Kur’an’ın tamamının değil, bir suresinin ve hatta ayetinin bile değil, tek bir kelimesinin bir hayatı nasıl çekip çevirdiğinin, bir insana nasıl yön/istikamet kazandırdığının canlı tanıklığını ifade ediyor onun hayat hikâyesi…
Babasının camideki vaazdan eve taşıdığı “İttegullah” ikaz-ı ilahisi temelinde edindiği ilk İslami hassasiyet nüvelerini hayatının yol azığı edinmiş Ercişli bir Kürt çocuğunun, Köy Enstitüsü kültürüyle yetişmiş öğretmenlerin görev yaptığı yatılı bölge okulunda yaşadıkları, 28 Şubat sürecinde “irtica”dan ihraçla noktalanan komutanlık dönemi anıları ve en önemlisi tasavvuftan tevhide uzanan sorgulama ve arınma, Kur’ani/Nebevi çizgiyle tanışma süreci…
Yazı ve sohbet çalışmalarıyla tanıdığımız Şahin Özdaş’la sıradışı hikâyesini konuştuk.
Röportaj: Şükrü Hüseyinoğlu
Tek parti döneminin sonradan “Öğretmen Okulları”na dönüştürülen meşhur “Köy Enstitüleri”nden mezun olan öğretmenlerin görev yaptığı yatılı bölge okulunda başlayan okul hayatı, askeri okul, rütbeli askerlik, 28 Şubat sürecinde ordudan “irtica” gerekçesiyle ihraç ve tüm bu süreçlerde İslam’ı anlama ve yaşama çabası… İlginç ve ibretlerle dolu bir hayat hikâyeniz var. Şuradan başlayalım dilerseniz: Aileden geleneksel formda da olsa İslami altyapı edinmiş bir Kürt çocuğu olarak, “Köy Enstitüsü” kültürü almış ilkokul öğretmenlerinizden nasıl bir yaklaşım gördünüz?
Şahin Özdaş: Öncelikle; bizi yoktan var eden âlemlerin Rabbi, yegâne büyük olan Allah’a (cc) hamd olsun. O’nun kulu ve elçisi Nebimiz Muhammed’e (sav) ve O’nun menheci üzere hareket eden sadıklara, salihlere, âlimlere, kalemleri, dilleri, malları ve canları ile cihad edenlere, anlattıklarımı okuyanlara ve yeryüzünün tüm mazlumlarına selam olsun! Es selamualeyküm ve rahmetullah.
Muhterem Şükrü kardeşim, bana konuşma fırsatı verdiğiniz için Allah (cc) sizden razı olsun. Uzunca sorularınıza ne kadar bir uzunlukta cevap vereyim diye düşünüyorum. Her nedense, ne zamanki Köy Enstitüleri mevzubahis olduğunda Tevhid-i Tedrisat Kanunu, koruma kanunları ve bunların karşısında ilahi kanunlar yani Kur’an’ın kanunları aklıma gelir. Cumhuriyet yönetiminin başlamasıyla eğitimi laik temele oturtan Tevhid-i Tedrisat Kanunu’yla birlikte eğitim-öğretim birliği adı altında İslam’ın öğretilmesini yasaklayan ve öğretim-eğitimi tamamen batılılaştırmayı amaçlayan, kız-erkek karma eğitimi öngören bir uygulama hâkim kılındı. Esasında bu “tefrik-i tedrisat” kanunu, toplum ve devleti İslam’dan koparmayı, meşum 10. Yıl marşlarında “15 milyon genç yarattık her yaştan” ifadelerinde dile getirdikleri üzere nesli batı tuğyanı temelinde yeniden formatlamayı hedef almaktaydı.
Köy Enstitüleri’nin mimarı olan Hasan Ali Yücel, asıl şöhretini Millî Eğitim Bakanlığı yaptığı 1938-46 yıllarında yakalar. Ömrünü ikbal arayışları ile tüketen Hasan Ali, devrinin liderlerini bir gölge sadakatiyle takip eder. Zira o yıllarda ikbale giden yol Çankaya’dan geçmektedir. Ne var ki Çankaya ayıklayıcıdır. Yücel bu yol ayırımında ikbali değil dinini terk eder. Bakanlığı döneminde Köy Enstitüleri’ne öğretmen yetiştirmek için Ankara Hasanoğlan’da Yüksek Köy Enstitüsü açar. 1951 yılında Van’ın Erciş ilçesinde açılan “Erciş Köy Enstitüsü” ile bu sayı 21’e ulaşır.
Buraya kadar kısaca anlatmak istediğimin özeti şudur; Erciş’te ilk ve ortaokulu okuduğum yıllarda okulumuzun öğretmenleri, genellikle Köy Enstitüsü ve bunların devamı mahiyetinde aynı eğitim müfredatına tabi tutulan Öğretmen Okulları’ndan mezun öğretmenlerdi. Bunlardan bir veya ikisini saymazsak büyük bir çoğunluğu en hafif tabirle dinden, imandan, Kur’an’dan yoksun olmanın ötesinde, İslam’a karşı düşmanca tavır alan kimselerdi. Sınıfımın en başarılı öğrencisiydim. Esasında başarılı olmam, benim zeki ve çalışkan olmamdan kaynaklanan bir durum değildi. Diğer çocuklara göre okuma ve yazmayı çabuk sökmemdeki sebep, Kürt olmama rağmen Kürtçe bilmeyip Türkçe bilmem, okulumuzun yüzde doksan dokuzunun ise hiç Türkçe bilmeyen Kürt çocuklarından müteşekkil olmasıydı.
Sizin ilkokulda yaşadığınız “İttegullah” anınız çok şey anlatıyor. Babanızın camide dinlediği bir vaazda dile getirilen Kur’an’ın bu ifadesi, bütün bir hayatınızı da şekillendirecek şekilde iz bırakmış sizde. Bu anınızı dinleyebilir miyiz?
Babam bir cuma günü Erciş’in Büyük Camiinde bir hocaefendinin vaazında “İttegullah” (Allah’tan ittika edin, sakının) Kur’ani ikazını manasıyla beraber dinleyince çok etkileniyor. Bu olayı evimizde anlattığında babama sormuştum, baba “İttegullah ne demek” diye. Demişti ki, “Oğlum, Allah’tan kork demektir. Eğer Allah’tan korkmaz, namaz kılmaz, oruç tutmazsak, Allah’ın emirlerini yerine getirmezsek, Allah bizden razı olmaz, cezaya müstahak oluruz.” Bu beni çok etkilemiş olacak ki, okula başlamadan önce soyadımı ezberlemek yerine “İttegullah”ı ezberlemiştim.
Öğretmenimiz, Köy Enstitüleri’nin devamı olan Öğretmen Okulları mezunu, İslam’a açık düşmanlık yapan ateist ve “ataist” birisiydi. Ben ise, ilkokul dördüncü sınıfta babamı takip ederek, ittegullah kelimesinin zihnimde meydana getirdiği etkiyle namaz kılmaya başlamıştım. Ramazan aylarında ise orucumu hiç aksatmazdım. Oruçlu olduğum günlerin birinde lavaboda su içen öğrencinin birine çocuk aklımla “Ramazan ayında su içilmez, Allah (cc) seni cehenneme atar, ittegullah!” dediğimde, o anda lavaboları temizleyen “Cığal” (Kürtçe hayvan adı) lakaplı okul hademesi (hizmetli) tarafından öğretmenimize şikâyet edildim. Öğretmenimizin, iri kıyım “Eko” lakaplı öğrenci vasıtasıyla ağaçtan kırdırıp sınıfa getirttiği kalın bir yaş çubukla abartısız yarım saat beni dövdüğünü, hatta o kadar ki dayak yüzünden halsiz kalıp plastik çöp sepetinin içine düştüğümü hatırlıyorum.
Öğretmenimden dayak yerken sürekli “İttegullah öğretmenim! İttegullah!” diyerek çığlık attığımı, halsiz düştüğümde ise “ittegullah, ittegullah!” diyerek sayıkladığımı hatırlıyorum. Çocuk aklımla ne bileyim öğretmenimin dinsiz/imansız birisi olduğunu. Ben “İttegullah” dedikçe, o sonunda Rabbimizin ismini duyuyor ya, her duymasıyla daha da hiddetlenerek dayağın şiddetini de gittikçe artırıyordu. Bir taraftan küfür eşliğinde ağaç dalıyla hadsiz hesapsız dayak yerken, öbür taraftan da çöp sepetinin içinden çıkmaya çalışıyordum. Nihayet bayılmışım. Teneffüste “Arvasi” soyadlı iki kardeşin başımı ve yüzümü soğuk suyla yıkamalarından sonra ancak kendime gelebilmiştim.
Hayatınız boyunca “İttegullah” ikaz-ı ilahisi gereği hep bir arayış içinde olmuşsunuz. Uzun yıllar süren bir tasavvuf döneminiz var. Fıtri arayışınızın mutmainlik durağı olan Kur’ani/Nebevi bilinçlenme süreci nasıl başladı?
Sorunuzun sonundan başlayarak cevap vermek gerekirse; benim için Kur’ani/Nebevi bilinçlenme süreci, 30 yıl iki ayrı tarikat içinde yaşadığım hayatın ölçülerini, yani kendimi, kimliğimi 30 dakika değil 7 yıl sorgulamamla başladı. Evet, kendimi sorgulama işi 1994-2001 yılları arası tam 7 yıl sürdü. Öyle kolay değil! Koca 30 yıl yaşanılan bir hayatın içinde beyninizde paslanmış mıh misali saplanmış bir anlayışı ve bu anlayışın öğretilerini öyle kalbinizden, gönlünüzden tamamen söküp atmak 30 dakikada olmuyor. Elbette ki sökerken çok da gıcırtılar duyarsınız. Gerçekten hiç kolay değil. Gece gündüz okuyordum, gecelerin dili olsa da konuşsa! Önemli olan kiraya verilen aklı en azından birkaç dakikalığına veya birkaç günlüğüne de olsa geri alabilmek, aklın kendinizin olduğuna inanmak, kendiniz olduğuna inanabilmek, aklınızı başınıza almak. Bunun için de akünün motora ilk hareketi verdiği gibi 30 yıl durdurulmuş bir zihne ilk hareketi vermek için mutlaka bir elektriğe, bir titreşime, bir etkiye ihtiyaç olduğunu düşünüyorum.
İşte böyle çözümlenmeyen dondurulmuş bir zihinle yıllar yılları kovalayıp giderken, hayatım da tasavvuf adlı “din içindeki din”in belirlediği bid’at ibadetler üzere akıp gidiyordu. 1994 yılının böyle bir gününde, İstanbul’da rütbeli asker olarak görev yaparken, her zaman gittiğim gibi yine bir şeyler öğrenmek için bir pazar günü sivil kıyafetle Ümraniye’den dolmuşla Üsküdar’a, Üsküdar’dan vapurla Eminönü’ne, Eminönü’nden Fatih’e gidiyordum. Üsküdar’dan Eminönü’ne vapurla geçerken tanımadığım adamın birisi elime gazete tutuşturmaya çalıştı, pek de oralı olmadım. Ama adam pes etmedi, gazeteyle beni dürttü. Dürtünce de almak zorunda kaldım. Allah ondan razı olsun, adamı şimdi görsem tanımam bile. Şöyle gazeteye yandan bakınca üstünde “Selam” gazetesi yazdığını gördüm. Çaktırmadan gazetede sakallı bir yazar aramaya başladım. Allah selametlik versin, Mehmet Pamak abinin “Ölçü” ismindeki yazısı inanılmaz derecede dikkatimi çekti. Çünkü bu gazetedeki yazı düpedüz benim hayatımın ölçülerini sorguluyordu. Böylece hem Selam gazetesine abone oldum ve hem de Mehmet abinin ilk kitabı olan 1994 basımlı “Köşeli Yazılar” kitabını vakit kaybetmeden alıp okumaya başladım.
Şunu da ifade etmek istiyorum; 30 yıl tasavvuf anlayışının kitaplarını, bir de gramerler dediğimiz sarf/nahiv kitaplarını ve Arapça tefsir olan Celaleyn tefsirini saymazsak ilk okuduğum gazete “Selam”, ilk okuduğum kitap “Köşeli yazılar”, ilk okuduğum dergi ise “İktibas” dergisi olmuştu. Galiba o okuduğum İktibas dergisi 2001 yılına ait olup ön kapağında Y. Nuri, E. Yüksel ve H. Mezarcı’nın resimleri vardı. Kapağın üstünde de “Ramazan geldi, mehdilere mesihlere gün doğdu” diye yazıyordu. Derginin içinde ise yanlış hatırlamıyorsam ilk başta Hüseyin Alan beyin “Gavurgalaşmak” üzerine kaleme aldığı yazı vardı. Allah rahmet etsin, Ercümend Özkan abiyle diyaloğunu konu edinen, çok da etkisinde kaldığım bir yazıydı.
Böylece 2001 yılında Kur’ani/Nebevi bilinçlenme sürecim de başlamış oldu elhamdülillah. Müsaadenizle şunu da not düşmek istiyorum: Ölümleri saymazsak hayatımda iki sefer kabristan ziyaretinde bulunmuşumdur. Birincisi, tarikat müntesibi bir kişi iken mürşidim olan zatın şeyhinin İstanbul Edirnekapı’da bulunan mezarlıktaki kabrinin tam önünde dikilerek, çok sevabı olur diye anlatıldığından kimin için kıldığımı bilmeden, iki rekât namaz kılmıştım. İkincisi ise “gavurgalaşmak” yazısını okuduktan sonra Ankara Karşıyaka’da bulunan mezarlıkta Ercümend abinin kabrini, “gavurgalaşmadan” dersimi aldığımı, aklımın emniyetine vurulan darbeleri, kelepçeleri kırıp parçaladığımı kendime haykırabilmek için ziyaret etmiştim. Bu bakımdan kelepçeleri kırarak aklının yeniden ölçümünü yapabilmek için insanların mutlaka bir metreye ihtiyacı vardır. İşte o metre vahiydir, işte o metre Kur’an’dır.
Tasavvuf döneminize dönecek olursak, sizi tasavvufa yönlendiren saik ne oldu? Salt tarikata intisab edip şeyhin verdiği görevleri yapan bir mürid mi oldunuz yoksa tasavvufi eserleri okuyup literatürü öğrenmeyi amaçlayan bir gayretiniz oldu mu?
Beni tarikata iten sebep neydi? Esasında beni tarikata iten birçok sebep vardı. Bu sebeplerin en başında öncelikle İttegullah kelimesini çocuk aklımla “Allah korkusu” şeklinde anlamam, düşüncelerimin üzerinde büyük bir iz bırakmıştı. Bu düşünce yıllarca sürüp gitti. Aslında ben kendime beni “Allah’ın elinden, azabından ve gazabından” kurtaracak bir kayırıcı, bir torpilci arıyordum!
Daha sonra “Askeri okul” dönemimde namaz konusuna ne kadar dikkat ettiğimi gören birkaç arkadaşım bu titizliğimin sebebini sorduklarında, başımdan geçen bu olayı anlatarak içimde Allah’ın beni cehennemine atacağı korkusunun olduğunu söyledim. Bu arkadaşlarım babamın beni korkuttuğu kadar bunun hilafına çok büyük bir müjde verir gibi filan yerde evliya dedikleri bir zatın olduğunu duyduklarını söylediler. Hatta ona gidip elini öpüp tövbe alarak ona bağlananlar onu yardıma çağırdıklarında, o onların yanında olsun olmasın, onlara her an yardım edeceğini, onları uzaktan da olsa görebileceğini, gaybı bileceğini, öldüğünde ahiret hayatına etki edebileceğini, Allah’ın yanında, kendisine bağlı olanlara şefaat edip onları (haşa) Allah’ın elinden kurtarıp cennete atacağını anlattılar. Ben de böylece o “Allah’ın evliyası!” dedikleri mürşidin gidip elini öpüp tövbe alarak, ona intisab edip 30 yılımı heder ederek dönülmesi güç bir yola girdim. Hani nasıl derler; “Dışarıdan gördüm yeşil türbe, içine girdim estağfurullah tövbe.” Bize tövbe etmeyi nasip eden Rabbime hamdolsun.
Sorunuzun devamına vereceğim cevaba dönecek olursak; bırakın mürşidimi, mürşidimin küçücük çocuklarının bile bunlar seyidlerdendir, Peygamberimizin sülalesindendir düşüncesi içinde bana vermiş oldukları her görevi nefsimi temizliyorum adına yerine getirmeye çalışıyordum. Beni Allah’a ulaştırır, beni Allah’a yaklaştırır, beni Allah’ın yanında kayırır, bana torpil geçer, Allah dostunu kırar mı? Elbette kırmaz diye düşünüyordum. Onun için ben de hesap günü bağlı olduğum mürşidim bana şefaat edip beni Allah’ın elinden, cehennem azabından kurtaracak diye bekliyordum ve en alasından hizmet anlamında tüm görevlerimi yerine getirmeye çalışıyordum.
Hatta müsaade ederseniz şu anımı da anlatmak istiyorum; komutanlık yaptığım yıllarda, yıllık iznimi kullandığım bir yaz ayında nasıl bir akıl tutulması yaşamış olacağım ki gariban yaşlı babamın ekinlerini biçmek yerine soluğu hizmet amacıyla mürşidimin köyünde almıştım. Verdikleri emre göre bazen fırında, bazen bahçede, bazen de saman taşımakla nefsimi tezkiye amacıyla, mürşidimin de gözüne girerek cenneti garanti etmeye çalışıyordum. O günde 10-12 yaşındaki Seyid (!) bir çocuğun emriyle saman taşıma işine başlamıştım. Bayağı yorulmuş olacağım ki öğle ezanı okunur okunmaz hemen camiye mürşidimin esrarengiz, yarım kapalı, imalı (İçinden geçenleri biliyorum ha! Günahlarını biliyorum ha! Gaybı biliyorum ha! anlamındaki) süzgeçli bakışları altına koşmuştum. Namazdan sonra camiden geç çıkarken çaktırmadan, kimseye görünmeden işten kaytarayım demiştim. Ancak seyid çocuk beni “ula üçkââtçı nereye gidiyorsun?” diyerek yakalayıp geri saman taşımaya götürmüştü. Maalesef o gün nefsimi temizleyememiştim, çünkü komutan olduğum gururuyla pek de kimsenin olmadığı saman taşıma yerinde çocuk elimden zor kurtulmuş, ben de birliğime geri dönmüştüm.
Tasavvufi eserleri okuyup literatürü öğrenmeyi amaçlayan bir gayretiniz oldu mu sorunuza gelince; hemen hemen bütün tasavvufi eserleri okudum ve okuduklarımı da yayarak anlatmaya çalıştım diyebilirim. Bu (haşa) yazdırıldı! dedikleri kitapların içinde çoğunlukla aslı astarı olmayan yalanlar, gaybı bildiklerine dair yığınlarca uydurmalar, hurafeler, safsatalar, gayri ahlaki hikâyeler tasavvuf edebiyatının en önemli bölümlerini oluşturuyordu. Doğuda meşhur bir söz vardır: “Yalanın binası yok, insaf kaldı söyleyende.” Ancak bu kitaplarda yalan çok, fakat insaf hiç yok. Bu kitaplar; Delali Hayrat Şerhi, Kara Davud, Müftehul Kulüb, Müzekkin Nüfus, Füsüs’ul Hikem, Mesnevi, Marifetname gibi kitaplardı. Hatta günümüzde çokça ciltler halinde yayınlanan bir kitabın 2. cildinin Fihrist bölümünü iki gece uyumadan hazırlamaya çalışmıştım, Rabbim beni affetsin.
Bugünden geriye bakınca sizden İslam’la tasavvufu mukayese etmenizi rica etsem, kısaca hangi hususlara değinirsiniz?
Evet, İslam ve Tasavvuf. İslam dini veya ondan apayrı bir yaklaşım olan tasavvuf. Ancak Tasavvufu bir öğreti veya felsefe olarak tanımlayanlar da mevcuttur. Kanaatimce Tevhid dini ile Tasavvufu birbirine muhalif iki ayrı din olarak tanımlamak daha doğru olur. Hatta bazen arkadaşlarım benim tevhidi iyi bildiğimi düşünerek bana hitaben bu bildiklerimi nasıl öğrendiğimi sorduklarında: “Ben tasavvuf dininden ve temel taşı olan vahdeti vücud öğretisinden bildiklerimin tersini söylediğimde tevhid ortaya çıkıyor” diyordum. Tasavvufun bünyesinde İslam’ın ahlak ve ibadetlerinden parçalar bulunması onu İslami kılmaz. Temel öğretileri itibariyle İslam’dan ayrışan ciddi boyutları söz konusu.
İslam dini ile tasavvufu mukayese etmeye gelince; İslam dininde; tevhide iman etmek, namaz kılmak, oruç tutmak, haccetmek, dua etmek, yardım istemek, tevbe etmek, zikretmek, gayba iman etmek gibi ibadetleri (kulluk ve itaatleri) ve bu ibadetlerin sınırlarını yalnızca Allah (cc) belirlemiştir, Rasul (sav) de pratiğe dökerek göstermiştir. Bunlar mütekâmildir, değiştirilmeye veya düzeltmeye hiçbir zaman ihtiyaç olamaz. Tasavvufta ise; Rabbimizin bildirdiği ve Rasulü’nün uyguladığından başka ibadetler belirlenip insanlardan yerine getirmeleri istenir. Rabıta yapmak, zikir çekmek (zikretmek değil), tevbe almak (tevbe etmek değil), hatme yapmak. Gavs, kutub gibi, kendilerinde ilahi vasıflar vehmedilen aracılar (ara ilahlar) ihdas etmek, bunları kendilerini Allah’a ulaştırıcı vesile bilmek, dünya hayatında “medet (yetiş) ya gavs” diye nida ettiklerinde onların yardıma geleceklerine inanmak. Bu “ara ilahların” ahiret hayatında kendilerine şefaat edeceklerine inanmak gibi yığınlarca şirk inanış ve ameli söz konusudur.
Rabbimiz, Neml suresinin 65. ayetinde Peygamberimize hitaben “De ki: Göklerde ve yerde Allah’tan başka kimse gaybı bilmez. Onlar ne zaman diriltileceklerinin de farkında değillerdir (bilmezler)” buyurmaktadır. Ve yine Rabbimiz, En’am suresi 50. ayetinde “De ki: Ben size, Allah’ın hazineleri yanımdadır, demiyorum. Gaybı da bilmem ben. Ben size, ‘bir meleğim’ de demiyorum. Ben ancak bana vahyolunana uyuyorum. De ki: Körle, gören bir olur mu? Hala düşünmüyor musunuz?”
İşte bizler tarikata bağlı kişilere anlatıyoruz ve diyoruz ki; bakınız, sizin veli diyerek “ara ilah“ konumuna çıkardığınız kimseler bir tarafa, Rabbimiz Rasulü’nün bile gaybı bilemeyeceğini söylüyor. Yunus suresinin 49. ayetinde “De ki: Allah dilemedikçe, ben kendime bile ne bir zarar, ne de fayda verme gücüne sahibim…” ifadeleriyle Rasulü’nü bize tanıtan Rabbimizin bu beyanlarına rağmen sizler nasıl olur da gavs, kutub dediğiniz insanların kâinatta tasarruf sahibi olduğuna, insanlardan zararları savabildiğine inanırsınız? Onları bu şekilde düşünmeye, akıllarını kullanmaya çağırıyoruz.
Tasavvuf anlayışından Kur’ani/Nebevi usul’ud din çizgisine yönelmekle, olması gerektiği üzere İslam’ın akidevi temelli siyasi bilinç öğretisini de kavrayıp içselleştirdiğiniz anlaşılıyor. Bugün birçok kişi ve çevrenin, usul’ud din ile akidevi temelli siyasi bilinç ve yöntem konularında bütüncül bir kavrayış ortaya koyamadığını görmekteyiz. İslam’ı Kur’an-Sünnet temelinde doğru anlamaktan söz edip diğer yandan demokrasi havariliği yapanlar az değil. “Uydurulmuş din”den söz ettikleri halde “uydurulmuş anayasalar” diye bir gündemleri olmayanlar malumumuz. Bu konuda neler söylersiniz?
Evet, indirilmiş din/uydurulmuş din. Acaba indirilmiş din derken, kitabının içinde hüküm, kanun, kural, yasa, nizam, düzen bulunmayan esassız, hesapsız, kitapsız bir din mi? Yeryüzünde kitabı, kitabın içinde yasası, esası, cezası olmayan bir din, bir düzen mevcut mudur? Hristiyanların tahrif edilse de İncil’i, Yahudilerin Tevrat’ı, tasavvufun rabıta, hatme, tevbe almak (!) gibi yasalarını, kanun ve kurallarını, nizam ve düzenlerini anlatan kitapları bile var. Öyleyse “indirilmiş din” de Rahman suresinde geçer; “Güneşe ve Ay’a bir hesap koyan”, bir düzen koyan Allah, emrine amade kıldığı insan için bir düzen belirlemez mi? Ebette ki belirlemiştir. Hem de günümüzde insan aklıyla kurulan tüm şirk düzenlerini, tüm tağuti düzenleri yıkan, yakan, parçalayan, yerle yeksan eden bir düzen belirlemiş ve bildirmiştir. O da İslam şeriatı düzenidir, elhamdülillah.
İnsanlar tarafından uydurulmuş demokrasi gibi şirk dinlerinin bile bir takım yasalarını, kanun ve kurallarını, ilke ve inkılaplarını yazan anayasa kitapları varsa, ki vardır, Allah’ın dininin kitabı nasıl olur da insanlara yasa bildirmez? Uydurulmuş dinlerin yasaları hayatımızı kuşatırken, bir “deve sidiği” konusuyla gündemi işgal edenler acaba niçin hükümlerle dolu Kur’an’ın ana-yasa olmasına bigâne kalıyor, destek vermiyor, önayak olmuyor? Bilen kardeşlerim bir zahmet açıklasalar da aydınlanıversek!
Müslümanlar, Allah’a iman etmenin ancak tağuttan kaçınmakla, onu ve insanlar için vahyin hilafına belirlediği yasalarını onaylamamakla mümkün olduğunu iyi bilirler. Dolayısıyla beşeri nizam, düzen ve hükümleri tanımak, desteklemek, onlara karşı sevgi beslemek, o kanun koyucuları ilah olarak tanımaktan, Allah’a şirk koşmaktan başka hiçbir anlam ifade etmez. Bu nedenle tüm tağutlar ve tağuti düzenler reddedilip inkâr edilmedikçe on binlerce defa Kelime-i Tevhidi söyleyerek Allah’a gereği gibi iman ettiğini beyan etmek mümkün değildir. Şunu rahatlıkla söylüyorum ki vahyin dışında uydurulan her anayasa batıldır, fahşadır, münker olup, inkârı ve reddi gereklidir.
Bize hayat veren, görme ve işitme duyuları bahşeden, bizi rızıklandıran yalnızca sensin Rabbimiz amenna. Ancak sen bize ait olan bu hayatın şu şu işlerine karışmayacak, şu tarafını görüp bu tarafını görmeyeceksin diyebilir miyiz? O zaman bu kitabın adı “hayat kitabı” olabilir mi? Bu kitap hayatta olanları uyarmak için indirilen bir kitap olabilir mi? Bu kitap Allah’ın kitabı olabilir mi? Böyle mi olur Kur’an’ı anlamak?
28 Şubat’a “irticacı” bir rütbeli olarak TSK’da tanıklık eden birisiniz. Tanık olduklarınız, yaşadıklarınız ve ihraç sürecine dair kısaca bir değinide bulunabilir misiniz?
Aslında Türkiye cumhuriyetinde yapılan her bir darbenin öncelikle “İslami düşüncesinin yükselişine” karşı yapıldığını düşünüyorum. Zaten Türkiye’de ilk darbe de, 1924 yılında sembolik de olsa İslam birliğini temsil eden halifeliğe vurulmadı mı?
28 Şubat sürecinde “İrticai faaliyet içindedirler” denilerek ordudan atılan Subay ve Astsubaylar, kimi eşi örtülü olduğu için, kimi de namaz kıldığı için YAŞ kararıyla TSK’dan atıldığı bilinmektedir. Ben de hem namaz kıldığım için ve hem de eşim örtülü olduğu için o süreçte TSK’dan emekliliğime iki ay kala atılmıştım. Şöyle geriye dönüp baktığımda elhamdülillah iyi ki atılmışım diyorum. Çünkü yeniden okuyup düşünerek kendimi, gidişatımı sorgulama imkânı buldum. Ordudan atılmamın her ne kadar ilk başlarda benim için olumsuz olduğunu düşündüysem de, sonrasında Rabbimin benim hakkımda hayırlar takdir ettiğini bizzat görüp yaşadım. Çünkü Kur’an’la tanıştım, Tevhid’le tanıştım elhamdülillah.
Aslında benim ihraç sürecim zannedersem 28 Şubat sürecinden 8 yıl önce başlamıştı diyebilirim. TSK’da onların tabiriyle “dinci” komutan olarak tanındığımdan, takibim yapılarak yanıma yaklaşan arkadaşlarımı da tesbit amaçlı bir düşünceyle kaydımı sildirmeyi geciktirmişlerdi. Bu sebeple de birçok rütbeli Subay/Astsubay arkadaşımın benden önce TSK ile ilişkilerini kesmişlerdi. Bunu bilen arkadaşlarımın çoğu veba mikrobundan uzak durur gibi yanıma yaklaşmaktan uzak durur olmuşlardı. Şöyle bir anımı anlatmak istiyorum:
1992 veya 93 yıllarıydı. İstanbul/Ümraniye’de görev yaparken atıl bir depoyu Mihrablı, Minberli bir Mescide çevirmiştim. Cuma günleri bu Mescidde hutbe okuyup namaz kıldırıyordum. Birliğimize yeni üst rütbeli bir komutan atanmış ve bu komutan Cuma günü etrafı denetlemeye çıkmıştı. Namaz bitimi toplu halde Mescidden çıkarken karşı karşıya gelmiştik. Grubun önünde ben olduğumdan şahsıma hitaben öfkeli bir şekilde: “Böyle topluca nereden geliyorsunuz?” diye sordu. Ben de mescidde Cuma namazı kıldığımızı söyledim. “Neden topluca kılıyorsunuz?” diye sorduğunda ise; Cuma namazının ancak toplu kılınabileceğini söyledim. Bu sefer de “Sen benden iyi mi biliyorsun! Senin ismin ne bakayım? İsmimi söyleyince, bir anda gözleri faltaşı gibi açıldı, sanki babasını öldürmüştüm! Katili buldum hiddetiyle, “Demek Şahin Özdaş sensin” dedi. O zaman anladım ki bu komutan birliğe geldiği gün daha tanışmadan benim ismimi küpe olarak kulağına takmıştı!
Daha sonra diğer arkadaşlarım da (Nasreddin hocayla birlikte fil şikayeti için Timur’a gidenler misali) ortadan kaybolunca, komutan mescidin içine postallarıyla girmiş, yanındaki birkaç komutana emirler vererek askerlere balyoz getirtip Minber, Mihrab ve mescidin içindeki döşeme tahtalarla birlikte abdest alınan yerin fayanslarını da un-ufak etmişti. Biraz sert baktığımdan ve bir sonraki gün de kim bildirmişse bilmiyorum o günkü Zaman gazetesi “İstanbul’da Mescid yıktıran komutan” başlığıyla çıkınca soluğu Denizli’de almak zorunda kaldım.
İstanbul’a tekrar döndüğümde, İstanbul 1. Ordu Komutanlığı’ndan çağrıldığımı haber verdiler. Askeri cipe atlayıp komutanlığa gittim. Beni tanımayan bir komutan tarafından sorguya alındım. Komutan, fundamentalist eğilimler içinde olup irticai faaliyetler içinde bulunduğumu, dini kuralların dayandığı bir devlet yönetimi benimsediğimi, dini kimliğimi gizlemek için çok çalıştığımı, bir iki yıl içinde 21 tane üstün başarı belgesi aldığımı, Denizli’de evlendiğimi, eşimi kimsenin görmediğini yüzüme karşı söyleyerek şöyle devam etti: “Emekliliğine birkaç ay kala, çok başarılı bir komutan olduğun için seni atmayı düşünmüyorum. Yalnız bir şartım var. Yemin et bakalım eşin başörtülü mü değil mi?” Ben de, “Şerefim üzerine and içerim ki eşim dışarıda başörtüsü takmıyor” dedim. “Bırak bırak! Dine göre yemin et” dedi. Ben de “Komutanım eşim dışarıda başörtüsü takmıyor, yemin ederim” dedim. (Çarşaf giyiyor ya). Hayretler içinde donup kaldı. Galiba böyle bir “dinci” adamın eşi açık olamaz düşüncesi içinde yine de inanmadı. Askeri okul dâhil 24 yıl bulunduğum TSK’dan böylece emekliliğime iki ay kala Yüksek Askeri Şura kararıyla atılmış oldum.
Türkiye’de son çeyrek asırda önce 28 Şubat sert rüzgârlar sürecini ve sonrasında Ak Parti ılıman rüzgarlar sürecini yaşadık. Türkiye’deki İslami bilinçlenme ve mücadele süreci açısından bu iki süreç neticesi gelinen noktayı nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bugüne geldiğimizde İslami çabaların geldiği nokta açısından bakacak olursak; sabikun olanlardan tevhidi bilince sahip az sayıdaki insan ve temsil ettikleri oluşumlar, kuruluşlar dışında ciddi bir irtifa kaybı yaşandığı maalesef ortada. 28 Şubat sürecinin o can yakıcı rüzgârlarıyla karşı karşıya kalarak tevhidi akideyi önceleyenlerin, hep umutlarını diri tuttuklarını, birkaç ay sonra elbette yaz gelecek, elbette şafak sökecek, elbette zafer müyesser kılınacak düşüncesiyle mücadele azimlerini büyük bir özveriyle taşıdıklarını hatırlayalım. Şimdilerde ise bahsettiğiniz ılıman rüzgârlar karşısında tevhidi duruş ve iddialarını gevşeten ve hatta yer yer terk eden camialara tanıklık etmek üzücü.
Bu açıdan bakıldığında Ercümend abinin “gavurgalaşma” tespiti de çok önemlidir; buğday kavrulunca artık buğdaylıktan çıkıp gavurga’ya dönüşerek tohum olma özelliğini yitirdiği, bu gavurgaların tonlarcası araziye ekilip sulansa bile buğday yetişmeyeceği, binlerce gavurga olmaktansa bir tek sağlam buğday olarak kalmanın önemli olduğu benzetmesiyle, sistem içi politik süreçlere taraf olmakla tevhidi konumunu kaybeden insanların geldiği nokta ne kadar da örtüşmektedir.
Gençleri ve gençliği gözlemlediğinizde, genelde toplum ve özelde Müslümanlar olarak geleceğimizi nasıl görüyorsunuz?
Doğruyu söylemek gerekirse gençliği çok da iç açıcı bir gidişat içinde görmemekle birlikte karamsar da değilim. Gördüğüm kadarıyla 15-30 yaş arası gençlerimizin çoğu bir uçta İslam’dan bîhaber, popüler kültür rüzgarlarında savrulan çer-çöp misali, diğer uçta ise “zincirleme tekfir” hastalığına tutulan bir fıkıhsızlığa mahkûm halde bulunsalar da, bizler her şeye rağmen gençlerle diyaloğu diri tutmak ve onlara vasat İslami duruşun güven veren atmosferini tattırmakla mükellefiz. Gerçi zamanında değerlerimiz uğruna genç kardeşlerimizin omuzlarında çok izzetli direnişler yaşandı bu topraklarda, bunu inkâr edemeyiz. Bugün de İslam’a yönelmiş, kaygısı ve gayreti olan önemli bir genç potansiyeli de var elhamdulillah.
Dualarımız odur ki; Herkesin diriltileceği günde Rabbimiz bizi mahcup etmesin, bizi utandırmasın. Son sözümüz “Hamd âlemlerin Rabbi olan Allah’a olsun, Allah’ın selamı, rahmeti ve bereketi üzerinize olsun. Esselamu Aleyküm ve Rahmetullah.
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *