Hurafeyi, ‘putperestlerin yolu’ olarak tanımlayan bir dilin (İbranice) zamanla kendisinin bizzat hurafe üreten bir kültüre dönüşmesi, Musa (a.s)’a vahyedilen İslam’ın beşerileşme sürecini de açıklar…
BATIL İNANÇ-HURAFE
Türk Dil Kurumu sözlüğünde batıl inanç, “Doğaüstü olaylara, gizli ve akıl dışı güçlere, kehanetlere aşırı derecede bağlı boş inanç, batıl itikat” diye tanımlanmaktadır. Din Sosyolojisi Terimleri Sözlüğü’nde (M. A. Kirman) batıl inanç şu şekilde tanımlamaktadır: “Herhangi bir dinî gelenek içerisinde gerçek bir dayanağı olmadığı, dinin temel yapısına ve ilkelerine ters düştüğü halde dinî bir emir veya yasakmış gibi kabul edilen, kutsallık ve bağlayıcılık atfedilen inançlar ve öğretiler; hurafe.”
Hurafe kelimesine (noktalı Hı harfi ile) Arapça sözlüklerde saçma, masal anlamı verilmektedir. TDK sözlüğünde ise, “dine sonradan girmiş boş inanç” denmektedir. Sosyal Bilimler Sözlüğü’nde (Ö. Demir-M. Acar) hurafe karşısında şunlar yazmaktadır: Gerçek bir dayanağı olmadığı halde, dinsel bir emir ya da yasakmış gibi kabul edilen, kutsallık ve bağlayıcılık atfedilen inanç ve öğretiler. İslam Ansiklopedisinde şöyle tanımlanmaktadır: “Akla ve gerçeğe aykırı düşen aldatıcı söz.” Hurafe, mantıkî tabanı olmayan, gerçek hayatla ilişkisi bulunmayan inanç ve uygulamalar, iyilik veya kötülük getirebileceğine inanılan kuvvetler (DİA) diye de tanımlanmıştır. Hurafe ve batıl inanç birbirine yakın iki terimdir.
Batı dillerinde ‘hurafe’ karşılığında kullanılan superstition’ın aslı olan Latince kaynaklı superstitio kelimesi “eski halk inançlarının yeni hâkim dinî anlayışın içinde varlıklarını sürdürmesi” anlamında olup (DİA), batıl inanç ya da hurafeyi daha iyi açıklamaktadır.
Hurafe kelimesi bir rivayette şöyle temellendirilmektedir: Rasulullahın anlattığı bir konu hakkında kadınlardan biri, “Ey Allah’ın Resulü! Bu anlattığınız Hurafe’nin sözüne benziyor” der. Rasulullah (a.s), “Hurafe’nin ne olduğunu biliyor musunuz?” diye sorar ve cevabını yine kendisi verir: “Hurafe Benî Uzre’ye mensup bir adamdı; Câhiliye döneminde cinler tarafından esir alınmış, içlerinde uzun zaman kaldıktan sonra serbest bırakılmış; cinler arasında gördüğü ilginç olayları anlatınca insanlar kendisini yalanlamış ve artık onlar asılsız kabul ettikleri her söz için ‘Hurafe’nin sözü’ demişler.(DİA) Bu rivayet, hurafe içinde hurafe barındırmakta, hurafeyi, ‘işte aynen bunun gibidir’ dercesine hurafe ile açıklamaktadır.
İbrânîce’de hurafeyi de kapsayan ‘darkhei emori’ sözü ‘putperestlerin yolu’ demektir.(DİA) Bu terim İncil’in yazıldığı döneme kadar kendisini korumuş, Yeni Ahid’de hurafe için ‘putperestlerin dini’ anlamında deisidaimonia kelimesi kullanılmıştır.(Resullerin İşleri, XVII/22; XXV/19) Bununla birlikte Hıristiyan literatüründe hurafenin karşılığı olarak yaygın şekilde kullanılan kelime superstition’dır. Hıristiyanlığın ilk dönemlerinde hurafe özellikle ‘putperest geleneklerin tamamı’ anlamına geliyordu.(DİA)
Hurafeyi, ‘putperestlerin yolu’ olarak tanımlayan bir dilin (İbranice) zamanla kendisinin bizzat hurafe üreten bir kültüre dönüşmesi, Musa (a.s)’a vahyedilen İslam’ın beşerileşme sürecini de açıklar. Musa’dan sonra İsrail oğulları tarafından üretilen batıl inanış ya da hurafeler zamanla Kur’an İslamı’nın hâkim olduğu coğrafyaya yönelmiş, gelmiş geçmiş bütün hurafelerin bir şekilde İslam ümmetine boca edilmesi, projeye dönüşmüştür.
Yahudilik’te en eski hurafelerden biri nazardır. İbrânîce’de bu inanç ‘âyin hara’ (şerrin gözü) şeklinde geçmektedir. Buna göre önemli şahsiyetler, güzel kadınlar ve yeni doğan bebekler kötü insanların nazarına mâruz kalmaya en elverişli tiplerdir. Nazardan korunmanın değişik yolları vardır. Bunların en klasiği özellikle Doğu Avrupa Yahudileri arasında gelişen, metalden yapılmış, üzerinde dualar yazılı el şeklindeki muskalardır.(DİA) İslam’da ‘nazar’ inanışına herhangi bir şekilde köken bulmak mümkün olmadığına göre, bunun en bilinen örneği Yahudi kültüründen ödünç alındığı aşikardır. Nazar Arapçada son derece olumlu anlamlara sahiptir: Bakmak, görmek, kulak verip dinlemek, aralarında hükmetmek, iyiden iyiye düşünüp taşınmak v.s. En-Nazaru, görüş, görme, basiret demektir. ‘Fîhi nazarun’ ibaresi ilim çevresinde ‘tartışmaya açık’ anlamına gelirken, bir Anadolu insanı bunu, ‘ona nazar değmiş’ diye anlayacaktır. Nazariye, teori ile eş anlamlıdır. Anadolu kültüründe nazarın bunca yapıcı anlamları bertaraf edilmiş, onun yerine, itici bir anlamı olan ‘göz değmesi’ ikame edilmiştir. Yahudilik kökenli göz değmesi hurafesi, İslamî çevrede tutunabilmek için elbette Kur’an’dan, tahrif etmeye müsait bir dala ihtiyaç duyacaktı; o aradığı dalı Kalem suresinin 51. ayetinde bulmuştur(!) Söz konusu ayetin göz değmesi ile uzaktan yakından bir alakasının olmadığını, ayetin tamamen, risaletin başlarında Mekke kafirlerinin Muhammed (sav)’e duydukları kini açıkladığını, ilim ehli insanlar kavramaktadırlar. İlmi ‘hocaların dediği’ne indirgeyen ‘Anadolu İslamı’nda hurafe hakikatin yerine geçtiği için, nazar boncuğu, at nalı, ölmüş bir sığır kafası, Müslüman fertlerin medet umduğu fetişlere dönüşmüştür.
İkinci yaygın hurafe, el falına bakarak insanın geleceğini okumadır (chiromancy). Buna göre, herkesin elinde doğuştan getirdiği ve hayatının tamamını gösteren çizgiler mevcut olup bu konuda uzman olan kişi, herkesin geleceğini önceden bilme yeteneğine sahiptir.(DİA) Kur’an, ‘şeytan işi bir pislik’ kategorisine falcılığı da dahil ettiği için olsa gerek, falcılık kısmen baskılanmıştır.
Yahudilik’teki hurafe inançların büyük bir bölümü çocuk doğurmayla alakalıdır. Anadolu’da ‘al karısı’, ‘al basması’ türünden inanışlar yeni doğum yapmış (lohusa) kadına ve çocuğuna cinlerin zarar vermesini ifade eder. Oysa eğer bunlar gerçekse, Allah’a sığınılması öğütlenen şerler arasında, cinlerin lohusa anneye ve günahsız bebeğine vereceği zarardan neden bahsedilmediği sorgulanmamaktadır.
Halk arasında yaygın olan hurafeler sayılamayacak kadar çoktur. Hurafeler genel olarak cinler, hayvanlar, uğur-uğursuzluk, bazı mekanlar (ören yerleri, dağlar, vadiler, büyük kayalar, büyük ağaçlar v.b.), türbe kavramı ve türbelere ilişkin hayali hikayeler, ölüm, mezar, ölen kimselerin ruhlarının tekrar geleceği, kabir azabı, bazı günler, bazı sayılar (13 rakamı) ve bazı hayvanlar (siyah kedi), ay-güneş tutulması gibi alanlarda üretilmiştir. On üç rakamının uğursuzluğu ya da baykuşun ötmesinden, öttüğü yere en yakın eve bir felaketin geleceği anlamının çıkartılmasından, hurafe deyince ne anlaşılması gerektiği, yeterince açıklığa kavuşmaktadır.
İbranicede ve Yeni Ahit’te hurafenin, ‘putperestlerin yolu/dini’ şeklinde tanımlandığına yukarıda değinmiştik. Hurafeyi bundan daha veciz tanımlayan bir cümle olamaz. Demek, hurafe denince akla gelmesi gereken, putperestlerin yoludur. İslam, hak inancı, hiçbir kapalılık bırakmamacasına oldukça açık ve net olarak açıklamıştır. İslam’ın hak olarak tanımladığı inancın dışındaki bütün inançlar ve yaşam biçimleri batıldır. İslam’ın açıkladığı hak inanç, Allah’ın yegâne ilah ve rab oluşu, benzersizliği, yaratmasında olduğu gibi hükmünde de tek olup, kimseyi kendisine ortak veya vekil yapmaması esasına dayanır. Nebiler de dahil hiçbir beşer Allah’ın vekili, ortağı değildir. Nebiler sadece İslam’ı tebliğ ederler ve Dini bizzat yaşayarak, ümmetlerine örnek olurlar. Bu temel düstura aykırı düşen her türlü inanış, tasavvur ve yorum batıl inançtır. Batıl inanç sadece, önümüzden siyah kedi ya da tavşan geçmesinin uğursuzluk sayılması değildir. Allah’a, Kur’an’ın yakıştırmadığı sıfatları yakıştırmak, Kur’an’ın onay vermediği sözcüklerle ve ifade biçimleriyle Allah’a dua(!) etmek de batıl inançtır. Sadece nazar değmesi değil, Rasulullah’a ait olduğu ileri sürülen birkaç kılı tüpler içinde saklayarak, ‘sakalı şerif’ adıyla büyük bir vecd içinde cami cemaatine göstermek de batıl bir inançtır. Çünkü bu telakkilere ne Allah, ne de Rasulü izin vermiştir. Bu, müminlerin yolu/dini değildir.
Gerek İbraniler, gerekse Hıristiyanlar hurafeyi putperestlerin yolu olarak tanımlamalarına rağmen, Allah’ı üç uknumdan biri (baba) yapmaları, Tevrat’ta Allah’ın, kendi elçisiyle (Yakub) güreş yapacak kadar uluhiyet vasıflarından tecrit edilmesi hurafelerin en esaslısıdır. Demek ki Ehli Kitap, teorik olarak ‘hurafe’nin ilmine sahip olmasına rağmen, fiiliyatta hakla batılı karıştırmaya devam etmekte, bu karıştırmasını, elinin altındaki metinlerde bulunan doğru cümlelere aykırı bulmamaktadır. İşte Kur’an’ın kör-sağır-dilsiz diye tanımladığı durum bu olsa gerektir. Bu büyük yanılgıya ne yazık ki Müslüman topluluklar da düşmüş bulunmaktadır. Müslümanların elinde, hakikatlerin hakikati, Kur’an gibi bir ilim ve irşad hazinesi bulunmasına rağmen, bu Mübarek Kitap’la hurafeleri aynı potada mezcedebilmektedirler. Miraç hikayesinde Allah’a zaman-mekân tayin edercesine elçisiyle buluşturup, baş başa görüştüren, konuşturan ve altı defa görüş değiştirir mahiyette birtakım emirler verdirten rivayetlerin, ehli kitabın Allah tasavvurundan geri kalır tarafı yoktur.
Her şeyden önce, uğursuzluk hurafesinin Müslümanlar nezdinde nasıl kabul gördüğünü anlamak mümkün olmamaktadır. Bu telakkinin İslamî havzaya yaklaşması bile düşünülmemelidir. Allah uğursuz bir şey yaratmamıştır. Uğursuzluk diye bir mefhum yoktur. İlla ‘uğursuzluk’ diye bir keyfiyet aranacaksa bunun için, insanın fiillerine bakmak yeterlidir. Yeryüzünü çekilmez yapan sadece ve sadece, bir vasfı da tağut olan insanın yapıp ettikleridir.
Allah kitabında, cinlerin gaybı bilemeyeceğini yeterince açıklamışken, halk arasında cinlerle ilgili anlatılanların tamamına yakını, şu veya bu kültürden devşirme batıl inançlardır. Kur’an’ın bize öğrettiğine göre azap sadece cehennemde ve kafirler-zalimler için varken, kabirde bir azap ve kabir hayatı diye bir hayat ihdas etmek batıl inanışın/hurafenin ta kendisidir. Benzer şekilde, insanların kendi elleriyle yontup icat ettikleri kimi insanları evliya, ermiş, keramet sahibi, üçler-yediler-kırklar gibi kelimelerle tanrılaştırmak hurafelerin büyüklerindendir.
Batıl inanç ya da hurafeler, nebilerin tebliğleri etkisini yitirdikten sonra, adeta ondan intikam almak istercesine ortaya çıkmışlardır. Allah Rasulü hayatta iken, onun tebliğ ettiği Dinde, onun namaz kıldırdığı mescidde hiçbir hurafe yoktu. Kur’an’la dolan Müslüman kalbi ve zihni, hurafeleri kabul edebilecek bir boşluğa sahip değildi. Hurafeler (gece ortaya çıkan bir takım haşereler misali), o irtihal ettikten sonra, bilhassa Ka’bul Ahbar, Vehb b. Münebbih, İbni Cüreyc gibi mühtedi(!) ravi ve kıssacılar vasıtasıyla Müslümanlar arasında yayılmıştır. Tıpkı İsa (a.s)’la annesi Meryem’in, İsa’nın vefatından sonra kavmi tarafından birer puta dönüştürülmesi gibi, Müslüman kavimler arasındaki bütün hurafeler de Muhammed (sav)’den sonra imal edilmiştir. İslam öncesi cahiliye toplumu kendi kültürünü, Yahudiler ve Hıristiyanlar kendi kültürlerini, İranlılar Pers ve Zerdüşt kültürlerini, Türkler de kendi cahiliye kültürlerini İslam’a taşımışlardır. Bu mesele aslında, ilimsizlikten çok daha başka bir durumdur, bu, esasında otoriteyle alakalıdır. İslam’ın en sahih otoritesi (Rasulullah) topluma hükmediyorken, hurafe üretilememiştir. Hurafe, bu otorite tamamen ortadan kalktığı ya da za’fa uğradığı an bünyeye sirayet etmiştir. Şu hâlde, İslam’ın hükmedici makamında olmadığı dönemlerde İslam’ı hurafelerden arındırmak çabası belli bir noktaya kadar varacaktır. Çünkü İslam dışı otoriteler, hurafelerin de velisidirler, İslam’ın değil.
Hurafelerin yayılması ve yaşatılmasında ilimsizlik kuşkusuz önemli bir faktördür. İslam’ı bilmeyen kimseler tarafından hem hurafeler kolay kabul görür hem de hurafeler için iyi bir barınak işlevi görürler. Vakıa bu şekildedir. Batıl inanışları, uydurma hadisler ya da Kur’an ve sünnete açıkça ters düşmesine rağmen ‘sahih’ etiketli hadislerin -sırf hadis ilminin şartlarına uyduğu gerekçesiyle- nüfuzu altında halk kitleleri arasında yaymak, ilimsizliği besleyen, hurafelerin çoğalmasını sağlayan en önemli etken olmuştur. Hurafelerin hemen hepsine kifayet edecek bir ‘rivayet’ mutlaka bulunmaktadır. Kur’an ayetleri batıl inançlara payanda olacak, hurafeleri destekleyecek mahiyette tefsir edilmektedir.
Kabul etmek gerekir ki, hurafelerin belli bir kısmı, bir işlevden doğmuştur ve bunları kavramak zor değildir. ‘Gece tırnak kesilmez’ sözü bunlardan biridir. Aydınlanma imkanlarının son derece kıt olduğu dönemlerde, kesilen tırnağı kontrol etmek mümkün olmayacağı için, ağzı açık bir su kabının veya yemeğin içerisine sıçraması sıradan bir iştir. Bundan dolayı yapılan haklı bir uyarı zamanla ‘hurafe’ kapsamına dahil edilmiştir. Gece vakti dışarıda oynayıp, eve gelmek istemeyen çocukları anneler, ‘gecenin şerri’nden (gece vakti ortaya çıkması muhtemel şerler) korumak için, çocuklarını korkutucu hayali varlık isimleri (öcü v.b.) ile çağırmış olmalıdırlar. Fakat bunlar hurafe/batıl inanç mevzuunda belki denizde bir katre kadardır. Bu gibi ‘hurafe’lerin tamamını toplasak, Temîm ed-Dârî’nin bir tek Cessase hurafesinin muadili bile olamazlar. Deccal, İsa’nın gökten inmesi, mesih-mehdi beklentisi, bazı insanları gaybı bilen ‘evliya’ yapmak gibi hurafeler adeta Muhammed (sav)’in tebliğ ettiği Din’e meydan okurcasına hala Müslüman müelliflerin kitapları arasında durmakta, Müslüman mescidlerinde halka vaaz olarak anlatılmakta, okullarda gencecik dimağlara ‘din’ olarak öğretilmektedir.
Hurafe ve batıl inanışları ancak İslam nazarıyla tefrik edebiliriz. Kendisi de bir hurafe ürünü olan düşünce ve siyasi akımlar hurafenin/batıl inanışın ölçüsünü belirleyemezler. Mesela Cumhuriyet döneminin, kendi Dinine tamamen yabancılaşarak imal ettiği sözde aydınları, hurafeye karşı bilimi öne çıkartmışlardır. Bir başka hurafe olan Pozitivizmi din yerine benimseyen bu aydınların ne hakikat ne de hurafe adına söyleyecekleri, sadra şifa bir sözleri olamaz. Zira geleneksel hurafelere dikkat kesilirken, Paul Feyerabend’in tespitiyle bilimi kiliseleştiren Türk aydınları, modern hurafelerin hamallığını yapmışlardır. Hurafeler, Dine rağmen ve Din’in alanına girdirilmiş sapkın inançlardır. Bunları oradan temizlemek de Din’in ilkeleri çerçevesinde, Din’de ayağımızı sağlam basarak yapılabilir ancak. Dini dikkate almayan bir bilimcilik de bir başka hurafedir, daha doğrusu pek çok hurafenin müsebbibidir. Hurafeler sadece baykuş ötmesi, uğursuzluk, cin çarpması gibi geleneksel olanlardan ibaret değildir. Modern hurafeler çok daha girift, daha sinsi ve bu çağın insanını etkileme gücü daha fazladır. Mesela, bir toplumun kendi kendisini yöneteceği yani kendi koyduğu kurallarla kendisini yönetme kabiliyetine sahip olduğu tezi, modern bir hurafedir. Auguste Comt’un üç hal kanunu, F. Fukuyama’nın ‘Tarihin Sonu’ gibi tezleri modern hurafelerin başka örnekleridir.
İslam hurafesiz bir dindir, hurafeye hiçbir şekilde izin vermez. Allah ne buyurmuşsa, İslam odur. Allah’ın buyrukları arasında ise saçma-sapan (absürt) telakkiler yer almaz. İslam’ın olduğu yerde hiçbir hurafe üremez, var olanlar da derhal yok olurlar; tıpkı güneş doğunca karanlığın, yerini aydınlığa terk etmesi gibi. İslam, ilk nebiden beri Allah’ın arzında ihdas edilmiş ve katlanarak günümüze kadar gelmiş olan modern veya klasik bütün hurafeleri def edecek tek kaynaktır. İslam’ın bütün dünyanın yegâne sahih, arı-duru dini olmasından rahatsızlık duyan çağdaş Vehb b. Münebbihler, çağdaş İbni Cüreyc’ler, Ka’bul Ahbar’lar elbette hurafeleri vargüçleriyle savunacak, Müslüman akidesini ifsat etmenin çarelerini araştıracaklardır. Televizyon denilen zehirleme ortamında periyodik olarak topluma dini isimler altında sadece hurafe anlatan çağdaş Müseylime’lere kucak dolusu paralar, İslam’ın gücünü olabildiğince kırmak gayesiyle verilmektedir.
Hurafe ve hurafeciliği küçümsememek gerekir. İslam’la hurafeler bir arada bulunamaz. İslam’ın hak inancı tertemizdir, şirkin hiçbir tonuna geçit vermez. İslam’da Allah’ın şanı belli, insanın -rasûl de olsa- mevkii bellidir. Allah’ın eşi-benzeri, ortağı, vekili yoktur. Hesabı sadece Allah görecektir, hesap görürken hiç kimseden yardım (şefaat) talebinde bulunmayacaktır. Batıl inanışlara ve hurafelere sahip çıkmak, kişinin imanını ve İslamı’nı malül hale getirir.
Hurafelere karşı duyarlılıkta çifte standartlardan kaçınmak, tutarlı olmak gerekir. Herhangi bir siyasi, ekonomik, yasal ve toplumsal riski olmayan alanlarda konuşmak, yazmak ve ‘hurafe karşıtı’ bir görüntü vermek kolaydır. Lakin ilim ahlakı, şirkin, batılın ve hurafenin her türüne -yasal, toplumsal veya ekonomik faturası ne olursa olsun- itiraz etmeyi gerektirir. Bir örnek vermek gerekirse, tarikat şirkini eleştirmek, belki de faturası en ‘hafif’ olan bir tavırdır. Türbe anlayışını eleştirip de, bütün bir halkın bir tek kişiye taptırıldığı, ülkenin resmî türbesini ve bir insanın heykelinin/resminin tanrılaştırılmasına itiraz etmemek, ikbal kaygısını dinleştirmektir, çirkin bir durumdur.
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *