“İslam, öncelikle ‘teslim olmak’ şeklinde tarif edilir”

“İslam, öncelikle ‘teslim olmak’ şeklinde tarif edilir”

Lugatların, ‘barış’, ‘esenlik’, ‘selamet’ gibi verdikleri manaları da, esas itibarıyla, bu ‘kök-anlam’la irtibatlandırmak mümkündür. Ancak bundan önce, İslam’ın, ‘teslim olma’ boyutu üzerinde durmak gerekir.

İslam nedir?

Şüphesiz Allah katında din İslâm’dır. Kitap verilmiş olanlar, kendilerine ilim geldikten sonra sırf, aralarındaki ihtiras ve aşırılık yüzünden ayrılığa düştüler. Kim Allah’ın âyetlerini inkâr ederse, bilsin ki Allah hesabı çok çabuk görendir.(3/19)

Arapça’da s-l-m fiil kökünden türetilen ‘İslam’, en genel ifadesiyle, Allah’ın, kullarına, tabi olmaları için gönderdiği dinin adıdır. İstılahta ise, Allah’ın emir ve yasaklarına teslim olmak olarak tarif edilmiştir. Bütün lugat ve istilah anlamlarında İslam, öncelikle ‘teslim olmak’la tarif edilir ki, bu mana doğrudur. Lugatların, ‘barış’, ‘esenlik’, ‘selamet’ gibi verdikleri manaları da, esas itibarıyla, bu ‘kök-anlam’la irtibatlandırmak mümkündür. Ancak bundan önce, İslam’ın, ‘teslim olma’ boyutu üzerinde durmak gerekir.

‘Teslim’ olmak, özü itibarıyla, bir üst otoritenin emrine boyun eğmektir. Bu hali, en iyi temsil eden örneklerden birisi, savaşta mağlup olan tarafın silahlarını bırakıp; galip ordunun kurallarına uymayı kabul etmesidir. Benzeri bir durum, efendi-köle ilişkisinde de görülebilir. Köle, efendisinin emirlerini yerine getirirken, ona, bir anlamda ‘teslim olmuştur.’ Yine, Rab ve kul arasındaki ‘ibadet’ ilişkisinde de aynı ilişkiyi görmek mümkündür. Kul, emir ve hükümlere tabi olarak Rabbine ‘teslim’ olur. O halde, denilebilir ki, bütün ‘teslim olma’ durumlarında bir ‘üst otorite’ olgusu vardır. Bu, kullar arasındaki ilişkilerde de böyledir; kulun Allah’la ilişkisinde de böyledir. İşte bu noktada, ‘teslim olma’ hali ile ‘üst otorite’ arasındaki ilişkinin mahiyeti tahlil edilmelidir.

Allah, en üst otoritedir; çünkü varlığın yaratıcısıdır ve ilmi de her şeyi kuşatır. O halde meselelerin sonucunu tayin etme hakkına da, esas itibarıyla, O sahip olmalı; yani ‘hükmetme’ makamı’ ona ait olmalıdır. Bu yüzden, hakkıyla teslim olunacak tek varlık O’dur. Kur’an, bu hususu, pek çok ayette gayet net ifadelerle ortaya koymaktadır. Örneğin, Nisa 65. ayette, Rabbimiz “Hayır, öyle değil. Rabbine and olsun, aralarında çekiştikleri şeylerde seni hakem kılıp, sonra verdiğin hükme, içlerinde hiçbir sıkıntı duymadan, tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça, iman etmiş olmazlar” buyurmaktadır ki, burada ‘hükmetme-teslimiyet ilişkisi’ gayet net şekilde görülmektedir. Buna göre, kişi, iman etmiş olmak için Allah’ın hükümlerine teslim olmalıdır. Üstelik bu teslimiyet, ‘gönülden’ olmalıdır. Kur’an, bu konuda Hz. İbrahim’in, gördüğü rüya gereği Hz. İsmail’i kurban etmesi örneğini verir ki, gerçekten bu misali, ‘teslim olma’nın en zirve örneklerinden biri olarak görmek mümkündür (Saffat 103). Aynı şekilde yine Hz. İbrahim örneğinde, teslimiyetin ‘işittikten sonra derhal itaat’ boyutu da Kur’an’da taçlandırılmaktadır: “Rabbi ona ‘teslim ol’ deyince, (o) ‘Alemlerin Rabbine teslim oldum’ demiştir (Bakara 131). Kur’an, gerek Hz. Peygamberin gerekse diğer peygamberlerin de ‘teslim olmakla’ emr olunduklarını ve onların da bu davete severek ve isteyerek icabet ettiklerini tekraren bildirmektedir (Bakara 132; En’am 14, Nisa 125, Ali İmran 20, Neml 44, Maide 44, Gafir 66, En’am 71; Hacc 34, vd.)

‘Teslim olma’nın bir de ‘zorunluluk’ boyutu vardır ki, buna göre, sadece beşer değil, göklerde ve yerde olanların hepsi –istese de istemese de- Allah’a ‘teslim olmuştur’ (Ali İmran 83). Bu ayet, ‘yaratma’ ile ‘teslim olma’ arasındaki doğrudan ilişkiyi çok açık bir şekilde göstermektedir ki, burada vurgulanan husus, insanların, istemeseler bile, bazı hususlarda (doğum, havasız-susuz yaşayamama, rızıklandırılma ve ölüm gibi) teslim olmak durumunda kaldıkları Rablerine itaat etmeleri ve O’nun dinine tabi olmaları gerektiğidir. İşte tam da bu noktada, ‘teslim olmak’ kavramı ile Rab, ilah, din, ibadet, itaat, hidayet, iman gibi Kur’an’ın merkezi kavramları arasındaki ilişkinin tanımlanması gerekmektedir.

Kur’an, esas itibarıyla, ‘teslim olma’nın, bir ‘otorite-kulluk ilişkisi’, yani ‘din’ mevzuu olduğunu söyler. Bu konuda pek çok ayet vardır (Ali İmran 80-85 ayetler; Nisa 125, Ali İmran 18-20 ayetler; Bakara 127-133 ayetler; En’am 71; Maide 2-3 ayetler; Saf  7-9. ayetler; Hucurat 14-17. ayetler, Enbiya 108, Neml 81, En’am 161-164. ayetler, vd.). Buna göre, insanlar, hayat düzeni içerisinde, isteseler de istemeseler de, bir takım kurallara ‘teslim olmaktadırlar.’ Her ne kadar onların en asli ihtiyaçlarını (hava, su, rızk, vs.) temin eden Rablerini ikrar edip, O’na teslim olmasalar da, mutlaka bir başka şeye (heva, Şeytan, tağut vs.) tabi (veya teslim) olacaklardır. İşte burada din/ibadet olgusu ortaya çıkar. Bu nedenle, her insan ‘dinli’dir; ve bir şeye (ma’buda, ilaha, Rabbe) ibadet eder. İbadet edilen bu varlık (ma’bud), insan da (tağut) olabilir, Şeytan da olabilir. Hatta kişi, kendi hevasını bile ‘ilah’ edinebilir. Bu durumda, o kişi, tapındığı varlığa ‘teslim olmuş’, onun ‘kulu’ olmuştur. Kur’an, bu ana mesajı içeren ayetlerle doludur. Hatta bu konu, Kur’an’ın ‘ana mesajıdır’ dahi dense yeridir.

Bu mesajın yer aldığı ayetlerden, bilhassa ‘Allah’ın Dini’ olarak ‘İslam’ kelimesinin geçtiği pasajlar dikkat çekicidir. Zira bu ayetlerde hem ‘teslim olmak’ kavramı ile, ilah, rab, ibadet, iman, din ve hidayet gibi temel kavramlar arasındaki ilişkiyi görmek mümkün olabilmekte, hem de İslam’ın, ‘teslim olma’ boyutuna ilişkin sonuçlar çıkarılabilmektedir. Bu bağlamda dikkatimizi çeken ilk pasaj, Ali İmran 18-20. ayetlerdir. Burada ‘teslim olma’ ile ‘din’. ‘ilah’ ve ‘hidayet’ kavramları arasındaki ilişki açıkça görülebilmektedir: “Allah, gerçekten kendisinden başka ilah olmadığına şahitlik etti; melekler ve ilim sahipleri de O’ndan başka ilah olmadığına adaletle şahitlik ettiler. Aziz ve Hakim olan O’ndan başka ilah yoktur. Hiç şüphesiz din, Allah katında İslam’dır. Kendilerine kitap verilenler, ancak kendilerine ilim geldikten sonra, aralarındaki bağy yüzünden ayrılığa düştüler. Kim Allah’ın ayetlerine küfr ederse, gerçekten Allah hesabı pek çabuk görendir. Eğer seninle çekişip-tartışırlarsa, de ki: ‘Ben Allah’a uyanlarla birlikte, kendimi Allah’a teslim ettim.’ Ve kendilerine kitap verilenerle, ümmilere de ki: ‘siz de teslim oldunuz mu? Eğer teslim oldularsa, gerçekten hidayete ermişlerdir. Fakat yüz çevirdilerse, artık sana düşen, yalnızca tebliğdir. Allah kulları hakkıyla görendir.” Ayetler açıkça ifade etmektedir ki, İslam, ilah olarak Allah’ı bilip, O’na teslim olmuş kulların dinidir. Aynı mesaj, yine aynı surenin 83-85. ayetlerinde de verilmektedir. Bu ayetler ise şöyledir: “Peki onlar, Allah’ın dininden başka bir din mi arıyorlar? Oysa göklerde ve yerde her ne varsa – istese de istemese de – O’na teslim olmuştur ve O’na döndürülmektedirler. De ki: ‘Biz Allah’a, bize indirilene, İbrahim, İsmail. İshak, Yakup ve torunlarına indirilene, Musa’ya, İsa’ya ve Peygamberlere Rablerinden verilenlere iman ettik. Onlardan hiç biri arasında ayrılık gözetmeyiz. Ve biz O’na teslim olmuşlarız. Kim İslam’dan başka bir dine tabi olursa, bu, ondan asla kabul edilmez. O, Ahirette de kayba uğrayanlardandır.” Bu pasaja göre de, İslam, bütün peygamberlerin de teslim olduğu Allah’ın dinidir. Kur’an’ın İslam’ı, Maide 3. ayette de bir ‘din’ olarak nitelemektedir. Bu ayette, İslam, akitler ve şiarlar bağlamında, ‘hükümlere teslimiyet’ boyutuyla tanımlanmıştır. Ayet şöyledir: “Ölü eti, kan, domuz eti, Allah’tan başkası adına kesilen, boğulmuş, vurulmuş, yüksek bir yerden düşmüş, boynuzlanmış, yırtıcı hayvan tarafından yenmiş – (henüz canlıyken yetişip) kestikleriniz hariç – dikili taşlar üzerine boğazlanan (hayvanlar), ve fal oklarıyla kısmet aramanız size haram kılındı. Bunlar fısktır. Bugün küfre sapanlar, sizin dininizden (dininizi yıkmaktan) umut kesmişlerdir. Artık onlardan korkmayın. Benden korkun. Bugün size dininizi kemal erdirdim, üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve size din olarak İslam’ı seçip beğendim…” Kur’an, ‘İslam’ tabirini, En’am 125. ayette ‘hidayet’ ve ‘iman’ terimleriyle birlikte, Zümer 22. ayette, yine hidayetin aydınlığı anlamında ‘nur’ terimiyle birlikte, Hucurat 14-17 ayetlerde ‘din’ ve ‘iman’ terimleriyle bağlantılı olarak ve Tevbe 74. ayette de, ‘küfrün zıddı’ olarak kullanmaktadır. İslam tabirinin, orijinal ifadesiyle ve ‘hidayet’ terimiyle bağlantılı olarak kullanıldığı son pasaj ise, Saf 7-9. ayetlerdir. Burada İslam, açıkça ‘Hak Din’ (din’ül-hakk) olarak tanımlanmaktadır ki, bu ifadeden, gerçek manada teslimiyete Allah’ın dini olan İslam ile ulaşılabileceği neticesi çıkarılabilir. Nitekim ayet, ‘hidayet’ terimi ile ‘hak din’ arasında açıkça bir bağlantı kurmaktadır. Pasaj şöyledir: “İslam’a çağırıldığı halde, Allah’a karşı yalan düzüp uyduranlardan daha zalim kimdir? Allah, zalim olan bir kavmi hidayete erdirmez. Onlar, Allah’ın nurunu, ağızlarıyla söndürmek istiyorlar. Oysa Allah, kendi nurunu tamamlayıcıdır. Kafirler hoş görmese de. Peygamberleri hidayet ve hak din üzere gönderen O’dur. Öyle ki onu (hak din olan İslam’ı) bütün dinlere karşı üstün kılacaktır; müşrikler hoş görmese bile.”

Açıkça görüldüğü gibi, İslam, Kur’an’ın ifadesiyle, Allah’ın Dini’dir ve içerik olarak da, O’nu Rab ve İlah kabul edip, tam bir teslimiyetle O’na ibadet (ve itaat) edenleri hidayete ulaştırır. Bu temel kavramlar arasındaki ilişkiyi toplu bir biçimde gösteren ayetler ise, Bakara 127-133. ayetleridir: “İbrahim, İsmail ile birlikte Evin (Ka’be’nin) sütunlarını yükselttiğinde (ikisi şöyle dua etmişti): ‘Rabbimiz bizden (bunu) kabul et. Şüphesiz Sen işiten ve bilensin. Rabbimiz, ikimizi sana teslim olmuş (Müslümanlar) kıl ve soyumuzdan da sana teslim olmuş (Müslüman) bir ümmet (kıl). Bize menasiki (ibadet yöntemlerini) göster ve tevbemizi kabul et. Şüphesiz, Sen tevbeleri kabul eden ve esirgeyensin. Rabbimiz, içlerinden onlara bir peygamber gönder, onlara ayetlerini okusun, kitabı ve hikmeti öğretsin ve onları arındırsın. Şüphesiz, Sen güçlü ve üstün olansın, hüküm ve hikmet sahibisin.’ Kendi nefsini aşağılık kılandan başka, İbrahim’in dininden kim yüz çevirir? Andolsun, biz onu dünyada seçtik, gerçekten ahirette de o Salihlerdendir. Rabbi ona ‘teslim ol’ deyince (o) ‘Alemlerin Rabbine teslim’ oldum’ demişti. Bunu İbrahim, oğullarına vasiyet etti. Yakub da ‘Oğullarım, şüphesiz Allah sizlere bu dini seçti, siz de ancak Müslüman olarak can verin (diye benzer bir vasiyette bulundu). Yoksa siz, Yakub’un ölüm anında, orada şahitler miydiniz? O, oğullarına ‘benden sonra kime ibadet edeceksiniz?” demişti de, onlar ‘Senin ilahın ve babalarımız İbrahim, İsmail ve İshak’ın ilahı olan tek bir ilaha ibadet edeceğiz, bizler O’na teslim olmuşuz’ demişlerdi.”

‘Teslimiyet’ kavramının merkezi önemini, sadece Allah’ın dininin ‘İslam’ olarak adlandırılmış olmasında değil, bu dinin mensuplarına, meşhur tabirle, ‘müslüman’ denilmesinde de görmek mümkündür. Gerçekten Kur’an, vahye tabi olup, El-Hakk olan Allah’a ve (O’nun dinine) teslim olmuş, bütün çağlar boyunca yaşamış kullara, ‘müslüman’ adını vermektedir. Hacc 78. ayette bu husus şöyle ifade edilmektedir: “… O, sizleri seçmiş ve din konusunda size bir güçlük de yüklememiştir; atanız İbrahim’in dini(nde olduğu gibi). O, bundan önce de, bunda (Kur’an’da) da sizi, ‘müslümanlar’ olarak isimlendirdi; peygamber sizin üzerinize şahit olsun, siz de insanlar üzerine şahidler olasınız diye…” Buna göre, Hz. Adem’den bu yana gelen bütün ‘teslim olmuş’ kullar, Müslüman’dır. Örneğin Hz. İbrahim de müslümandır (Ali İmran 67), Firavun adına Hz. Musa’nın karşısına çıkıp, sihirleri boşa çıkan ve daha sonra da Allah’a iman eden sihirbazlar da Müslümandırlar (A’raf 126). Hz. İsa’ya tabi olan Havariler de müslümandır (Ali İmran 52; Maide 11), Hz. Muhammed de (Ali İmran 64; En’am 163), O’na tabi olanlar da Müslüman’dır (Ali İmran 102; Neml 81; Hacc 78). Ayrıca Kur’an, bütün çağlar boyunca, Allah’a inanıp, O’na tabi olanları ‘müslüman’ olarak isimlendirmekle kalmıyor, teslim olmayı, ‘şerefli bir statü’ olarak da tanımlıyor. Fussilet 33. ayet, bu konuda çok net bir ifade kullanmaktadır: “Allah’a çağıran, Salih amelde bulunan ve ‘gerçekten ben Müslümanlardanım’ diyenden daha güzel sözlü kimdir?” Burada Müslümanlık, sadece bir ‘kimlik’ olmakla kalmıyor, ayrıca imrenilecek bir vasıf olarak da nitelendiriliyor. Bu yüzdendir ki, yine Kur’an, peygamberlerin “Müslüman olanların ilki” olduklarını vurguluyor ki, bu vurguda da, bu ‘şerefli’ mevkiye açık gönderme vardır (En’am 163; Zümer 12). Aynı vurguyu, hem peygamberlerin, hem de inananların ağzından “Müslüman olarak ölmek” temennisinin dillendirilişinde de görmek mümkündür. Nitekim Yusuf 101. ayette Hz. Yusuf, “… Müslüman olarak hayatıma son ver ve beni Salihlerin arasına kat.” ve A’raf 126’da da Firavun’un sihirbazları “… Rabbimiz, üzerimize sabır yağdır ve bizi Müslümanlar olarak öldür” diye dua etmektedirler. Aynı şekilde Allah, Hz. Peygamber’e tabi olanlara da şu tavsiyede bulunmaktadır “Ey iman edenler! Allah’tan nasıl korkup-sakınmak gerekiyorsa, öylece korkup sakının ve siz, ancak Müslüman olmaktan başka (bir din veya hal) üzerinde ölmeyin.” İşte, Allah’ın üstün otoritesine teslim olma vasfı, O’nun dini olan İslam’da böylesine önemli bir yer tuttuğu için, bu dinin mensupları, diğer dinlerle ihtilaf ve zıtlıklar açısından kıyaslandığında hep ‘müslüman’ olarak adlandırılmıştır. Örneğin, Kur’an, çoğu yerde, ‘kafirlerin zıddı’ olarak ‘müslümanlar’ kavramını kullandığı gibi (Ali İmran 80; Hicr 2; Maide 3; Tevbe 104, vd.) özel olarak da, bu vasfı, Yahudilik, Hıristiyanlık ve Müşrikliğin zıddı bir din olarak (Müslümanlık) kullanır (Ali İmran 67). Ayrıca, diğer din mensupları da, Allah’ın dini olan İslam’a tabi olan kulları, bir başka vasıftan (örneğin ‘mü’min olma’ vasfından) daha çok ‘müslüman’ ismiyle tavsif etmişlerdir. Nitekim İslam’la uzun asırlar boyu muhatap olup savaşmış Batılı kavimler, bu dinin mensuplarını hep ‘Moslem’ (veya ‘Muslim’ ya da ‘Muselman’) olarak isimlendirmişlerdir. Ayrıca ‘Teslim olma’, tek tek her müslümanın vasfı olmakla kalmaz, Müslümanlardan oluşan topluluğun da vasfıdır. Kur’an, ‘Mü’min Ümmet’ gibi bir kavram kullanmaz ama ‘Müslüman Ümmet’ tabirini kullanmıştır (Bakara 128).

İşte bütün bu ayetler, ‘teslim olma’ boyutunun, bu dinde ne denli önemli olduğunu göstermektedir. Ancak, tam da bu noktada, konuyla yakından alakalı olan diğer bir merkezi kavram (iman) ile ‘teslimiyet’ arasındaki ilişkinin mahiyetini açıklığa kavuşturmamız gerekmektedir. Gerçekten, Kur’an’a bakıldığında, e-m-n kökünden türeyen kelimelerin, s-l-m kökünden türeyenlere göre, daha çok kullanıldığı ve bir çok ayette de ‘iman etme’nin büyük değerinin vurgulandığı görülür. Ancak bu noktadan hareketle, pek çoklarının yaptığı bir yanlışı işlememek gerekir. Bazıları, bu iki kavram arasında bir hiyerarşi gözetir ve ‘iman etme’nin ‘teslim olma’ya göre daha ‘üstün’ bir vasıf olduğunu söylerler. Buna delil olarak da, en çok Hucurat 14 ayetini örnek gösterirler. Bu ayette, Bedeviler iman iddiasında bulunmakta, ama Allahu Teala, “imanın henüz onların kalplerine girmediğini” beyan etmekte, bu yüzden onlardan sadece “teslim olduk” demelerini istemektedir. Bilinmelidir ki, bu ayetten yola çıkarak, iman etmenin ‘teslim olmaktan’ daha üstün olduğunu söylemek, hem Kur’an’ın diğer ayetlerinin açık lafzına aykırıdır; hem de linguistik açıdan tutarsızdır. Bu yorum, en başta “gerçekten ben Müslümanlardanım diyenden daha güzel sözlü kim vardır?” (Fussilet 33) ve Hz. Yusuf’un ağzından naklen “Müslüman olarak hayatıma son ver” (Yusuf 101) ayetleriyle çelişir. Bu yorumun hatalı olduğu, semantik tahlil yapıldığında, daha iyi anlaşılacaktır. Burada ‘iman etmek’ ve ‘teslim olmak’ fiillerinin anlam içeriği belirleyicidir. Teslim olma, temelde bir üst otoriteye itaat ile ilişkili bir eylem iken, iman etme, daha çok ‘tasdik’ ile alakalıdır. Dolayısıyla bu iki eylemin anlam alanlarında ortak/kesişme noktaları olmakla birlikte, esas itibarıyla ‘farklı’ iki fiile karşılık gelirler. İşte Kur’an’ın her iki vasfı da, farklı yerlerde benzer övgülerle anmasının nedenini de burada aramak gerekir. Daha açık bir ifadeyle, Kur’an’da kullanılan kelimelerin asli anlamlarına, konu bağlamları dikkate alınarak ulaşılabilir. Yani, iman etme ile ilgili bir konuda Kur’an, ‘iman’ (veya ‘mü’min) kavramını, ‘teslim olma’ ile ilgili bir konuda da ‘İslam’ veya ‘Müslüman’ kavramını kullanmaktadır. Dolayısıyla, bu iki kavram arasında, hiyerarşik sıralama yapmak doğru değildir. Zaten Bedeviler’in iman iddialarını reddeden ayet ve bunun bağlamlarına bakıldığında, burada Hz. Yusuf’un duası ile Fussilet 33’deki gibi bir ‘teslim olmuşluk’ değil, teslim olma ‘iddiası’ olduğu görülecektir. Çünkü, bu Bedevilerin ‘kalplerinden aşağı inmeyen’ şey, ‘ağızlarında tekrarladıkları bir sözdür.’ Bu da zaten, onların teslim oluşlarının ‘görünür’ bir teslimiyet olduğunu kanıtlamaya yeter. Bu nedenle, ‘iman’ ve ‘islam’ kavramları arasında bir hiyerarşi kuran yaklaşımlar isabetli değildir. Hatta bu yaklaşımın yanlışlığını, bizzat Kur’an’dan örneklerle de göstermek mümkündür. Öyle ki Kur’an, ‘iman etme’ ve ‘teslim olma’ fiillerini, sanki birbirlerinin müteradifi gibi kullanmaktadır. Örneğin, Zuhruf 69. ayet şöyledir: “onlar, ayetlerime iman edenler ve Müslüman olanlardır.” Aynı manayı, Ahzab 22’deki şu ifadede de bulmak mümkündür: “… bu yalnızca onların imanlarını ve teslimiyetlerini artırdı.” Fakat belki bu ikisi arasında bir öncelik-sonralık ilişkisi kurulabilir. Zira her akıl kabul eder ki, ‘tasdik’ her işin başıdır. Teslim olmak için dahi önce tasdik gerekir. Başka bir ifade ile, Allah’ın emirlerine itaat için, önce O’na inanmak gerekir. İşte bu manada İman ile İslam arasında bir ‘öncelik-sonralık’ ilişkisinden bahsedilebilir. Nitekim Maide 111’de “Havariler: … iman ettik, gerçekten Müslümanlar olduğumuza şahit ol…”; ve Neml 81’de “… sen ancak ayetlerimize iman edenlere (söz) dinletebilirsin? İşte Müslüman olanlar bunlardır” buyurulmaktadır ki, bu ayetlerden, amelden (veya teslimiyetten) önce imanın geldiği sonucuna ulaşmak mümkündür.

Evet, Allah’a iman ve O’na teslimiyet, beraberinde ‘ibadet’ ve ‘itaat’i getirir. Bu ise, açıktır ki, ‘bağlılık’tır. Yani Mü’min ve Müslüman, Allah’a (veya O’nun dinine) ‘bağlı’dır. Bu ‘bağ’, onun ‘sınırlar’ (Hududullah) ile kayıtlı olması demektir. Bu ise, Müslümanın, ‘özgür’ olmadığı anlamına gelir. İşte tam da burada “İslam, bir özgürlük manifestosudur” diyenlerin ne denli büyük bir yanılgı içinde oldukları açıkça görülebilir. Bu söz öylesine batıldır ki, İslam’ı illa ‘manifesto’ sözcüğüyle tanımlamak gerekiyorsa, onun için ancak “İslam bir kulluk manifestosudur” denilebilir. Nitekim ‘teslim olmak’, aynı zamanda Allah’a kul olmak demektir. Ve kulluk, İslam’da ‘şerefli’ bir vasıf (mevki)dir. İslam’ın bütün aziz peygamberleri de “Allah’a kulluğun” gereğini yerine getirmek için cehd sarf etmişlerdir. Hz. Peygamber de Kelime-i Şehadet’te ifadesini bulduğu gibi, Allah’ın “önce kulu, sonra Rasulü”dür. Bu kadar açık bir gerçek karşısında bile, hala “İslam, bir özgürlük manifestosudur” diyenler, gerçekten cehalet örneği sergilemektedirler. ‘Özgürlük’ kavramı, şirk ve küfr medeniyeti olan Batı’nın ‘put’udur. İslam’da ‘kulluk’ ne kadar merkezi bir yer işgal ediyorsa, ‘özgürlük’ de Batı’da o denli merkezi bir yer işgal eder. Birbiriyle taban tabana zıt bu iki kavramın farkını göremeyenler, İslam’ın özünü ne kadar anladıklarına ilişkin gerçekten kendilerini sorgulamalıdırlar. ‘Özgürlük’, en yalın anlamıyla, ‘bağlı olmamak’ demektir; İslam ise, en yalın ifadesiyle, zaten ‘bağlılığın’ (teslim olmanın) adıdır. ‘Özgürlük’, aklı ve ‘human’ı değer (veya ‘üst otorite’) kabul etmek demektir; İslam ise, Allah’ı (veya vahyi) üst otorite olarak kabul etmek demektir. Hatta ‘özgürlük’, heva’nın (batıl’ın) ilah edinilmesi; İslam ise İlm’e (Hakk’a) tabi olmak demektir. Özetle, Müslüman olan, ‘özgür olamaz, ‘kul’ olur. Çünkü o, hakikate ‘bağlı’ olmayı, ona bağlanıp, onun yanında olmayı, onu desteklemeyi, onun için fedakarlık yapmayı, cihad etmeyi ve onun için ölmeyi, en büyük şeref sayar. İşte “gerçekten ‘ben Müslümanlardanım’ diyenden daha güzel sözlü kim vardır?” ayetinin açıklaması da zaten budur.

Bilinmelidir ki İslam, Allah’ın Dini’dir; O’nun katında din, İslam’dır. Hidayet İslam ile olur. Çünkü İslam, Hak Din’dir. İslam’dan başka bir din arayan kaybedenlerden olur. O halde, ‘rasyonel’ mantıkla ve ‘özgür birey’le, ‘bilim’in kılavuzluğunda ‘hakikat arayışı’ gösterenler bilmelidirler ki, bu arayışın sonu, Asr Suresi’nde açık ifadesini bulan ‘hüsran’dır. İnsan, daha ‘özgür’ oldukça (veya aklı putlaştırdıkça) yolunu (hidayeti) bulamaz. Daha çok özgürlük, aslında, kişinin daha çok Şeytan’ın boyunduruğuna girmesi veya kula kulluğun artması demektir. Bu ise, köleliklerin en kötüsüdür. Kulların boyunduruğu, ancak zulüm ile sonuçlanır. Firavunlar, Tiranlar, Şahlar, Sezarlar, Despotlar, bunun tarihteki açık kanıtlarıdırlar. Ama Allah, boyunduruğu en hafif olanıdır. Çünkü O, kullarına güçlük dilemez. Ama O’nun kullarının ilahlık (efendilik, Rablık) iddiasında bulunması, ancak başka kullarının daha çok ezilip, zulüm görmesi ile mümkün olabilir. Kur’an bunu Zümer 29. ayetinde güzel bir misalle açıklamaktadır: “Allah, bir örnek verdi… Kendisi hakkında uyumsuz ve geçimsiz bulunan, sahipleri de çok ortaklı olan bir adam ile, yalnızca bir kişiye teslim olmuş bir adam. Bu ikisinin durumu bir olur mu?” Cevap çok açıktır: Olmaz. Çünkü ya tek ilaha kulluk edilecek ve eman ve emniyet içinde yaşanacaktır ya da çok sayıda ilaha kulluk edilip, hem hiçbiri razı edilemeyecek hem de bu nedenle onların zulümlerine maruz kalınacaktır. İşte, İslam’ın ‘bağlılık’ esasının ‘selamet’e götürmesinin nedeni de burada aranmalıdır (Maide 16).

Evet, İslam, Allah’a teslimiyetin sonucu olarak, O’na tabi olanları, esenlik, güven ve huzura götürür. Çünkü bizatihi bu dinin sahibi olan Allah, “Es-selam”dır (Haşr 23). O, kendisine ‘teslim olanlar’ı, selam yollarına ulaştırır (Maide 16) ve bu yolla da, güvenlik ve esenlik içinde yaşayacakları Selam Yurdu’na (Dar’us-Selam) iletir (En’am 127; Yunus 25). Orada Allah’a teslimiyetleri sonucu mükafatlandırılan mü’minlerin birbirlerine dirlik temennileri ‘selam’dır (İbrahim 23; Vakıa 26; Yunus 10; Ahzab 44). Ayrıca Rahim olan Rableri de onlara, orada ‘selam’ kavli ile hitap edecektir (Yasin 58). Kur’an’ın Cennet’i Dar’üs-Selam olarak nitelendirmesinde, Cehennem’den kurtuluşa kinaye olduğu ise açıktır. Mü’minlerin orada birbirlerine ‘selam’ demeleri de, ‘kurtuldukları’na kinayedir. Aynı manayı Müslümanların bu dünyada birbirleriyle karşılaştıklarında söyledikleri ‘selamun aleykum’ temennisinde de görmek mümkündür. Bu ifadede, hem muhataba, “benden sana bir zarar gelmez” teminatı verilmekte, hem de bir ‘dirlik’ ve ‘esenlik’ temennisinde bulunulmaktadır. Fakat bu mananın çarpıtılmaması gereklidir. Bazı cahiller, “İslam, bir barış dinidir” derken, işte bu tür bir yanlışı işlemektedirler. Bu kişiler, savunmacı ve silik bir söylemle İslam’ın, ‘hoşgörü dini’ olduğunu iddia etmekte, bazı Kur’an ayetlerini de, batıl fikirlerine dayanak yapmaktadırlar. Bunlara göre, “Ey iman edenler! Hepiniz topluca ‘silm’e girin…” (Bakara 208) ayeti, İslam’ın barış dini olduğunu gösterir! Halbuki bu ayette geçen ‘silm’ kelimesinden ‘barış’ değil, Allah’a teslimiyet kast edilmekte, üstelik müminlerden ‘bütün varlıklarıyla’ İslam’a tabi olmaları istenmektedir. Aynı çevreler, Enfal 61 ve Muhammed 35’teki ‘selm’ tabirini de ‘barış’ olarak tercüme etmektedirler ki, bu da yanlıştır. Zira bu ayetlerde, bugünlerde popüler bir deyin olan ‘dünya barışı’ gibi bir barıştan bahsedilmemekte, bilakis savaşta ‘teslim olma’ veya ‘silah bırakma’ konu edilmektedir. Nisa 90-91. ayetlerde geçen ‘seleme’ tabiri ise, genel anlamıyla ‘barış’ manasına değil, savaşta ‘teslim olma’ anlamına gelir. Nitekim ‘seleme’ tabirinin bu manaya geldiğini Nahl 28 ve 87. ayetler ile Zümer 29 ayetler de desteklemektedir. Ayrıca Kur’an’da, bilinen anlamıyla ‘barış’ sözcüğünün karşılığına daha uygun olarak kullanılan terim ‘sulh’tür (Hucurat 9-10; Nisa 128). Sulh, meşhur anlamıyla, ‘çatışan’ iki tarafın, ilişkilerini, bir ‘antlaşma’ ile düzenlemesi halinde ortaya çıkan güvenli durum için kullanılır. Fakat malum olduğu üzere, tarih boyunca ‘antlaşmalar’ sürekli olmamışlardır. Bu yüzden de “tarih, savaşlar tarihidir” diyenler de olmuştur. İşte tam da bu noktada sorulması gereken ve “İslam, barış dinidir” tezini savunanların cevaplamakta zorlanacakları soru şudur: “sulhü bozan (veya savaş çıkaran) şey nedir?” Bu sorunun cevabı, ancak İslam’ın (ve hayatın) mahiyetini doğru bir şekilde anlamakla verilebilir.

İslam’ı, ‘barış’ terimiyle izah etmeye çalışan ‘savunmacı’ üslup sahipleri, aslında, İslam’ın ‘aksiyoner’ boyutunu görmezden gelmekte, hatta bunu gizlemeye çalışmaktadırlar. İslam, asla, onların kast ettiği manada bir ‘barış dini’ değildir; belki, tabir-i caizse, ‘savaş dini’dir. Bunun en iyi kanıtı da, ‘cihad’ kavramında bulunabilir. Kur’an, pek çok yerde, cihadı, mü’minlerin bir sorumluluğu olarak zikreder (Tevbe 34; Hacc 78; Maide 96; Hucurat 15, vd.). İslam, Kelimetullah’ın yüceltilmesi için (Ali İmran 64) ve “kavmi zalim olan beldelerin halklarını, oradan çıkarmak” için (Nida 75), “fitne ortadan kalkıncaya ve din tamamen Allah’ın oluncaya kadar savaşılmasını” (Enfal 39) emreder. Yani cihadın gayesi Allah’ın dininin yeryüzünde hakimiyetini tesis etmek, İslam’ı bütün dinlere üstün kılmaktır (Tevbe 32-33). Görüldüğü gibi, ‘cihad’ kavramı, İslam’ın ‘aksiyoner’ yönünü net bir biçimde ortaya koymaktadır. Peki, İslam, niçin ‘aksiyoner’dir? Çünkü, aksiyonerlik, İslam’ın özünde vardır. Bilindiği gibi, hakikat yayılmak ister. Doğrular, tabiatı gereği, yayılmacıdırlar. Hiçbir Peygamber vahyi aldıktan sonra, onu kendisi için saklamamıştır. Ve hiçbir peygamber, ümmetinin sayısı artıktan sonra “bu kadar yeter” dememiştir. O yüzden ‘yayılmacılık’, bu dinin özünde vardır. Çünkü İslam, Hak Din’dir. Hak olan, Batıl’a prim veremez. Hak olan, tabiatı gereği, Batıl’ı zail etmek (yok etmek) ister (İsra 81). Bu nedenle de Hakkın Batıl’la bir arada yaşaması mümkün değildir. İşte İslam’da ‘tebliğ’ ve cihad’ın farz olmasının hikmeti de budur. Tebliğ, Hakkı, insanlara duyurmak (Maide 67; En’am 90, vd.); cihad ise, bu tebliğin önündeki engellerin kaldırılması için yapılır. Ancak bütün tarih boyunca görülmüştür ki, Şeytan ve onun yeryüzündeki yardımcıları, Tağutlar (Nisa 60) olarak, tebliğe (yani insanların Hakk’a ulaşmalarına) engel olmuşlardır. Bu nedenle de, Hakkın Küfürle savaşı tarih boyunca bitmemiştir. O halde, İslam’ın bu mahiyeti ortada olduğu halde, “İslam, barış dinidir” diyenler, ya cahillerdir, ya da bu sözlerinin arkasında bir ‘maksad’ vardır. Bu maksadı ise, elbette Mü’minler bilmektedirler. Bugün ‘dünya barışı’ üzerinde hassas olanlar, elbette ki, statükonun devamını isteyenlerdir. Zira ‘barış’ dedikleri bu statükodan nemalanmaktadırlar. İslam’ın bu ‘barış’a(!) özde tehdit oluşturduğunu bildikleri için de, bir anlamda ‘kelimeleri tahrif eden’ Kitap Ehli’nin yaptığını yapmakta (Bakara 75; Nisa 46), insanların zihinlerini karıştırıp, kalplerini bozmaya çalışmaktadırlar. Fakat gerçek gün gibi aşikardır. İslam’ın, zulme, küfre, şirke geçit vermesi, hele ‘meşruiyet’ tanıması hiç mümkün değildir. Çünkü İslam, bir anlamda da, bu dünyada ‘mülkün temeli’ olan adaleti tesis etmek için vardır (Maide 42; Nisa 58). Adaletin tesisi için ise, zulmün ortadan kalkması gerekir (Bakara 193, 217, vd.).

Bu noktada yanlış İslam anlayışları üzerinde de durmak gerekir. Bazıları, İslam’ı tanımlarken, onun Kur’an’dan ibaret olmadığını, bilakis onun, hadis, fıkıh vs. gibi bütün kaynakların toplamından ibaret olduğunu söylerler. Bu nedenle de ‘geleneği’ kutsarlar. Bu yanlış anlayış, pek çok hurafe ve batılın da İslam olarak adlandırılmasına neden olmaktadır. Buna göre, her hangi bir alimin içtihadına karşı çıkmak bile kişiyi ‘dinden’ çıkarabilir. İşte bu yaklaşım, mezheplerin ‘din’ olarak görülmesine neden olmuştur. Halbuki Kur’an’ın açık beyanınca, Allah dinini kemal erdirmiştir. Bu dine sonradan ne bir ekleme ne de bir çıkarma yapılabilir. Kemale ermiş olan dinin, ikmale ihtiyacı yoktur. Çünkü onda bir eksiklik yoktur. Bu nedenle İslam’ı tek başına yeterli görmeyip de “İslam’ın özü tasavvuftur” veya “İslam’ın özü sevgidir” tarzı yaklaşımlar sergileyenler, özden yanılmaktadırlar. İslam, İslam’dır; Kur’an’ın inzali sürecinin tamamlanmasıyla da, tamamlanmıştır. Bu nedenle, “İslam, Kur’an’dır” denilebilir. Yani kim Müslüman olmak istiyorsa, Kur’an’a tabi olması yeterlidir.

İşte tam da bu noktada, Hz. Peygamberin ‘sünneti’ üzerinde durmak gerekmektedir. Bilinmelidir ki, Hz. Muhammed, asla, bir hüküm koyucu değildir. İslam’da Şari Allah’tır. O, konulmuş olan hükümlere ilk uyan kişidir ve bu tabi oluşu öğrenmek isteyenler için en güzel ‘örnek’tir. Dolayısıyla Hz. Peygamberin asli işlevi, Kur’an’ı ‘pratize’ etmektir. Bu açıdan Hz. Peygamberin örnekliğini takip etmek, Müslümanın görevidir. Ancak bu, peygamberin dinde hüküm koyucu makamında olduğu anlamına gelmez. Dinin hükümlerini Allah koyar, peygamber de dahil olmak üzere, bütün Müslümanlar da ona uyarlar. Bu yüzden de “İslam, Kur’an’dadır” denilebilir. Hatta buradan hareketle, “Kur’an İslam’ı” tabirinin de meşru olduğu söylenebilir. Gerçekten İslam, yanına başka takılar almaz; ama sadece ‘Kur’an’ takısını almasında bir beis yoktur. Zira ‘din’ (ve hükümler) Kur’an’dadır. Ancak örneğin “Geleneksel İslam” veya “Modern İslam” gibi sıfatlar zaittir; bir değeri yoktur. İslam’ın böylesi ekler almaya da ihtiyacı yoktur.

İslam’ın tanımlanması konusundaki bir başka hata da, lafzın yanlış yorumlanması ve bağlamlarının kaçırılması sonucu işlenmektedir. Bununla ilgili olarak, fıkhi literatürün İslam’ı 5 Esas ile sınırlandırması örneği meşhurdur. Cibril hadisi gibi bazı hadis metinlerinde yer alan “İslam nedir?” sorusunun karşılığında verilen “İslam 5 şey üzerine bina olunmuştur” şeklindeki cevapların yanlış yorumlanmaması gerekir. Aslında bu kullanımlarda, lafzın problemli olduğu düşünülebilirse de, bağlamları düşünüldüğünde doğru yoruma ulaşmak mümkündür. Bu tür rivayetlerde, İslam’ın belirli veya (temel) noktaları üzerinde vurgular yapılmaktadır. Yoksa, İslam, bunlara hasredilmemektedir. Nitekim aynı hususu, Kur’an’da da görmek mümkündür. Kur’an, bir yerde “Allah’a ve Ahiret gününe iman etmenin” (Bakara 126; Ali İmran 114, vd.) değerinden bahsederken, bir başka yerde, sadece ‘iman’ın (Bakara 257; Nisa 152, vd.), bir başka yerde “iman edip, Salih amel işlemenin” (Maide 9; Yunus 4, vd.) bir başka yerde de imanın yanında ayrıca “hicret ve cihad edenlerin” (Enfal 72; Tevbe 20) mükafatlandırılacağını beyan etmektedir. Bu tür kullanımlar, konu içinde ‘vurgu’ yapılan hususlarla ilgilidir. Yoksa İslam, bunlardan ibaret değildir. İslam, inanç, ibadet, hükümler, müeyyidelerle birlikte bir ‘hayat nizamı’dır; yaşam tarzıdır. İslam, Kur’an’ın bütünüdür. Peygamberimiz ise, onun nasıl ‘ahlak edinileceğini’ gösteren canlı timsali, yani ‘Usvet’un-Hasene’dir.

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *