“Müslümanı Müslüman yapan bir takım kabuller ve retler vardır. Müslüman, hayatını bu kabul ve retler üzerine kurmak durumundadır. Müslüman şahsiyetin kabul ve retlerini belirleyen tek kriter tevhid akidesidir.”
Şahsiyet sahibi, artık bebeklikten çıkmış, çocukluk çağını geçmiş, insan olma sürecinde en önemli aşamaları aşmış, artık kendi ayakları üzerinde durabilen, kendisini ‘ben’ diye ifade edebilen ve ‘ben’ dediğinde, içini kendine özgü niteliklerle dolduran, kendini savunabilen, hayata dair bakışı olan, iddialara ve tezlere sahip bir insan varlığı demektir. Şahsiyet sahibi olmak (şahsiyet kesb etmek) bir süreçtir.
Söyleşi: Yunus Polat (Nida Dergisi, Ocak-Şubat 2015, sayı 168)
Soru: ‘Benlik/Şahsiyet’ kavramının kendisi ve çağrışımı ile aranız nasıl? Bu kavramdan ne anlamalıyız?
Mehmed Durmuş: Bismillahirrahmanirrahîm.
Şahsiyet kavramıyla ve çağrışımlarıyla aram iyidir. Benlik teriminin etimolojisinde de bir sorun yok ama aramızın iyi olmamasını gerektirecek şaibeli çağrışımları mevcuttur. Bu iki sözcük arasında bir ara bölge belirlememiz gerekmektedir. Şahıs ve şahsiyet kelimeleri olumlu anlam içermektedir. Şa-ha-sa fiili yüksek olmak, (“ok yükseğe gitti”), ‘iri’ gibi anlamlara gelmektedir. Arap dilinde şahıs, “yüksekliği ve görünüşü olan şey” diye tanımlanmaktadır. Şahsiyet’in Türkçedeki karşılığı ise ‘kişilik’tir. Kişilik, bir kimsenin kendisine özgü belirgin özellikleri, manevi ve ruhi özelliklerinin bütünü demektir. Teşhis sözcüğü, daha çok tıpta ve adliyede kullanıldığı biçimiyle, tanınması zor bir kişiyi, ona ait şahsi bilgilerden hareketle tanıma, bilme işidir. İşte, insanın bedensel özellikleri gibi, kişiliğini başkalarından ayırt eden ruhi-fıtri özelliklerine de kişilik/şahsiyet denmektedir.
Şahıs ve şahsiyet kelimeleri Türkçede olumlu çağrışımlara sahiptir. Ben ve benlik kelimelerinde ise durum farklıdır. İslamî bilgisi asgari düzeyde olan bir insanın bile yanında ‘ben’ diye söze başlarsanız, onda oluşacak ilk tepki şudur: Benlik Allah’a mahsustur! Müslüman ahlakı ‘ben’ dilinden pek hoşlanmaz. ‘Ben’i öne çıkartan söylemi şeytana atfeder. Çünkü benlik gurur, kibir, büyüklenme, enaniyet ve egoizm tavrı içerir. Bu ‘tepki’ yersiz de değildir hani. Çünkü ‘ben’ diye söze başlayan ve kendi yaratılışını daha üstün bulduğu için secde etmeyen İblis örnekliği söz konusudur. Enaniyetle, Müslüman tevazusu bir arada bulunmaz.
Bununla beraber, her ‘ene’ (ben) ile başlayan söz de ‘benlik’/enaniyet davası değildir. Esas olarak şu hususa gelmek istiyorum: ‘Ben’, kişiyi öbür varlıklardan ayıran bilinç demektir. TDK sözlüğünde ‘ben’, bir kimsenin kişiliğini oluşturan temel öğe, ego; ‘benlik’ ise, bir kimsenin öz varlığı, kişiliği: onu kendisi yapan şey şeklinde tanımlanmaktadır. Bu manada benlikle şahsiyet aynılaşmaktadır. İşte bu olumlu anlamıyla benlik, daha ziyade kitap satırlarında kalırken, ‘enaniyet’ anlamı da sudurlarda yer etmiştir. Olumlu olan ıstılah anlamını kullanmamızda elbette sakınca olamaz.
Şu halde, her insanın bir kişiliği vardır. Kişilik, insanın gerçek kimliğidir. Kişiliğimiz bizi başkalarından ayırır. İnsanın ırkı, vatanı, gelir düzeyi, sosyal çevresi, kabile ya da kavmi, ideolojik yapısı ve cinsiyetinden ziyade, oluşumunda bu faktörlerin kesin belirleyici olduğu kişiliği önemlidir.
‘Şahsiyet sahibi’ olmak diyerek devam edelim, bir mahzuru yoksa… Müslüman şahsiyeti (benliği) dediğimizde ne anlamalıyız? Bu anlamda şahsiyetlilik neleri canlandırmalı zihnimizde?
Dikkat edilirse, insanoğlunun dünyaya henüz gözlerini açmış evresine, yani bebeklik dönemine şahıs ve şahsiyet denmez. Çocukluk dönemi de böyledir. ‘Kişi’ ile, rüştüne ermiş, artık belirli bir ‘varlık’ ortaya koyabilen, kendi ayakları üzerinde duran, müstakil bir şahsiyeti olan insan kastedilir.
Kişiliği, bir kimsenin kendisine özgü, manevi ve ruhi özelliklerinin bütünü olarak tanımlamıştık. İşte bu, şahsiyettir. ‘Şahsiyet sahibi olmak’la kastedilen, kişilik sahibi olmaktır. Şahsiyet sahibi, artık bebeklikten çıkmış, çocukluk çağını geçmiş, insan olma sürecinde en önemli aşamaları aşmış, artık kendi ayakları üzerinde durabilen, kendisini ‘ben’ diye ifade edebilen ve ‘ben’ dediğinde, içini kendine özgü niteliklerle dolduran, kendini savunabilen, hayata dair bakışı olan, iddialara ve tezlere sahip bir insan varlığı demektir.
Şahsiyet sahibi olmak (şahsiyet kesb etmek) bir süreçtir. Bu süreç belki de ana rahminden başlamaktadır. Doğumdan itibaren çocuğun ailesi, akraba çevresi, mahallesi, şehir ve ülkesi, ilk altı yaş eğitimi, ilk okulu, ailenin gelir düzeyi, kültür seviyesi ve dini durumu, ilk arkadaşları v.d. şahsiyetin oluşumunda en belli başlı unsurlardır.
Kur’an’ın, “İnsanın üzerinden, henüz kendisinin anılan bir şey olmadığı uzun bir süre geçmedi mi?” (76/İnsan, 1) hatırlatması, bu sürece dair bir telmih içermektedir. İnsanın “anılmaya değer bir şey olması”nı, şahsiyet kesb etmesi olarak okuyabiliriz.
Yine Kur’an terminolojisinden istimdad edecek olursak, rüşd kelimesi bize ışık tutacak cinstendir. Kitabımız, evlilik çağına gelmiş yetim gençlerle ilgili, “eğer onların rüşde erdiklerine kani olursanız” (4/Nisa, 6) derken, kişiliklerinin yerine oturup oturmadığına dikkat etmemizi istemektedir. Risalet, elçilere rüşd çağından önce verilmemiştir. Mesela bu anlamda İbrahim (a.s) zikredilir; “İbrahim’e rüşdünü verdik” (21/Enbiya, 51) buyrulur. Bu demektir ki İbrahim (a.s)’a bu görev, elçilik görevini üstlenebilecek bir kişiliğin oluşumundan sonra tevdi edilmiştir.
Şahsiyet sahibi olmak, pazarda kendine bir yer edinen esnaf misali, ferdin hayatta kendine yer açması demektir. ‘Şahıs’, artık kendisini başkalarından pekâlâ tefrik edebilmekte, hayrı ve şerri idrak etmekte, kendi kararlarını verebilmekte, evet ve hayır diyebilmekte, beğenileri ve eleştirileri oluşabilmektedir. Bu oluşum, bebeklik ve çocukluk çağlarını aşıp, ortalama olarak kırk yaşlarında zirvesine ulaşacaktır. Son Nebî’ye (sav) risaletin kırk yaşında verilmesi böyle bir hakikate istinat etmektedir.
Kuşkusuz ‘Müslüman şahsiyeti’ deyince, durum biraz farklılaşmaktadır. Çünkü artık, kişilik, İslam gibi, dinlerden bir din değil, inançlardan bir inanç değil, yegâne hak din, yegâne hak inanç olanla izdivaç etmektedir. Dolayısıyla bu izdivacın tevlid edeceği semerenin harika olması beklenir…
Peki, ‘harika’ olmasını umduğumuz bu Müslüman şahsiyeti nasıl olmalıdır?
Müslüman şahsiyeti ya da İslamî şahsiyet deyince bende, öncelikle sağlam bir kişilik canlanmaktadır. Sağlam bir kişilikle, çelikten bir iradeyi kastediyorum. Bakın, “önce tevhid akidesi” filan demiyorum, önce çelikten bir irade diyorum. Çünkü kişinin iradesi çelikten değil de tenekeden ise, kısa sürede paslanıp çöpe atılacaktır. Atılmadan önce belki bir süre, kedi-köpeğe yal kabı olarak kullanılabilir.
Bugün en fazla özlemini çektiğimiz şey, böylesine güçlü irade sahibi, davasına kendini adayan, sözü namus bilip, namusuna leke kondurmayan, yerine getiremeyeceği sözler vermeyen, söz verince de ölümü pahasına yerine getiren, içinden pazarlığı olmayan, her işini dobra dobra yapan, yalan nedir bilmeyen, kaypaklığı hiç sevmeyen, risk almaktan asla çekinmeyen, Allah’tan başka hiçbir şeyden korkmayan; ana-babasını, aşiretini, eşini, çocuklarını, ticaretini, pahalı meskenlerini, binek aracını v.d. ilah edinmeyen, kasıntısız, kibirden, büyüklenmeden uzak, aşırılıklardan kaçınan, kendi geçimini sağlayan ve sağlığı yerinde olduğu müddetçe hiç kimsenin eline bakmayan, almayı değil, vermeyi amaç edinen şahsiyetli mü’min tipidir.
Şimdi, bu çelikten iradenin tespitinden sonra tevhidden söz etmemizin bir anlamı olacaktır.
Müslümanı Müslüman yapan bir takım kabuller ve retler vardır. Müslüman, hayatını bu kabul ve retler üzerine kurmak durumundadır. Müslüman şahsiyetin kabul ve retlerini belirleyen tek kriter tevhid akidesidir. ‘Müslüman’ teslim olan demektir. Müslüman şahsiyetin teslimiyeti, kendisini yoktan var eden, ilahı ve rabbi olan Allah’adır. Dolayısıyla, kabulü Allah’ın kabul ettiği, reddi de, Allah’ın reddettikleridir.
Müslümanın imandan sonra, fiilî hayattaki kabul ve retleri gelecektir. Müslümanın günlük hayatını da, teslim olduğu Allah belirleyecektir. Allah ve Rasulü’nün hüküm verdiği işlerde (hayatın tamamı), mü’min erkek ve kadına kendi keyiflerine göre (özgür) tercih hakkı tanınmamıştır.(33/Ahzap, 36)
Bir Müslüman, şayet hayatın bu en değerli kavramının içini dolduramayacaksa, boş yere işgal etmemeli ve kirletmemelidir, onun hakkını verecek izzetli kullar için terk etmelidir orayı.
Kur’an, Rasulullah’ın (sav) mescidde Cuma namazını ikame ettiği sırada gelen kervan için koşturan, kendisini yalnız bırakan müminleri eleştirmektedir. Vahiy bugün inseydi, acaba, günün en muteber(!) sendikası, nimetleri en bol partisinin etrafına keçe gibi örülen kimseleri nasıl eleştirirdi? İdeolojik olarak sendika ya da parti karşıtlığından söz etmiyorum; sırf çıkar için parti ve sendika belirleyen kimselerin kişiliğinden/şahsiyetinden nasıl emin olacağız diye soruyorum.
Müslüman kişilik, önce sağlam bir karakter, sonra da hazmedilmiş, gerçek bir tevhid akidesiyle ancak oluşur. Tevhid akidesi yüzde sıfır virgül birlik bir defo bile kabul etmezken, karakter sağlamlığı da aynı netliği gerektirir.
Peki Hocam, şahsiyeti geliştirmek için neler gereklidir? İyi bir benlikte olmazsa olmazlar nelerdir?
Bu sorunuz bana bir gün, çarşıda yürürken rastladığım bir görüntüyü hatırlattı. Çarşının merkezî bir yerinde, yoğun kalabalıklar ortasında, karşımdan iki kişi geliyordu. Her ikisinin de, görüntüden bir ‘medrese’ye mensup oldukları anlamı kolayca çıkıyordu. Bunlardan biri kırk yaşlarında, sakallı, şalvarlı ve cübbeli, kafasında sarığı olan, giyimi güzel, uyumlu ve temiz, ona uygun biçimde saç tıraşı olmuş bir ‘kişi’ idi. Belli ki, o ‘hoca’ idi. Belki de bir ‘şeyh’ti. Yanındaki ise, 16-17 yaşlarında gencecik bir delikanlıydı. Fakat genç, bu kadar kalabalığın ortasında, hocasının yanında, elleri önünde bağlı (sanki namaz kılıyormuş gibi), kafası yerde ve hocasına saygıda en küçük bir kusur bile işlemeden yürümeye çalışıyordu. İnsanların onları tarassut eden bakışları da genci hiç alakadar etmiyordu. Bir an, bu gencin, hocasının yanında, gelmekte ya da gitmekte oldukları medresede nasıl bir pozisyonda durduğu takıldı zihnime. Bu kalabalık çarşıda herkese mubah olan, elini kolunu sallayarak, normal bir insan gibi, rahat bir şekilde yürümek, belli ki bu gence haram idi…
Bilindiği üzere, Allah Rasulü, yanına gelen bir adamın heyecandan titremesi üzerine “Rahat ol be adam! Ben kral değilim, güneşte kurutulmuş et yiyen bir kadının oğluyum.” (İbni Mace, 29/30, II/1101) diyerek adamı uyarmış ve rahatlatmıştır. İşte bu, övülesi bir kişiliktir, tam bir Peygamber kişiliğidir. Yine zaman zaman bazı bedevîlerin Rasulullah’ın yanına geldiklerinde, diğerlerinden ayırt edemedikleri için, “Hanginiz Muhammed?” diye sordukları rivayet edilir. Bu, Rasulullah’ın, kendi statüsünü kullanarak, insanları ezmek gibi cahiliye kalıntısı bir ahlaka asla tevessül etmediğini gösterir. O, kendisi nasıl kişilikli ise, müminlerin de öyle kişilikli olmalarını istemekteydi. Çünkü kişiliği gelişmemiş, davranış bozukluğu gösteren insanlardan ne köy olurdu, ne de kasaba… Evet, Muhammed (sav)’in hiçbir kasıntısı yoktu, insanlara tepeden bakmıyordu, kimseyi küçümsemiyordu, mütekebbir değildi. Hayatta hiçbir nebiden hiçbir zaman, “sen benim kim olduğumu biliyor musun?!” tarzı efelenmeler görülmemiş, duyulmamıştır.
Rasulullah (sav) ne kadar, yanındaki insanların kişilik sahibi olmaları için çabalamışsa, yukarıda örnek verdiğim bazı ‘hoca’lar da -istisnalar tabi ki vardır- o kadar, yanındaki insanların şahsiyetini katletmek için çabalamaktadırlar.
Küçüklerin büyüklere saygısı ayrı, genç neslin kişiliğini ezme, sünepeleştirme ayrıdır. Sağlam dava adamlarının sağlam kişiliklerden çıkacağını asla unutmamalıyız.
Bilal-i Habeşî’nin, kendisine yapılan işkencelere rağmen, imanında hiçbir sarsıntı olmamasını, öncelikle onun kişiliğinde aramalı değil miyiz?
Peygamber (a.s), büyükle büyük, küçükle küçük olabilmiştir. Çünkü kompleksli bir insan değildi. Kişiliği tam gelişmişti. Kendisi ile barışıktı.
Kasıntılı bir insan, yanındakileri ezerse, kendisinin büyüyeceğini düşünmektedir. Türkiye’de askerlik kurumu bu bakımdan, ibretlik hikâyelerle dolu bir ‘atelye’dir. Bir çavuş, diyelim ki kendi üstlerinden zorbalık görmüşse, kendisi de aynısını astlarına yapmakta, intikam almayı namus ve şeref borcu bilmektedir. Böylece, karşıdakini ezme duygusu teselsüle dönüşmektedir.
Bizim geleneksel aile yapımızda da, çocuklardaki kişilik gelişimini köstekleyen pek çok yanlış tutumlar olmuştur.
Şahsiyeti geliştirmek için, bebeklikten itibaren insanın kişilik gelişimi önündeki engelleri gidermek gerekir. Çocuğun kendine güven duymasını sağlamak ama bunu da, günümüzdeki pek çok yanlış örnek gibi, abartmamak gerekir. Hiçbir çocuğa, “senden adam olmaz” dememek gerekir. Çünkü geleceği Allah bilir. Bize düşen, çiçeklerimizi sulamak, güneşlendirmek ve parazitlerden korumaktır. Allah’ın yarattığı tertemiz fıtratları, “adam olmazsın!” diyerek köreltmeye hakkımız yoktur. Soru sordurulmayan, sözleri dinlenmeyen, en küçük bir yanlışında “geri zekâlı, aptal” gibi, fıtratı öldüren hakaretlerle azarlanan çocukların kişilik bozukluklarının failini sormaya gerek var mıdır?
İnsanı Allah fıtrat üzere yaratmıştır. Onu aile ya da toplum kirletmektedir. Bu bakımdan, -‘teselsül’ icabı- çoğunun kişiliği zaten sorunlu olan yetişkinler, yeni nesle gölge etmeseler başka ihsan istemeyecektir. Marifet iltifata tabidir. Çiçekler sulandıkça ve güneşini aldıkça gelişip güzelleşeceği gibi, çocuk da, fıtratının ihtiyacı olan sevgi, şefkat ve saygı ile gelişir, kişilik kazanır.
Yeri gelmişken, değinmeden geçmek istemiyorum. Bizde genelde, küçüklere sevgi, büyüklere saygı revadır. Acaba çocuklardan saygı neden esirgenir? Saygının çocuğun kişilik gelişimindeki önemini bilmediğimizden olabilir mi?
Özellikle içerisinde yaşadığımız şu tarihî evrede, Müslüman şahsiyeti gölgeleyen, körelten veya yok eden unsurlardan hangilerini ön plana çıkartırsınız?
Türkiye eğitim sistemi, insanların kişilik sahibi olmalarını değil de, sanki bütün genç nesli robotlaştırmak üzere kurgulanmış gibidir. Genç neslin düşünme eylemine her geçen gün daha da yabancılaştığını, birazcık basireti olan herkes fark etmektedir. Ulus devletin belli kalıp değerleri öğrencilere zerk edilmektedir. Basın ve medyanın son derece düzeysiz yayınları bu yabancılaşmayı körüklemektedir.
Öte yandan, Türkiye gibi toplumlarda kişi egemenliği çok belirleyicidir. Adı ‘sivil toplum’ olan tarikat, cemaat, vakıf, dernek gibi toplumsal örgütlenmelerde bu egemenlik daha da belirgindir. Üstadlar, ağabeyler, ‘şıh’lar burnundan kıl aldırmayan, yarı-tanrı varlıklardır. Şıhlığa karşıt olma iddiasındaki birçok teşkilatta da durum bundan farklı değildir. Bu yapılarda, insanların kişiliklerini geliştirici neredeyse hiçbir etkinlik yoktur. Çünkü liderin/şeyhin/ağabeyin otoritesinin sarsılmasından korkulur. “Ağaç gölgesinde ağaç yetişmez” vesselam…
Bizim coğrafyada istenen, kulluktur. En iyi kullar, bir penguen edasında -Cengiz Aytmatov’un bozkır treni gibi- dergâha düzenli olarak gelip-giden, aylık bağışını ihmal etmeyen, kimsenin etlisine-sütlüsüne de karışmayan, biteviye başını sallayan üyelerdir. Mevcut şeyh/üstad/lider takımı da bu usulle ve sürünerek(!) o posta gelip oturabildiği için, bu lider zümresinin kişilikli nesiller yetiştirmeleri oldukça zordur. Tarikat kültüründe rabıta, müridin şeyhini sürekli hatırında tutması, gözünün önünden ayırmamasıdır. Yani kesintisiz kulluk sistemi. Fakat bilinmelidir ki bu kulluk sistemi, sadece tarikata has değildir.
Değil mi ki bir insan, kendisini sadece moloz taşımaya yarayan römork gibi kullandırmamalıdır. Bu, ahsen-i takvîm üzere yaratılmış, kerim kılınmış insanın şeref ve haysiyetine yakışmaz. İnsanı böyle bir muameleye tabi tutmak, onu yaratan Allah’a da saygısızlıktır. İnsan, takip ettiği fikrin kör mutaassıbı değil, anlayıp fıkhedeni, fehmedeni, idrak edeni ve tefekkür edeni olmalıdır. Allah, bunca sürü yaratmışken, bir de ‘insan’ denen bir varlık yaratmışsa, onun sürü olmaktan farklı bir gayesi olsa gerektir.
Şahsiyetin tekâmüle erdirilmesi için üzerinde hassasiyetle durulması icâb eden İslâm’ın prensip ve şiarları nelerdir?
Allah insanı akıllı bir varlık olarak yaratmıştır. Taakkul ve tefekkür etmesi insanın en başta gelen özelliğidir. Hiç kimse insanın düşünme, akletme, zikretme özelliğinin önüne gerilemez. İnsan beyin yıkama yöntemiyle kullaştırılamaz. İnsanın kulluğu sadece Rabbinedir. İnsan düşünmeli, soru sormalı, sorgulayabilmeli, itiraz edebilmeli, görüş ve öneride bulunabilmelidir.
Kitabımız, kalbi ile akletmeyen, gözü ile hakikati görmeyen, kulağı ile hakikati işitmeyen kimseleri hayvanlara benzetmekte, ardından da, “hayır ondan da aşağılıktırlar!” buyurmaktadır.
İnsanın en büyük özelliği, Allah’ın verdiği akıl nimeti iken, günümüzde aklıyla konuşmak, aklıyla yorumlamak, aklıyla görüş belirtmek ayıplanmaktadır. Kur’an’ı aklı ile tefsir edenler tekfir bile edilmektedir. Bu tekfiri yapanlar bunca karalama ve tezyiflerini akıllarıyla değil de, acaba hangi organlarıyla yapmaktadırlar?
Allah insana âfakta ve enfüste ayetlerini göstermek istemektedir.(41/Fussilet, 53) Âfak, kevn dediğimiz âlemdir. Fıtratla âfak arasındaki engelleri temizlemek gerekir. Düşünmekten korkan, düşünmek yerine aşkla bağlanmayı öneren geleneksel bir anlayış mevcut.
Peki, bunların yokluğunda ne türden sonuçlara şahid oluruz?
Nifak, fısk, fücur gibi inanç ve davranış sapmaları, aynı zamanda bir kişilik bozukluğudur. Münafıklar, şahsiyetsiz insanlardır. Zaten sözcük olarak, tarla faresinin bu delikten girip, ötekinden çıkmasını ifade eder. Münafık, İslam’a bir kapıdan giren, diğerinden çıkan kimsedir. Yani tutulacak dalı yoktur münafıkın. Şahsiyetli bir insan, dünyanın bütün nimetleri ayakları altına serilse, yine münafık yapılamaz. Münafıklar, hem kendi dostlarını (kâfirleri) idare etmekte, hem de müminleri.
Kur’an’a göre münafıklar “Elbise giydirilmiş kütükler”den farksızdır.(63/Münafikûn, 4) Üstelik konuşmaları etkili, giyim-kuşamları da göz doldurucudur. Fakat işte mahiyet itibariyle ‘adam’ değildirler. Münafıklardan işbirlikçi, hain, gammazcı, oyunbozan olur ama imam/önder, mütefekkir ve âlim olmaz.
Öte yandan kişilikli olmak, verdiği sözde durmayı, yeminine sadık kalmayı gerektirir. Kur’an, sözünde durmayan, yeminini kolayca bozan kişiliksiz insanları, ipliğini büktükten sonra çözen kadın temsili ile anlatır.(16/Nahl, 92)
Bir takım haramların işlenmesinin de bir tür kişilik bozukluğu olduğu söylenebilir. Mesela başkasının namusunda gözü olan insanları buna örnek verebiliriz. Uyuşturucu, alkol, kumar düşkünlüğü, falcılık gibi suçlar kişilik bozukluğu olmasaydı, Rabbimiz bunları ‘şeytan isi pislik’ olarak adlandırmazdı. Benzer şekilde, yalan yere çokça yemin eden, hep kusur arayan, laf götürüp getiren, her hayra engel olan, haddi aşan, günaha dadanmış, kaba, hırçın, ahlaksız kimseleri adeta büyüteç altına almakta; lakap takmayı, tecessüsü, zan ile hareket etmeyi kişilik bozukluğu olarak dikkatlerimize sunmaktadır.
Kişiliğin gelişmemişliği, insanın eşya ile ilişkisinde de kendini göstermektedir. İmanı -dolayısıyla şahsiyeti- kemale ermemiş insanlar, çok malının olmasını, çokça insan gücüne sahip olmayı böbürlenilecek bir ‘değer’ sanmaktadırlar. Halk muhayyilesinin bu tipler için icad ettiği ‘sonradan görme’ tabiri, kişiliksizliğe işaret eden hikmetli bir sözdür. Arabasıyla, eviyle, elbisesiyle, parasıyla, zinet eşyası, hatta belki de -çok komik olsa da!- gözlüğü ile insanlara hava attığını zanneden bir kişinin şahsiyetinin gelişmişliğinden hangi lügat bahsedebilir?
Yine Kur’an’ın eşsiz güzellikteki temsillerine müracaat edecek olursak, mesela hiçbir şeye gücü yetmeyen, başkasının malı olmuş bir köle ile Allah’ın verdiği rızıktan insanlara harcayan kişiyi kıyaslayan temsil ne mübarektir. Hemen peşinden şu temsil gelir: İki kişi düşünün; biri, hiçbir şey beceremeyen bir dilsizdir, efendisinin üstüne yüktür. Efendisi onu nereye gönderse hiçbir hayır getirmemektedir. Öteki ise doğru yolda (dimdik) yürüyebilmekte ve adaleti emretmektedir. Hiç bu kişiler bir olurlar mı? (16/Nahl, 75-76) Kur’an tabii ki bedensel engelli kimseleri değil, kinaye yoluyla, hakikat karşısındaki ‘dilsiz’lere gönderme yapmaktadır. İyi insanlar ise, kendilerinden hep hayır sadır olan ve başkalarına yük olmayanlardır.
Kişiliğin gelişmemişliği işte böyle bir şeydir.
Şahsiyet tekâmülünde, ‘tezkiyyetu’n-nefs’ten bahsedeceğimiz ‘manevi’, ‘mistik’ bir pencere açmalı mıyız? Bu doğrultuda zühd denilen kavram şahsiyetle bir ilişki biçimi oluşturup tekâmülü sağlar mı?
Şahsiyet tekâmülünde hiç tartışmasız, nefis tezkiyesi adında bir pencere açmalıyız elbette ama bu pencere mistik olmamalıdır. Mistik kelimesine ‘takıldığımdan’ değil ama gerçek şu ki, mistisizm apayrı bir düşünce sistemidir, bir felsefedir. Hatta mistisizm ayrı bir dindir. Onun kendine has terminolojisi vardır. Mistisizm terimleriyle -ki bu başka düşünceler için de geçerlidir- İslamî hakikatleri anlatamayız. Uçları birbirine denk gelmez çünkü. İslam’ın şarkısı her saza uymaz..
Nefis tezkiyesi bir Kur’an ıstılahıdır. Allah nefsi tesviye etmiş(düzenlemiş)tir. Nefse, insan imtihan edilebilsin diye hem takvayı hem de fücuru ilham etmiştir. İnsan felaha ermek için nefsini tezkiye etmesi gerekmektedir. Felahın yegâne şartı budur. (Bu ilke, kurtuluş için Allah katında tavassuta ihtiyaç olmadığını ortaya koyar.) Nefsini örten, yani onu işletip, parlatmayan, nefsini şeytanın iğvasına açık halde, ayartmalara maruz bırakan kişi, felahı kaybetmiştir.
Son yıllarda ‘Kur’an’a dönüş’ başlığı altında ciddi çabalar görülmekteyse de, bu çabanın nefis tezkiyesini ihmal etmesi, affedilmez bir hatadır. Herhangi bir diriliş sancısı, nefis tezkiyesini imandan hemen sonraki gündem maddesi yapmıyorsa, sancı olmaktan çıkıp, ölümcül hastalıklara dönüşmesi mukadderdir.
Bugün Müslümanlar olarak yaşadığımız sorunların başında, nefislerimizdeki, insan bedeninden büyük tortular olduğunu düşünüyorum. Nefislerimiz firavunlaşmaktadır. Firavunlaşan nefislerimize rağmen, Musa edasında konuşmak, kişiliklilik olmasa gerektir.
Nefis tezkiyesi, dünya metaına tamamen sırtımızı dönmek değildir. Rabbimiz’in, Karun’a dünyadan nasibini unutmamasını tembih etmesi (28/Kasas, 77), bizim için de geçerlidir. Peygamberimiz daha hayattayken, sahabe arasında ruhbanca arayışların(!) başladığı bilinmektedir. Allah’ın lütfudur ki Rasulullah, bu batıl arayışları tashih etmiş, kendisinin İslam’ın en ideal yaşam modeli olduğunu hatırlatmıştır. Bu hatırlatma ve Kur’an’ın uyarıları bize kıyamete kadar yetecek öğütlerdir.
İslam ahlakı zühd olarak da adlandırılamaz. Kur’an ve sünnet, mistik izahlara asla ihtiyaç bırakmayacak kadar nefis tezkiyesini öğretmektedir. “Zühd ahlakı İslam’ın neresine aykırıdır?” gibi bir savunma da anlamsızdır. İslam’ın, tüketim ahlakından infaka, yolda yürüme edebinden, savaş hukukuna, karı-koca ilişkilerinden ana-babaya saygıya, namustan çevre bilincine kadar, yani A’dan Z’ye her konuda ister nefis tezkiyesi anlamında, ister kişilik gelişimi veya ahlak anlamında olsun eksik bırakıp da, doldurulmasını mistik zühd anlayışına bıraktığı bir tek alan bile yoktur. Ancak, insanların neden arı-duru, gayet açık ve nezih İslam ahlak umdeleri dururken, zühde, mistik felsefeye başvurmak gereği duyduğu, izahı zor bir konudur.
İslam’ın nefis tezkiyesi tamamen itidale, vasatlığa dayanır; her türlü aşırılıktan beridir. Burada bir örnek vermek gerekirse, genç kuşakların ana-babalarına saygıda kusur etmemeleri, yaşlılıklarında onları ‘huzurevi’ adı verilen modern temerküz kamplarına göndermeyip, evlerinde onlara hizmet etmeleri bir evlatlık görevidir. Ana-babayı ihmal etmek, yaşlılar evine terk etmek ne kadar İslam dışı ise, ana-baba sevgi ve saygısını aşırıya götürüp, -tıpkı cihaddan kaçmak için “evlerimiz avrettir” diyenler gibi- müslümanca bir yaşama engel yapmak da o kadar İslam dışıdır. Ana-babaya üf bile dememek gerekir ama ana-baba çocuklarına, Allah’ın rızasına aykırı bir iş emrederse, o hususta itaat sona ermeli, müşfik bir tavırla, Allah’ın rızası öncelenmelidir.
Kimi yapılar zühd-takva ilişkisi üzerinden bir karakter tanımlaması yapıyor. Tevazu sahibi olmayı ve uyumlu olmayı salık veren böylesi bir anlayışın kişiyi taşıyacağı bir şahsiyet alanının imkânından bahsedebilir miyiz? Müslüman şahsiyet kendini uyum üzerinden tanımlayabilir mi?
Uyum dediğimiz şey eşyanın tabiatına, fıtrata, doğaya, hatta çıtayı daha da yükselterek, Allah’ın rızasına ise, elbette tanımlayabilir diyorum. Bunda bir sorun yoktur.
Ama uyum, körü körüne, kendisini, itaat edilmesi gereken yarı tanrı varlıklar olarak lanse eden beşerî otoritelere, kurulu düzene, sarsılması istenmeyen statükoya ise elbette orada bir şerikleştirmenin olduğu açıktır. Ali Şeriati’nin tespiti ile, bunun adı istihmar (eşekleştirme)dir.
Rab yerine konulmaktan hoşlanan bazı kimseler, şahsiyetlerini aşındırdıkları insanların sırtlarına binmekten pek keyif alıyorlar. Ama önemli olan, insanın kendisini, hep sırtına binilen olmaktan korumasıdır. (Bu da bir takvadır). Sırtımıza binilmek istendiğinde, uyum değil, itiraz olmalıdır. Şahsiyetli bir kişi, istismara karşı sesini yükseltmeli, yüksek sesle sormalı/sorgulamalıdır. İbni Teymiyye’nin deyimi ile, şeytanın evliyasının ipliğini pazara çıkartmalıdır. Aksi halde dilsiz şeytan olmak kaçınılmazdır.
Tevazu ile sünepelik birbirine karıştırılmamalıdır. Kişiliğimizi erozyona uğratarak mütevazı olamayız. Neden bizim kişiliğimiz, başkalarının izzet-i nefsi için basamak olsun?
Necip Fazıl’ın “Bir şapka, bir eldiven, bir maymun ve inkılâp” tasviri gibi, takva’ya dair üç-beş görüntü derleyen kendisini bir takva önderi sanıyor. Hâlbuki takva görüntüde değil, özdedir. Görüntüyü asla küçümsemiyoruz. Şu var ki, Rabbimiz ilk insanı yarattığı günden beri, insanın bedenini örten elbiseyi de var etmiştir. Fakat bizi asıl örtecek olanın takva elbisesi olduğunu da, kıyamete kadar değişmeyecek bir yasa olarak vaz etmiştir. Bu şuna benzemektedir: Allah rızası için kestiğimiz hayvanlar, cüsseleriyle birer ‘görüntü’dürler ama onların cüsselerinin değil de, takvamızın Allah’a ulaşacağını yine Rabbimiz bildirmektedir.
Takva, dünyadan el etek çekmek, topluma karışmamak, kadının bulunduğu ortamda erkeğin, erkeğin bulunduğu ortamda kadının zinhar bulunmaması demek değildir. Bilakis, Müslüman şahsiyet hayatın tam da merkezinde yer almak durumundadır. Peygamberlerin sünneti budur. Böyle iken kendimizi haramdan korumak takvadır. Allah meleklerin takvasından değil de, insanın takvasından bahsetmektedir.
Takva, şahsiyetli bir müminin, Allah’ın haram kıldığı inanış ve davranışlardan, sırf Allah emrettiği için kaçınması, kendisini korumasıdır. Pazartesi ve Perşembe orucunu hiç aksatmayıp da, daralınca hemen bankaya, faizli krediye koşmak takva bakımından acaba nasıl telif edilebilir? Ya da, beş vakit namazı camide ‘cemaat’le kılmayı hiç aksatmamakla beraber, mesela çocuklarının giyim-kuşamına ya da evde izlenen TV dizilerine hiç müdahil olmamak takvanın ne yanına düşer?
Kısacası takva kişilikli olmaktır. Davranış bozukluklarından uzak durmaktır. Yapay takva gösterisi değil, bizi günahlardan uzak tutacak salih ameller takvadır.
Sekülerliğin, maddeperestliğin ya da bir takım unsurların (mevkiî, meslek, güç, iktidar) Müslüman şahsiyeti şımartan yanı üzerinde dursak biraz?
Aslında biliyor musunuz, hiçbir şey insanı şımartmamaktadır; şımaran, insanın kendisidir. Kimsenin görmediği bir yerde bir miktar para bulabilirsiniz. Bu para sizin kişiliğinizin testidir. Böyle bir durumda parayı mı suçlamalı, kendi benliğimizi mi?
Bu dünyanın bir imtihan yeri olduğunu unutmamalıyız. İnsan yaratılıştan mala-mülke, altın ve gümüşe, salma atlara, hayvanlara, ekine meyillidir. Bunda yadırganacak bir durum yoktur. Şu var ki, insanın, yaratılışındaki bu mal-mülk sevgisini terbiye etmesi, dünyayı tapılası bir ‘değer’ olarak yüceltmemesi gerekmektedir. Dünya ve içindekiler, biz Âdem’lerin geçici cennetidir; burada bize acıkmak ve susamak yoktur. Yiyip-içeceğiz ama buraya çakılıp kalmayacağız. Ayaklarımız yerde, yüzümüz Allah’a dönük olmalıdır. Nebîlerden, nefsin nasıl ıslah edileceğini öğrenebiliriz. Aksi takdirde modelimiz Karun olur. Dünya malı bizi esir alır. Mal tutkusu bizi aşağıların en aşağısına savurur.
Her dönemde günaha kolayca giden yollar olmuştur ama bugün günahın yolları daha bir korunaklı (sigortalı)dır. Liberal demokratik kültür, tarihte belki eşine az rastlanır bir biçimde münkeri emretmekte, marufu yasaklamaktadır. Bu, adı konulmamış bir ‘Allah’a karşı savaş’ halidir.
Hayatı kutsaldan arındırma anlamındaki sekülerlik ya da Din’i hayata müdahil olmaktan tard etme anlamındaki laiklik zaten günaha/münkere yeryüzünde alan açmak, hatta egemen kılmak içindir. Orada günâh işlemek alabildiğine kolaylaştırılır. Günahkârlığın (sekülerliğin) evliyası şeytandır. Cehennemin kapısına kadar, mürtekiplerine bu evliyalığı sürdürecektir.
İktidar gücü ayartıcıdır. Ayartıcı gücün vitrine çıkarttığı makam-mevki ve lüks araçlar, lüks konutlar, ışıltılı hayatlar sunan yeni yaşam biçimi, kişiliği oturmamış bazı insanların başını döndürmektedir. Bu vitrin, mesela İmam Ebu Hanife’nin başını döndürememişti. İsteyen, ondan nefsine bir ibret dersi alabilir. Şahsiyeti zayıf kimseler, ‘iktidarın nimetlerinden’ bir şeyler tutup da parmaklarını yalamaya başlayınca, kıblesini değiştiriyor. “Daha düne kadar ben de sizin gibi sıradan bir insandım” nazarıyla baktığı önceki çevresini artık küçümseyecektir.
Oysa paranın ve siyasetin gücü Allah’ın gücü yanında bir hiçtir. Para ve iktidar gücüne kapılmak, sele kapılmış çer-çöp gibidir ve bir vakit gelip, bir kıyıya atılmak kaderidir. Bunu da ancak, Allah’ın öğüdüne kulak verenler, yani kişilikli insanlar anlayabilirler. Karun’un mülkü yerin dibine batırılınca, “Allah’ın lütfu olmasaydı biz de yerin dibine geçirilmiş olacaktık” diye ders çıkartanlar (28/Kasas, 82) herhalde böyle bir zümre oluyordu.
Böyle bir kavram var mı bilmiyorum ama ‘siyasal benlik’ diye bir kavram, terkîb üzerinde düşünelim. Müslümanı, bir üst başlıkta Müslüman toplumları tehdid eden, ‘siyasal benlik’i zaafiyete uğratan unsurlar nelerdir diye sorsak?
Siyaset, toplumu yönetme işidir. İslamî siyaset, toplumu İslam ahkâmı ve İslam ahlakı ile yönetmektir. Yani bu anlamıyla siyaset, Peygamber’in bıraktığı mindere oturmaktır. Müslümanların emîri, Peygamber’in işini, kaldığı yerden devam ettiren şahıstır.
İlk dört halife döneminde, hele de Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer’in emirliğinde bu şuuru tam olarak görüyoruz. O müminlerin siyasete bakışlarında bir arıza bulamıyoruz. Seçildikleri gün, rakipleri arasından büyük bir savaşla galip çıkmış, bu işi, beceri ve yetenekleriyle zorla çekip almış gibi alâyiş yapmıyorlar. Tarihte eşine ender rastlanır bir tevazu içinde, yönetecekleri cemaatin karşısına çıkıp, “sizin en layığınız olmadığım halde bu işi bana tevdi ettiniz” mealinde sözlerle işe başlıyorlar. İnsanlara hâkim değil, hâdim olmaya çabalıyorlar. “Yanlış yaparsam/saparsam ne yaparsınız?” diye soruyorlar ve “seni kılıçlarımızla düzeltiriz” cevabını alıyorlar; bu cevap üzerine de Allah’a hamd ediyorlar. Eğer bu mü’minler melik-i adûd olsalardı, bir sürü/kul olarak gördükleri halkı kâh havuçla, kâh sopayla ıslah etmesini onlar da iyi bilirlerdi…
Ne zaman ki siyaset, Müslüman toplumunda çıkarın, hırsın, iktidar nimetini hortumlamanın kapısı olarak görüldü, bu İslamî kişilik de bitti.
Bugün tabi sizin tabirinizle, ‘siyasal benlik’ anlamında başka sıkıntılar bulunmaktadır. İslam’ın hayata müdahil olmaktan tard edildiği vasatlarda, gerek bu haliyle orada sözde müslümanca siyaset yapmak, gerekse o vasatı Müslümanlaştırma gayesiyle(!) siyaset yapmak iddiası da, şahsiyetlerde ciddi sorunlar peyda etmektedir.
Müslümanlaşmamış Mekke’yi bir Müslüman olarak ve müslümanca yönetme hedefini ne Allah’ın, Elçisi’ne emretmiş, ne de Elçi’nin böyle bir girişiminin olmamışlığı üzerinde iyi düşünülmelidir.
Siyasal olanın Müslüman şahsiyet vurgusu ya da dindar nesil söylemi şahsiyet oluşturmada etkili olur mu sizce? Böyle bir söylem biçimi İslami hareketleri nasıl etkiliyor sizce?
Bugün bir İslamî hareketten söz edilebilir mi, tam emin değilim. Ama elbette İslamî uyanış/diriliş çabası var. Müslümanca gayretler var. Sadece Allah rızasını esas alan bütün sahih İslamî çabalara da hürmet etmek gerekir.
Ben kendi adıma, “devlet dinden elini çekmelidir”, “devlet dindar nesiller yetiştiremez” gibi söyleme katılmıyorum. Ancak, dinden ve dindar nesil yetiştirmekten elini-eteğini çekmesi gerekenin, laik-demokratik yönetimler olduğu söylenirse, ona tamamen katılırım.
Referansı Din (İslam) olmayan ve bırakınız referansı olmayı, Din’i hayattan kovan bir siyasal sistemin, ‘müslüman şahsiyet’, ‘dindar nesil’ ilgisi olamaz.
‘Dindar nesil’ deyince hemen akla İmam-Hatip okulları gelmektedir. Bu okulların dışı, müzmin kemalistleri, içi de bizi yakıyor. Hayatında hiç camiye girmemiş kimselerin İmam-Hatip okullarından endişeye kapılmaları anlaşılır bir duygudur. (Onlar zaten her gürültüyü kendi aleyhlerine sanırlar). Cami ile cemaatle arası bu kadar bozuk olmayan ama akîde olarak türdeş olanlar ise, bırakın endişeye kapılmayı, bizzat kendi elleriyle geçmişte İHL’leri açmışlardır. Çünkü bu okulların misyonunu onlar daha iyi müdriktirler.
İmam-Hatip okullarında, bir gencin kişiliğini oluşturmada, şahsiyet kazandırmada en başta gelen düşünme, soru sorma, sorgulama, mukayese etme, kendi kültürünü elekten geçirebilme gibi entelektüel gayretlerden, öğrenciler itina ile uzak tutulmaktadırlar. Düşünen, tartışan, soran ve sorgulayan gençlere ne gibi yaftalar yapıştırıldığını, orayı bilenler çok iyi bilirler. Bu okullarda, ‘ehli sünnet’ etiketi altında, ehli sünnetin meşhur âlimleriyle de ilgisi olmayan, hele de Kur’an’la ve sünnetle hiç ilgisi olmayan köhnemiş bir zihniyet empoze edilmektedir. Bu da kişilik gelişimi değil, kişilik hastalıkları, davranış bozuklukları üretmektedir.
‘Dindar nesil’ söylemi, iktidar partilerinin arka bahçesi anlamına geldiği sürece, sadece tebaa yetiştirilecektir. Dini hayattan ayıran bir siyasal sistem, ancak kendi dokusuna uygun nesiller yetiştirir ve o da, Cahit Zarifoğlu’nun ‘Katıraslan’ı türünde bir ucube olur.
İslam bilinmeden ve nefislerimize yerleştirilmeden, sadece Osmanlı’yı yeniden diriltme ufku ile dindar nesil yetiştirilemez. Dindar nesilleri gerçek İslam ümmeti yetiştirecektir.
Şahsiyet, genelde ahlak kavramına içkin tanımlanır. Şahsiyet ön plana çıkarken dikkat edilmesi gereken tek husus ahlâk mıdır sizce? İslam’ın diğer hangi kavramları şahsiyet oluşumunu etkiler? Bu bağlamda Şahsiyet-ahlâk ilişkisini biraz açar mısınız?
İslam söz konusu olduğunda, ahlakla akideyi, imanla ameli birbirinden ayıramayız. Ahlak, bir temele, sağlam bir satıh üzerine oturmak zorundadır. İslam ahlakının sathı, tevhid akidesidir. Tek başına ahlak, tanımsızdır ve şahsiyet oluşturmada yetersizdir. Tevhid akidesi bedenin iskeleti ise, ahlak da damarlarda dolaşan kan gibidir. İslamî kişiliğin inşası için, İslam’ın hemen bütün kavramları sürece dâhil edilmelidir. Herhangi bir kavram ve değerimiz dışta bırakılırsa, GDO misali, hasta benlikler yetişecektir.
Siz bu soruyu sorunca hemen aklıma secde kavramı geldi. Secde ve rükû, şahsiyetimizin temel taşlarıdır. Çünkü secde ve rükû ile başımız, sadece bizi yaratan Allah’ın önünde eğilmekte, başka hiç kimsenin ve hiçbir ‘değer’in önünde eğilmeyecek biçimde formatlanmaktadır. Allah’ın önünde eğilen baş, başka başlarda, önünde eğilmeye değer ne bulabilir ki?
Öte yandan, Allah’tan başka ilah olmadığı kabulümüz ve bunu kamuya deklare etmemiz (kelime-i şehadet) de, kişiliğimizi oluşturan en temel taştır. Çünkü sadece Allah’ı ilah (ve Rab) kabul ettiğimiz takdirde, yukarıda sözünü ettiğimiz şekilde dünyevi değerlere bağlanmamız asla mümkün olmayacaktır. Hani Kitap diyor ya, kendi aralarında çekişmeli olan birçok ortağa ait köle ile bir tek Kişi’ye bağlı köle aynı mıdır? (39/Zümer, 29) İlkinin daima huzursuz olacağını herkes anlar.
İnsanın topraktan yaratılmasına Kur’an neden durmadan dikkat çeker acaba? Bazen de onun, bir damla sudan yaratılmışlığına değinir. Neden? Çünkü insana, sakın ola böbürlenme demektedir. Yürüyüşünde mütevazı olmasını istemektedir. Çünkü dağlar insandan daha büyük, yeryüzü de ondan daha sağlamdır. Kısacası, insanın haddini bilmesi gerekmektedir. İşte bu, kişilik inşasıdır. Topraktan/çamurdan yaratıldığını hiç aklından çıkartmayan insan, küçük dağları ben yarattım havasında olamaz.
Din, nerede bir muhtaç varsa, onu malımıza ortak etmektedir. Bu ortaklığın adına da tezkiye (zekât) demektedir. Malına fakirlerin ortak olduğunu bilen bir mü’min herhalde müstekbirleşemez, tefahur ve tekasür peşinde olamaz.
Son olarak şunu hatırlatmak istiyorum: Kitabımız Kur’an, cezai müeyyidelerle zapturapt alınan değil de, iman, amel ve ahlakla inşa edilen bir İslam toplumundan bahsetmektedir. Demek ki kişiliğimizi Allah’a endeksli bir sevgi, saygı, nezaket, kanaatkârlık, tevazu, diğerkâmlık ve hüsnü niyet gibi erdemler olgunlaştıracaktır.
Akıbet muttakilerindir.
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *