımakta, en ufak ayrılığı kazımaktadırlar. Burada mesele bir tarafın yanında olmak değil ABD öncülüğündeki uluslararası emperyalizmin, bölücülüğün, zulmün karşısında olmaktır. Bu soyguncu zalimler yeryüzünün tüm bölgelerinde yalan ve talanın, çıkar için hiçbir değer ve kural tanımamanın, modernizm ve kapitalizm aparatları ile sömürünün, ekini ve nesli ifsad etmenin, tüm emniyetleri hiçe saymanın, tüm zenginlikleri iç etmenin temsilci ve aktörleridirler. Bu onların ‘hırsız’ olarak kendi rollerini oynadıklarının göstergesidir. ‘Ev sahibi’ rolündeki bizler ise kendi payımıza düşen yanlış, ihmal ve ihlallerden sorumluyuz. Burada farklı kriterlere göre  sorumluluk payları farklılık gösterebilir. Kimi ev sahibini, kimi de hırsızı asıl suçlu ve sorumlu görebilir. Bu normaldir de… Normal/bilinen bir hakikat daha var ki o da ‘Kahrolası nasıl da ölçtü, biçti!’ Kur’ani beyanına göre şeytan ve avanesi rollerini tam ve eksiksiz yerine getimekte, her ihtimali değerlendirmekte, her yolu mübah görmektedirler. ‘Bomba’ ile demokrasi ihracı söylemi dahi bunların yüzlerindeki makyaj ve maskenin bir itirafı, göstergesidir. Dünyanın neresine baksanız bunun sayısız örneğini bulabilirsiniz. Ne kural tanır, ne sınır bilirler! Bunu yerine göre ‘havuç’, yerine göre ‘sopa’ politikasıyla senaryolaştırıp uygulamaktan geri durmazlar. Bunu yerine göre dinsel argümanlarından, elleriyle yazıp tahrif ettikleri metinlerden, ezoterik-batıni kurgularından meşruiyet devşirerek de yaparlar. Yerli işbirlikçiler de cabası… Bu tarzın diğer tarafında da kendileri için rakip ve tehdit gördükleri, modernizm ve kapitalizm gibi insan heva ve hevesinin ilahlığını ilan ettiği seküler dinlerine, tek ve hakikat kaynağı olarak meydan okuyan İslam’ın her türlü beyanını yalanlayıp karalayarak, karikatürize etmeye çalışarak, onu düşman ilan ederek yapmaktadırlar. Kendi terör ve terörisliklerine bakmadan İslam’ın ‘i’sine dahi tahammül edememekte, onu terörizmle, şiddetle tanımlamaya çalışmaktadırlar.

Afrikalı yerlinin ‘Onlar geldiğinde bizin münbit topraklarımız, zenginliklerimiz vardı, şimdi bizim elimizde onların tutuşturdukları İncil (elbette muharref olarak), onların ellerinde bizim zenginliklerimiz var’  sözü bir şeyler hatırlatıyor olmalı bizlere… Yine Hindistan valisi, oraları terkederken, yerli ileri gelenlerden ‘Neyimiz varsa alıp götürüyorsunuz, böldünüz parçaladınız…’ tarzında gelen  bir siteme karşı ‘Siz de az müsait değildiniz hani!’ demiş ya, o kabilden. Neticede ‘pak’ olacak zannıyla ve Hindu önderlerin bizim ileri gelenlere, ‘Yapmayın, etmeyin, bölmeyin, gelin siz yönetin!’ demesinin kâr etmeyip emperyalizmin ekmeğine yağ sürecek, büyük lokmayı daha yenilir yutulur hale getirecek adımı atmaları, yaşanılan ve uzantılarını, artçı depremlerini yaşadığımız akıl sır ermez, ama hesap kitap bilenlerin çok akıllıca(!) yapageldikleri örneklerden sadece biri…

Bakınız yakın tarihlerin Ortadoğu -ki bu adlandırma dahi bir oryantalist renk taşımaktadır- serencamı üzerinden bir sahih okuma, doğru analizler, birlikte tefekkürler ve ders alış süreçleri geçirememişken, kimilerimiz ayaklanma, kimimiz kurgu, kimimiz ‘intifada’ diyerek, yaraya merhem olmaktan çok problemi kaosa döndüren tavırlara düşmüş, yine aynı deliklerden ısırılmış, asıl hedefi ıskalayıp birbirimize düşmüştük! Sağcı-solcu, muhafazakar-radikal, laik-dindar, alevi-sünni, sünni-şii, Kürt-Türk, yerli-yabancı, doğulu-batılı, bizden-öteki… gibi bir sürü kaşıma karıştırma, uyutma uyuşturma donesi bizim üzerimizde bu topraklarda deneysel ve dönüştürücü manipülasyon ‘maşası’ olarak durmakta, tekraren ve yer ve zamanına göre devreye alınmakta, iradelerimiz devreden çıkarılmakta, güç bela çalışan, enerjisi yitik, sinerjisi olmayan devrelerimiz yanmaktadır! Bizler maşa olmaktan, maşaları konuşmaktan kurtulup ‘maşayı tutan elleri’ konuşmaya bir türlü, ne zaman ne imkan bulamamaktayız!

Onlar oyunun her türlüsünü kurgulayıp uygulamakta çok mahirler… Şeytana pabucu ters giydirebilirler. Maalesef bu coğrafyaların meskunları da, içinde bulundukları ‘meskenet’ halinden dolayı, üzerlerine atılmış ‘ölü toprağı’ sebebiyle sömürülmeye pek müsaitler(*). Burada istisnadan bahsetmenin ne anlamı var ne de çözüme faydası, en azından şimdiki hal ve gidişata göre! Bizler hâlâ bir oyun olgusunun farkında bile değiliz! Uyuşturucular etkisi altındayız, bizden menkul ve/veya dışarıdan medhul! Yani ev sahibi ile hırsızın suçta ortaklığı en azından fifti fifti!  Hatta ev sahibinin sorumluluğu, vebali daha fazla denilebilir. Hani şeytana hitaben söylenen ‘Senin salih kullarım üzerinde bir etkin, yaptırımın ol(a)maz!’ beyanı ilahisince… Biz müsait olunca işleten de olacaktır, uyutan, sömüren de… Saptır(ıl)ma bir gerçek olduğuna göre ortada ‘salih’ olup olmamakla ilgili bir sıkıntı var demektir.

Elin oğlu, ‘En iyi savunma hucümdur!’ diyerek, korkulu rüya görmektense uyanık kalmayı tercih ederek, oyunu dışarıda kuruyor ve risk almıyor, kendi topraklarını ve sakinlerini muhafaza etmiş oluyor. Bu topraklar ise adeta ‘yangın yeri’! Yaygın bir şekilde sömürü, talan, zulüm ve infazlar buralarda cereyan ediyor, ajanlar cirit atıyor, ‘öz yurdunda garipsin, öz vatanında parya’ ifadesi ete kemiğe bürünüyor. Dahası bu hal ve gidişat kanıksanıyor, huy/karakter oluyor, alışkanlığa dönüşüyor. Huysuzluk(!) çıkarmak yadırganıyor, ‘öğrenilmiş çaresizlik’ gereği, daha doğmadan içeriden lince tabi kılınıp, kerih görülüyor. İsrailoğullarının, Hz. Musa’ya dedikleri ‘Sen gelmeden önce de bu sıkıntılara uğruyorduk, sen geldikten sonra da değişen bir şey yok!’ benzeri bir baygınlık, aymazlık söz konusu. Yılgınlık ve meseleyi kadere havale etme kaçamak ve kolaycılığı…

İşin içinde her taraf için dinsel argümanların da oluşu ayrı muammma! Herifler durduk yere değil, dinsel verilere de uy(dur)arak (kitabına uydurarak) oralardan meşruiyet devşiriyorlar yaptıklarına. Armagedon, İsa’nın nüzulü gibi… Bu tarafta da ‘mehdi-mesih’ inancı, ‘Mehdinin zuhuruna uygun ortam hazırlamak’ gibi algı ve beklentiler zihinleri kilitlemiş, felç etmiş durumda! Tek yön ve mecburi istikamet gibi….

Bilginin, hikmetin, çalışma ve sorumluluğu kuşanmanın terki ile, bizi birbirimize kardeş kılan Kur’an buyruklarını, bizi ateş çukurunun etrafında iken Resul’ü ile yol yordam öğreten Rabbimizin tavsiyelerini unutup ardımıza atarak, şeytanın ve avanesinin ayartılarına açık hale geldiğimizin farkında değiliz. Çeldiriciler aklımızı başımızdan alıp götürüyor. Zira hayli zamandır aklımız başımızda, kumandası ellerimizde değil! Sabit olması gereken pergel ayağımız başka yerlerde! Yerlerde, yerle yeksan vaziyetteyiz!

İkircikli hallerden, reaksiyonerlikten, ekleklikten sıyrılarak, ay benzeri geçici, sanal çekim güçlerinin kapsama ve kullanım alanından çıkıp gel gitlerden kurtularak, güneş/nur gibi bir sabitenin etrafında sabit kadem bir duruşumuz, yönelişimiz/istikametimiz olmalı ve bu ışığı aksettiren, yayan şahitliği kuşanmalıyız.

Özümüze dönüp kendimiz gelmeliyiz derhal! Zaman akıp gidiyor! Ders alınmadıkça aynı devran dönüyor, tarih tekerrür edip duruyor! Üzerimize her yönden pislik boca ediliyor!  Birbirimizle uğraşmaktan asıl hedefi, istikameti yitiriyoruz! Bizbirimize çelme takmayı doğru yarış zannediyoruz! Yanlış yarışla doğru menzile varılamayacağını düşünemiyoruz! Bu taraflarda ölen de ‘müslümanım’ diyor, öldüren de ‘Allahü ekber!’ diye bağırıyor! Tamam bu illa da bu zamanın zamane muhataplarının bir icadı değildir, eyvallah! Hani biz ders alacak, ibret çıkaracak, aynı yanlışa düşmeyecektik! Kaderimiz mi bu? Buna kederlenmeyen yürek olabilir mi? Tarihimizde muhasebesi yapılması gereken onlarca örnek bulunabilir yanlış uygulama ve sonuçlarıyla. Onların yaptıklarından biz sorumlu değiliz, onlar hesabını kendileri verecekler. Olay ve olguların doğru tahlillerini yapıp tarafgir davranmaktan vazgeçersek, bugünlerde kullanmak üzere doğru şablonlar çıkarabiliriz. Anlaşamama ve çatışma hallerinde ‘arayı bulmak/ıslah’, olmadı haddi aşan tarafla vazgeçene kadar mücadele etmek de işin başka bir boyutudur. Zulmedenlere meyledersek –bırakınız onlar dost edinmeyi- bize de ateşin düşeceğini haber veren ilahi buyruklar bilmem ki kime hitap etmektedir! Hele ‘Fitme kıtalden kötüdür!’ diyen Kur’an ayeti hiç işitilmemiş, okunmamış mıdır?!

Bizler daima zulme karşı olmak ve adaleti kaim kılmakla mükellefiz. Kendi aleyhimize, yakınlarımızın aleyhine de olsa! Düşmanlık zulme ve zalime karşıdır. Velevki bizden bildiklerimizden de olsa!

Bugün müslümanların yaşadıkları, çoğunluğu oluşturdukları toprakları ‘fitne’ kaplamış götürüyor! Bu dini anlamda da böyle, dünyevi anlamda da! Mesele mezhep ayrılıklarına indirgenemeyecek kadar da girifttir. Etnik ayrılıklar da dini, mezhebi ayrılıklar gibi kaşınmaya, karışltırılmaya oldukça müsait bu topraklarda! Sadece şii-sünni ayırımı değil, sözümona mesela sünni camia içinde de birbirinin boğazını sıkmaya, bir kaşık suda boğmaya dünden razı onlarca farklı renk ve istek bulup görebilirsiniz. Sürüsüne bereket! Bunlara, birleşip cem olmak bir tarafa, her gün, farklı harflerle terkiplenen, gönüllü veya güdümlü olarak bir yenisi, yeni (karışık) renklisi, türedisi ekleniyor.

Kasım Süleymani konusu tam bir turnusol kağıdı işlevi gördü. Hemen gardlar alındı, kalemler, kelamlar kılıç gibi kullanılmaya başlandı. ‘Böyle dostlar varken düşmana gerek yok!’ fehvası  tahakkuk etmiş oldu. Hani bir zamanlar ‘Müslümanlar tükürse, İsrail’i sel alır!’ sözü vardı, gönlümüzü okşayan, bizi gazlayan! Lakin gel gör ki meydanda da kimse kalmamış, müslümanım diyenlerin boğazları kurumuş, sakal bıyık arasında (aş-eş-iş/masa-kasa-nisa) kaldıklarından yutkunup tükrüklerini yutmaktan mecalleri kalmamış!

Değerler değere alınmazsa, insan unsurunun da bir değeri, önemi kalmıyor! Eğitim zayiatı! Tek yekun içinde yazıl ve çizil! Sonra her düdükte hizaya dizil! Özne olamayanlar nesne olmaya, aparat olarak kullanılmaya, tüketilmeye mahkumdur. Bu topraklarda ‘mürid’ kavramı ve ‘itaat ilişkileri’ aslına irca edilmedikçe, doğru eylemleri de icra edemeyeceğiz! ‘Doğru davranışlar doğru bilgiden kaynaklanır!’ fehvası asıl yitiğimizdir, hikmet gibi! Zanlar, kuruntular, uydurulan ve yutturulanlar, heva ve heves ürünü olanlar, dayatılanlar, akla, hikmete ve hakikate uygun olmayanlar bizi kabız yapmakta, bünyesine ters gelenleri de ishal! Bir türlü kendimize gelip önümüze bakamıyoruz. Seraplar peşinde oyun ve oynaşta, önümüze konulanları saman diye yutmakta ömrümüzü heder ediyoruz. Durduğumuz yeri, bakış açımızı kontrol ve tashih etmek aklımıza gelmiyor. ‘Uydum kalabalığa’ diyerek, sürü modunda hayatımızı tüketiyoruz. Yol işaret ve levhalarını ters yüz, tahrip edip değiştirenleri ‘dost’ zannediyoruz! ‘Durun kalabalıklar, bu cadde çıkmaz sokak!’ (**)diyenlerimiz ne kadar az, o uyarıya kulak veren, hiç mesabesinde, yok!

Bakınız, Süleymani’nin cenazesinde yine o uyuşturucu kabilinden ritüelleri de sıkça gördük. En anlaşılmaz ve açıklanamaz olanı da son rakamlar belli olmadan şu an itibatıyle 56 kişinin izdihamdan ölmesi, yüzlerce yaralının durumu da belirsiz! Keza yıllar öncesinin hacdaki tünel faciasını hatırlayınca insanın kolu kanadı düşüyor, akıl, iz’an ermiyor! Bu vasatta siz kalkıp neyin haklılığını haksızlığını tartışacaksınız! Bakınız ‘Bizden’ dediklerimizin, ‘Bizden’ bildiklerimizin (Birilerinin bizden kabul etmemesi de bir bahsi diğerdir ve yutulan zokanın büyüklüğüne işarettir.) yaptıkları hataları, zulüm ve cürümleri görmezden gelmek, peşinen, düşünüp taşınmadan, adaletten şaşarak olurlamak olacak şey değildir. Bu yanlışın, zulmün devamına onay vermek, vebalden hissedar olmak anlamına gelecektir. Hakemliğimizin, meşveretimizin, kendi içimizde özü doğru, sözünü tereddütsüz kabul edeceğimiz bir ‘akilun/ulema’ topluluğunun olmamasının (‘Sizden, hayra çağıran, marufu emr/iş eyleyen, münkeri nehyeden bir topluluk olsun.’ şiarına uygun davranmamanın) neticeleridir bunlar. Hele, karşı görülenler anlamında ‘oh olsun!’ demek yasıl yar başlarında dolaştığımızın, çalıyı dolanmak şöyle dursun ayıya dalandığımızın göstergesidir.

Adamlar kalkıp dünyanın bir ucundan geliyor, o yakaya geçip bu yakanın kuşlarını, bu yakaya geçip o yakanın kuşlarını tek taşla avlıyor… (Bağdadi’yi de bunların aynı tarz suikast ile bertaraf ettikleri çabuk unutuldu!) Sudaki balık da cabası, moda tabirle bonusu… ” ‘O yaka’, ‘bu yaka’ ifadelerini mecazen kullandık.’’ demeyi çok isterdik, ama maalesef acı da olsa gerçek bu! Zaten bu yüzden ‘üzerimize her yönden yağan pisliklerden/hata/isyan/günah/gaflet/bozgun/sömürü/dalalet/atalet/meskenet/fitne/fesat… kurtulamıyoruz! Neticede zulüm sürüyor; biz birbirimize öfkelerimizi boca edip, kılıç kalkancılık oynarken! Aklımızı başımıza almadan; ipin ucuna (hablullah) ellerimizle sımsıkı, toptan ve topluca yapışmadan; Resul’ün şahitliğinin doğru/sahih izlerini, sapmadan olduğu gibi, dosdoğru olarak, doğrularla beraber, azmü cezmü sabır ile sürdürmeden; bilgi ve bilinci kuşanmadan; elden gelen tüm cehdü gayreti göstermeden; dostu düşmanı aynıyla tanımadan; ahireti önceleyen bir tutarlılık göstermeden; tüm nimetlerden hesaba çekileceğimiz hakikatini hatırlamadan; Allah’ın hatırını en yüce ve şeksiz şüphesiz bilip hakkıyla riayet etmeden; çeldiricilerin/ayartıcıların iğvasından beri olacak bir ittika halini kuşanmadan; samimiyet, liyakat ölçülerine sadakat göstermeden; istişareyi baş tacı etmeden; adaleti önceleyip her türlü zulümden uzaklaşıp tağuttan ve küfrün tüm unsurlarından teberri etmeden; gücün ne demek olduğunun, Allah’ın yardımının hakedişe binaen erişilmez, mukayese edilmezliğinin farkında olarak ve kendilerinde güç vehmettiklerimizin, her taşın altından çıkıyor dediklerimizin sanal ve banal ‘gücün haklılığı’ algı ve yanılgısından sıyrılmadan; hepsinden önce ve önemle ‘tevhid’ ilkesini bütün yönleriyle, her hal ve şartta, her zaman ve zeminde (ekonomiden sosyal hayata, siyasetten ticarete, eğitimden hukuka, tüm ilişkilerde…) asıl ve tek ölçü kılmadan, ‘besmele’yi her an, her işte bırakmadan çekmedikçe… biz de iflah olmayacağız; yeryüzü de huzur bulmayacak! Yeryüzü İslam’a, müslümanlar ise kendileri himmete muhtaç! Bilelim ki izzet ve şerefin tamamı İslam’dadır!

Bu ateş el’an hepimize iliklerimize kadar dokunmaktadır, böyle giderse dokunmaya devam edip şiddetini de artıracaktır. Ders alıp, kendi siyasetimizi güdemeyince; yedeklenmekten, aparatçik(***) olarak kullanılmaktan ve keler deliklerinden defaatle ısırılmaktan kurtulamayacağız. ‘Aklı selim’ ile hareket edip o hal üzere kalabilmek temennisiyle…

(*) Malik bin Nebi’den mülhem
(**) Şiirlerinden iktibas yaptığımız şair; Necip Fazıl Kısakürek
(***) Atasoy Müftüoğlu’ndan emaneten

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *