İnanan ve yaşayan adam, İktibas Dergisi’nin kurucusu Ercümend Özkan’ın vefatının sene-i devriyesi vesilesiyle oğlu Tarık Özkan’la gerçekleştirdiğimiz sohbetin ikinci ve son bölümünü sunuyoruz:
Röportaj: Şükrü Hüseyinoğlu
Ercümend abi, İslami kavramların doğru şekilde kullanılması ve Batılı kavramların da Müslümanların zihnine, diline yerleşmemesi konularında çok titiz, dikkatli bir insandı, bunu da çok vurguluyordu. Bir de, Müslümanlara kazandırdığı bazı kavramlar Ercümend abinin. Özellikle Müslümanların kimi sorunlarıyla, durumlarıyla ilgili olarak yerel kimi kelime ve deyimleri kavramsallaştırması söz konusu. Mesela “kanaralaşmak”, “kavurga olmak” gibi. Bunları bir de sizin dilinizden dinlemek isteriz. Kendisi bunları hangi bağlamda kullandı o dönemde, ki mevcut dönemde de bu kavramlar çok önemli hususlara tekabül ediyor, Müslümanların ciddi olarak irtifa kaybettiği, istikameti yitirdiği bu dönemde. Bu iki kavramsallaştırmanın hikayesinden söz edebilir misiniz?
Tarık Özkan: Şöyle söyleyelim: Kanaralaşmak, bozuk olanın sağlam olanı ifsad ettiği, fıtratını bozduğu bir ortamı ifade ediyor. Eğer sağlam olmak ve sağlam kalmak istiyorsan, bozuk olandan uzak durmanın gerekliliğini, yani onunla arana net bir çizgi çekmen gerektiğini gösteren, bunu çok güzel anlatan bir deyim. Koyunları koruması gereken çoban köpeğinin, kurtlara tâbi olup onları sürüye getirmesini ifade ediyor.
Ki buradan biz şunu biliyoruz: Hayatı İslam’la, siyaseti, iktidarı İslam’la inşa etmek gerektiğini savunan kimi kesimlerin, işte bir parti kuralım, seçimlere girelim, ondan sonra yönetimi ele geçirelim, bu yolla her şeyi İslamileştirelim şeklindeki yaklaşımlarının çok çabuk bir şekilde hüsrana dönüştüğünü görüyorduk. Niçin? Yine babamın meşhur bir sözü; “arkadaşlar” derdi, “bir bakın Allah aşkına, kaleyi içeriden fethetmeye gidenlerin hepsi içeriden feth olundular.” Yani hiç kimse bugüne kadar gidip kaleyi içeriden feth edemedi. Onun için Allah’ın Resulü’nün örnekliğinde olduğu gibi, biz dışarıda kalmalı ve laik, demokratik yahut her türlü çağdaş, modern hurafeyle kirlenmeden, temiz kalarak mücadele etmeliyiz. Eğer yapacaksak böyle yapalım, yapmayacaksa da diğer türlü yapmayalım, çünkü biz hesabımızı Rabbimize vereceğiz, dünyada neyi başardığımız sorulmayacak bize. İstikamet üzere sebat edip etmediğimizle sorulacağız. Dolayısıyla “kanaralaşmak”, bu bağlamda o psikolojiyi taşıyan insanlar üzerinde bir -hani ne diyelim- deprem etkisi yapması beklenen bir kavramsallaştırma ve yazıydı ve hakikaten buna yol açtı. En azından bu durumu bilenler için artık tek kelimede durumu ifade eden bir kelime oldu.
Bir kavram haline dönüştü…
Evet. Diğer taraftan “kavurgalaşmak” deyimi… Biliyorsunuz babamızın kökeni Kırşehir Mucur ve işte hani ondan daha ötesinde bir yer var mı, oraya bir yerden göçle mi gelindi onu bilmiyoruz. Türkmen boylarından gelen bir soy kütüğü var. İç Anadolu’da kavurgalaşmak; buğdayı kavurduğun zaman içi tamamen artık tohum olma özelliğini yitiriyor, yani oradan artık bir daha bir şeyin üremesi mümkün değil. Yine bunu o dönemdeki kimi Müslümanların, ki her dönemde yaşayan Müslümanlar için geçerli, işte inandığı gibi yaşamayanın, duruş ve istikametini yavaş yavaş kaybedip, kuruyup kavrulup ondan sonra geriye dönüşü olmayacak bir şekilde Allah’ın dininin yeryüzünde hükümran olma iddiasından kopmaları ve sağ mufazakâr kesimlere entegre olmalarını konu edinen bir kavramsallaştırmaydı.
Kur’an’da da ifade ediliyor ya, işte Bakara 88’de, biz nasıl inanalım, bizim zaten kalbimiz mühürlendi derler. Halbuki Allah, onların itaatsizlikteki, istikametsizlikteki ısrarlarından dolayı kalplerini mühürlemiştir, yani kendi tercihleri dolayısıyla, yanlışta ısrar etmeleri sebebiyle. Dolayısıyla da kavurgalaşırsanız, ısrar ederseniz, yarın bir gün geri dönüşü olmayan bir noktada bulursunuz kendinizi anlamında. Babam bu konularda Müslümanları uyaran yazılar yazıyor, sohbetler yapıyordu.
Müslümanca ve özgün düşünce üretme yeteneğini yitirirsiniz ve eklemlenirsiniz, aslında kavurgalaşmak buna tekabül ediyor yani. Günümüzde de bu duruma çokça tanıklık ediyoruz. Kavurgalaşan Müslümanların maalesef eklemlendiklerine…
Rüzgarda savrulursunuz, sizden bir şey olmaz, toprağa düşüp de, filiz tutup işte toprakta bir yeni hayat veya bir şey başlatmanız mümkün değil.
Tabi babamız dili çok güzel kullanırdı, özellikle yerel lehçeleri. Yerel şive ile konuşması da çok güçlüydü, çok etkili bir sohbet tarzı vardı, pek çok şiveyle söylemek istediğini ifade ederdi. İşte Karadenizli, daha doğrusu “Garadenizli” şivesini de kullanırdı, İç Anadolu da, Doğu Anadolu da. Mesela bir Süryani manastırını ziyaret etmişlerdi Mardin’de, oradaki rahibin söylediklerini, yine onların şiveleriyle anlatırken sanki olayı orada yaşıyormuş gibi hissetmiştik…
O ziyaretteki diyaloglar çok enteresan. Biraz bahsedebilir misiniz?
Bizimkiler Mardin’e gitmişler. Diyorlar ki, “Ağabey, şurada da bir Süryani kilise var. Haydi gidelim, ziyaret edelim”, tırnak içinde turistlik ziyaret gibi fakat aslında bir tür inanç ziyareti, çünkü gittiklerinde orada karşılaşacakları insanlarla onların inançlarını konuşacaklar. Ve hakikaten bakıyorlar, işte gençten bir çocuk onları karşılıyor sonra rahibin yanına götürüyor, yani oranın sorumlusu olan kişinin yanına. Orada yaşanan iki olay var. Biri, M.Kemal’in resmiyle ilgili. O rahip bizimkileri gezdiriyor kilisede. Orada bir takım resimler var, ikonlar var, onları gösteriyor. İşte şu bizim filanca aziz efendimiz, işte bu bizim filanca aziz efendimiz filan diye isimlerini sayarak. En sonunda babam bakıyor ki bir yerde Atatürk portresi var. “Bu hangi aziziniz?” diye soruyor. “O bizim en azizimiz” diye cevaplıyor rahip.
Onunla ilgili bir yorumu olmamış mı Ercümend abinin. Bu pası boşta bırakmazdı, golü atardı!
Benim hatırladığım bu kadar, fakat gezi notlarında derginin geçmiş sayılarında var. Hatırladığım bir başka olay, aynı ziyarette yine aynı kişiyle yaşanan bir anekdot. İşte “biz de sizin gibi tevhid ehliyiz” diyor rahip. Şaşırıyor bizimkiler, nasıl olur filan. Bir de diyor “bir tek Allah’a inanıyoruz”. Allah Allah diyor babam şaşırdık, yanlış bir şey mi biliyoruz biz bu adamlarla ilgili diye ve heyecanlandık da diyor. Nasıl yani dedik. “Bir tek Allah’a, sadece İsa Allah’a inanıyoruz” deyince tabi kopmuş bizimkiler. Tekleştirmiş, ama yanlış bir tekleştirme, haşa.
Babamız Türkiye’nin dört bir yanını gezerdi, kendi bölgesiyle ilgili, yerelle ilgili kültürleri iyi tanırdı. Bu tabi hem çok okumaktan, hem çok gezmekten geliyor, bir de hayatı çok seven bir adamdı. Babam herhangi bir çalışmayı yaparken büyük keyif alırdı. Mesela o anlamda, mahpushane tatlısı dediği, mahpushanede öğrendiği çok basit, piyasada satılan etimek denilen bisküvileri iki kat yapıp, arasına da biraz ceviz içi koyuyorsun, ılık şekerli süt gezdiriyorsun, hani yapması 5 dakika, hazır olması 10 dakika, çok da lezzetli. Bu tatlıyı yapardı. Mahpushanede başka ne yapacaksın? Baklava açacak halin yok oradaki malzemeyle! Mahpushanede öğrendiği bir şeymiş bu, Ramazanlarda iftarlardan sonra yapar ve bizler yerdik, çok da güzel bir tatlı olur. Bunu yapmak bile büyük bir keyifti babamız için.
Mahpushane yıllarını hatırlardı. Mesela, hiç oralarla ilgili kötü şeyler anlatmazdı, aklında kalan güzel şeyler olursa, denk geldikçe onları aktarırdı. Pozitif bakış açısı diyelim biz buna, yani hep olumlu taraftan yaklaşan bir yönü vardı. İnsanları küstürecek, yıldıracak, acaba dedirtecek şeyleri çok duymazdık ondan, oysa ki çektiği pek çok sıkıntı var. Şimdi bakıyorsun piyasada bir sürü insan, efendim biz ne dertler çektik, bizim başımıza gelen pişmiş tavuğun başına gelmedi filan. Babamda böyle bir dil yoktu, böyle bir anlatım yoktu. O daha ziyade, bunları zaten Allah için çektik, size anlatmak için çekmedik tavrındaydı.
Onun için doğal şeyler bunlar…
Tabii, çok da dile getirip bunlarla birlikte belki de yaşananların sevabını azaltmak istemezdi. Bir şeyi anlatmak için anlatmazdı ve mutlak surette de, iyiyi ön plana çıkartan, güzeli, cazip olanı ön plana çıkartan bir yaklaşımı vardı, zorlukları değil. Hani korkutmayın müjdeleyin, zorlaştırmayın kolaylaştırın ilkesini esas alan bir üslup.
Az önce bahsettiğimiz o kavurgalaşmak ve kanaralaşmak örneği benzeri, yine Ercümend abinin doğayı ve çevresini de iyi gözlemleyen ve bu gözlemlerini de neticede hep İslam’la, İslam’ın doğru anlaşılmasıyla irtibatlandıran da bir yaklaşımı var. Mesela bununla ilgili de hemen aklıma gelen ilk örnek; hadis konusunun konuşulduğu bir arkadaşının yazlık evinin çardağında, bir arkadaşı Rasulullah aleyhisselamdan rivayet edilen “Ashabım gökteki yıldızlar gibidir, hangisine uyarsanız doğru yolu bulursunuz” hadisini hatırlatıp bununla Hz. Ebubekir gibi sahabilerle Ebu Hureyre’yi vs eşitlemeye çalışınca, Ercümend abi kolundan tutuyor arkadaşını “Gel şu yıldızlara bak, hepsi aynı yanıyor mu, hepsi aynı ışığı veriyor mu, bazısı çok parlak, bazısı yanıp sönüyor” diye açıklamada bulunuyor. Enteresan bir örneklendirme hakikaten. Yine suya kolay ulaştıkları için ufak bir kasırgada devrilen Avrupa’daki ağaçlar örneği üzerinden Müslümanlar arasındaki savrulmaları izah etmesi…
“Beklenen Kasırga” yazısında anlatır bunu.
Yani o ağaçların fırtınada kolay devrilmesini, ilimde ve İslam’da derinleşmeyen insanların en ufak bir rüzgarda sağa-sola savrulmalarıyla ilişkilendirmesi çok isabetli…
Köksüzlüğü ve bu durumun doğurduğu, doğurması kaçınılmaz olan sonuçları ifade eden bir örneklendirme. Ki biz bunu babamın hayatta olduğu dönemde de, bugün de Türkiyeli Müslümanlar arasında maalesef gözlemleyebiliyoruz.
Şunu sormak istiyorum bu durumla ilgili olarak; Ercümend abi Müslümanların istikamet üzere kalmasına çok dikkat eden bir insandı, yani Müslümanların İslami iddialarını sürdürmeleri, İslami duruşta sebatkâr olmaları noktasında çok titiz biriydi. Yazılarında ve sohbetlerinde de bunu çok önemle dile getiriyordu. Bu anlamda Müslüman kesimlere yönelik de sürekli bir emri bil maruf -hakkı tavsiye- rolü oynuyordu. Mesela Mehmet Pamak abinin anlattığı bire bir tanıklığa dayalı bir anı var. Diyor ki; Özal döneminde bazı Müslümanlar savrulmaya başlayınca, yani direksiyonu Özalizme doğru kırınca, Ercümend abi o gün yanında bulunan ve fakat şimdilerde Ak Parti’de önemli görevler üstlenen Ömer Çelik’e “Bak Ömer, Müslümanların halini görüyorsun, düne kadar tevhidden söz eden insanların bugün Özal’ın yanına doğru meylettiklerini görüyorsun, dolayısıyla dikkatli olmak lazım. Ben sapmam, ben yanlışa düşmem dememek lazım, sürekli bilincimizi yenilememiz lazım” gibi nasihatlerde bulunmuştu.
Şimdi buradan hareketle, Ercümend abi bugün yaşasaydı, Müslümanların çok ciddi şekilde irtifa kaybettiği, iddialarını yitirdiği, eklemlendiği bir süreçte nasıl bir çaba içinde olurdu, ben hakikaten bunu merak ediyorum. Sanırım bu eklemlenme savrulması yaşayanların yakasından tutup ne oluyor arkadaş size derdi, insanları kendi haline bırakmazdı gibime geliyor. Bu konuda siz ne dersiniz?
Vallahi bu duruma muhalefetini mümkün olan en yüksek tondan, en yüksek perdeden ifade edeceğine zaten şüphe yok. Baktığımızda, hani şimdiler öncekilerden farklı değil maalesef. Zaten Müslümanların yoğun bir şekilde bu duruma düşmüş olmalarının temel sebebi, “Bunlar bizim çocuklar” algısıyla hareket etmeleri. Bunlar bizim çocuklar değil, çünkü bizzat söylüyorlar zaten, diyorlar ki; biz bu sistemi, laik demokratik sistemi benimsedik, ha kişisel olarak işte benim problemim farklıdır, fakat kurumsal olarak mevcut düzenin ilkelerine bağlılık esastır, şeklinde bir deklare ile geldiler ve böyle devam ediyorlar. Tek fark, baskıcı bir laiklik yerine ılımlı bir laiklik uygulamasına yönelmiş olmalarıdır ve bu insanların kafalarının karışmasına, onların ciddi şekilde zaten zayıf olan algılarının alt üst olmasına yol açmaktadır. İşte o az önce verdiğiniz örnekteki kökleri toprağa yeterince sirayet etmeyen ağaçlar misali. Oysa Anadolu’da kıraç topraktaki ağacı, Almanya’daki o dev gibi ağaçları devirenin 10 katı rüzgar gelse yıkamaz. Niye? Çünkü ağaç kadar yerin altında kökü var, artık kök salmış, kendini toprakla birleştirmiş, bütünleştirmiş. Şimdi bu olmadığı için, Müslümanlar olarak bunu başaramadığımız için bir şekilde gerektiği gibi belki tam iman etmediğimiz, emin olamadığımız için bir takım sureta hususlar önümüze çıkıyor ve bizi cezbedebiliyor.
Bugün her dönemkinden daha yaygın ve görüldüğü kadarıyla kalıcı bir eklemlenme yaşanıyor maalesef…
Müslümanları bu hale getiren sürecin temel sebebi, işte Ercümend Özkan’ın hep vurgulamaya çalıştığı, ilim, fikir, fikrin liderliği konularına gereken önemin verilmeyişidir. Yani şahıslara dönük ya da başka bir şeye dönük değil, tamamen akidenin – fikrin temelde esas olduğu bir düşünce tarzı. Cehennemdeki azabın, sizin beni, benim sizi gördüğüm kadar gerçek olduğuna bu kadar emin olsak bu kadar kolay hata yapabilir miyiz? Demek ki emin olma tarafıyla ilgili bir sorun var. Emin olmak da büyük ölçüde ilim sahibi olmaya dayalı. Babamın o yaptığı gözlemlerden bahsediyoruz ya, ne var o gözlemlerde? Eşyanın tabiatı var, fıtrat var. Aslında Allah doğadaki pek çok olayda bize toplumsal olaylarla ilgili örnekler de gösterir. Mesela erken açan, yalancı bahara kanan ağaçların ne hale geldiğini, tümden kavrulup gittiğini, bir daha çiçek ve meyve veremez hale geldiğini görüyoruz. Bunu söylerdi babam; hani eğer bir toplumsal değişim yarın bir noktaya gelecekse, onun şartlarının gerçekten hazır olması lazım.
Arap Baharı örneği…
Tabii, yalancı baharlara kanıp da bütün çiçeklerimizi açıp, ondan sonra tümden meyvesiz kalmak da var. Çünkü bu tür şeyleri düşmanlar özellikle planlıyor, erken doğum yaptırıp seni güçsüz duruma, zayıf duruma düşürmeye çalışıyor.
Bir de Ercümend abinin, bize bugün mü’min feraset sahibi olduğunu hatırlatan bir öngörüsü vardı. Rasulullah aleyhisselam’dan rivayet edilen bir söz var ya, “Mü’minin ferasetinden çekinin” diye. Çünkü mü’min olayları takip eder, zamanını yorumlar ve Allah’ın kitabıyla zamanının bağını doğru kurarsa, gelecekte de neler olabileceğine dair öngörüleri olur. İşte Ercümend abi çok sık olarak İslamizasyon politikalarından bahsederdi, yeşil kuşak ve İslamizasyon politikalarından. Derdi ki, gelecekte bu İslamizasyon politikalarının rengi daha koyulaşacak, daha büyük anlamda, kitleleri eklemleyecek boyutta İslamizasyon politikaları uygulanacak. Aslında bugün tam da söylediği durumu yaşıyor değil miyiz?
Kesinlikle, bunda şüphe yok. Maalesef tam da o durum yaşanıyor. Bugün birçok kesimin içine düştüğü durum, biz iktidardayız, bizim gibi olanlar iktidarda yanılgısından kaynaklanıyor.
Esasa taalluk etmeyen kimi değişimlerle, birçok İslami çevrenin maalesef o değişimleri doğru okumayıp sisteme entegre olma gibi bir halin içine girdiğini görmek gerçekten ibret verici. Rabbimizin İbrahim aleyhisselamla ilgili bir tanımı var ya, o tek başına bir ümmetti diye. Ercümed abinin de etrafında çok kimse yoktu, çok fazla kişi onun canhıraş bir şekildeki mücadelesine ayak uydurmuyordu. Fakat o tek başına Anadolu’nun, hatta Avrupa’nın birçok yerini dolaşmıştı ve birçok ilde Kur’ani uyanış öbeklerinin oluşmasına öncülük etmişti, Rabbimizin izni ve inayetiyle. Ne var ki onun vefatından sonra o öbekler sahipsiz bırakıldı. Ve Ercümend abinin nice meşakkatlerle vücuda gelmesine öncülük ettiği o miras, bugün eklemlenme dediğimiz sorunu yaşayan kimi ekiplerce maalesef çar-çur edildi. Onun çabasının sürdürülememesi sebebiyle o ciddi birikim korunamadı. Bu konuda bundan sonra ne yapılabilir? Ercümend abinin geçmişte irtibat kurduğu, Kur’ani algıyla, güncel tevhid algısıyla buluşturduğu o insanlarla nasıl irtibatlar kurulabilir, böyle bir çaba içine girilebilir mi?
Hepimiz insan olarak gücümüz, kabiliyetimiz nispetinde sorumluyuz. Ve işte mutlaka bunlar kadar bir şey yapabiliriz yapacaksak eğer, sorulacaksa da bundan hesap sorulacağız. Rahmetlinin öncülük ettiği o birikim bakıyorsunuz dağılıp gidiyor. Pek çok insan günün koşullarında, onun gibi direnen, onun gibi işte net bir şekilde ciğeri dışarıda mücadelesini veren, sesini soluğunu asla kesmeyen bir nirengi noktası da olmayınca, hani insanlar kendilerini belki bu kadar güçlü hissetmedikleri için, önce gevşemeler, sonra yavaş yavaş çözülmeler, sonra kopmalar filan derken gelinen noktada durum ortada.
Şimdi bu birikimle ilgili tabii ki herkes kendi sorumluluğunu bilmeli, yapması gerekenleri yapmaya çalışmalı. Ben her şeye rağmen şunu çok net söylemek isterim: İktibas’ın fikri zemini, bu ülkede eğer başarılı olacak bir İslam hareket ortaya çıkacaksa, bu İslami hareketin temelinde bu fikir olur. İktibas olur demiyorum, İktibas’ın savunduğu fikir, yani arı-duru, asla uzlaşmaz, sadece Allah’a ram olan, sadece O’na boyun eğen, O’na ibadeti esas alan, dolayısıyla da bu yolda hiçbir maddi ve manevi varlığı onun dışında hesaba katmayan, Allah’tan başka bir merciyi razı etmeye çalışmayan bir duruş… Şimdilerde efendim işte İslam’ın ekonomi sistemi yokmuş, siyasi sistemi yokmuş gibi, İslam’ın içini boşaltmak için öne sürülen modernist hezeyanlar söz konusu.
Bu noktada tarihselcilik gibi dinde reform çalışmaları ortaya çıkıyor. Ki ben bunu Mekkeli müşriklerin tavrına benzetiyorum. Hani Yunus suresi 15. ayeti kerimede Rabbimiz buyuruyor ya: “Onlara Kur’an okuduğun zaman onlar dediler ki; ya başka bir Kur’an getir, ya da bunu değiştir.”
Tam da aynı mantık ve yaklaşım. Çünkü Kur’an’ın getirdiği paradigma ve düzen bizim işimize gelmedi, düzenimizi alt-üst ediyor diyorlar
Alev Erkilet’in kitabında ilginç bir anekdot var. Ercümend abi, o zaman Hizbu’t Tahrir Türkiye Emiri iken, dönemin başbakanı Demirel’e bir mektup yazıyor 67 yılında. Çok enteresan bir mektup. Diyor ki; Siz, İzmir İslam Enstitüsü’nün açılışında İslam’la laikliğin bağdaşacağını söylediniz, bir hafta sonra da bira fabrikası açtınız. Hem bir taraftan İslam’ı tahrif ediyorsunuz, işte İslam enstitüsü açıyorsunuz ve orada laikliği pazarlamaya çalışıyorsunuz, sonra da bira fabrikası açılışı yapıyorsunuz. Demirel’e, hakla batılı karıştırmaya ve İslam’ı tahrif etmeye çalıştığını doğrudan mektupla açık bir şekilde ifade ediyor.
Evet çok net şekilde ifade ediyor. Bugün de mevcut iktidardakilere zaman zaman mektuplar yazılıyor biliyorsunuz, açık mektuplar vs biz de okuyoruz, görüyoruz. Ne kadar kırılgan, ne kadar alttan alan mahiyette ve sistem içi bir yaklaşıma indirgenmiş ricalar…
Oysa Müslüman önce mevcut iktidar ve hâkimiyet ilişkilerini meşruiyet planında, İslam’a göre meşruiyet planında sorgulamalı temelden, esastan…
Kesinlikle.
Son olarak, Ercümend abiden aklınızda kalan, hoş, ilginç birkaç anı anlatmanızı istesek…
Tabii ki, memnuniyetle. Benim bizzat şahit olmadığım, İbrahim Kayaoğlu’nun anlattığı ve beni çok etkileyen anılarından birinden söz edeyim. 1980’lerin başları, o dönem eve, işyerine bir telefon bağlatacağın zaman, aylar evvelden sıraya girilir. Çok uzun süreler beklenir, araya torpil varsa konulur filan. Sonra törenlerle, işte kurbanlar kesilerek telefon bağlanır. İşte o dönemlerde İbrahim Kayaoğlu’nun işyerine bir telefon ihtiyacı var, mutlaka telefon alması lazım. Fakat aylarca beklemesi gerekecek, sıra vesaire. Birisi akıl veriyor, o da gidiyor hacizden icralık bir telefon hattı alıyor. Hat o zaman ciddi bir para. Diyelim ki o dönemin parasıyla da 5 bin liralık bir şey. PTT’ye başvursan 5 bin TL’ye sana bir telefon hattı tahsis ediliyor. O ise hacizden olduğu için bin lira gibi bir paraya alıyor ve babamın yanına geliyor. Diyor ki; “Ağabey, büyük problemim çözüldü.” Ne oldu, hayırdır? İşte diyor böyle böyle oldu. Ben hacizden bir telefon hattı aldım abi diyor, hem de çok ucuza geldi. Babam da, iyi halt etmişsin diyor. Şaşırıyor tabi. Yahu keşke o telefon hattının sahibini bulsaydın, adama gidip, bunun değeri 5 binmiş, ben bine aldım, al bu 4 bin de senin hakkındır deseydin. Bu adamın, sen ve senin düşüncenle ilgili ne hissedeceğini, bundan daha güzel bir tebliğ olup olmayacağını düşün şeklinde nasihatta bulunmuş. İbrahim amca bunu bana yıllar sonra gözleri dolarak anlatmıştı. Ercümend Bey bunları söyleyince başladım ağlamaya demişti o zaman.
Sizin koleje kaydınızla ilgili anlattığınız da bu hassasiyeti ifade ediyordu. Her Müslümanda olması gereken bir hakşinaslık ve incelik.
Kesinlikle. Zaten mesele şu: Biz, hani dikotomik diyorlar ya, hayat alanlarını ikiye ayıran, din ayrı-hayat ayrı, din ayrı-ticaret ayrı filan diye. Müslümanlar olarak sürekli kendimizi gözden geçirmemiz gereken durum bence bu.
Bir başka anı: Bir gün akşam arabaya bindik. Ben işyerine giderdim bazen akşam saat 7-8 civarı. O saatlerde işten çıkardı babam, birlikte arabayla eve dönerdik. Son dönemleri, bakıyorum babam çok bunalıyor, maddi açıdan çok zor durumda, sağlığı iyi değil. Dedim ki; “Baba ben okulu bırakacağım, donduracağım.” ODTÜ’yü kazanmışım. “Geleceğim, senin yükünü hafifletmek adına ne yapabiliyorsam. Sana destek anlamında, senin bilgin, birikimin artık bu işlerle çok yorulmamanı gerektiriyor.” Böyle kendimce ona bir destek sunmaya çalışıyorum.
“Senin okulu bırakmanı asla kabul etmem. Senin fikri gelişimini engelleyecek hiçbir şeye benden rıza bulamazsın” dedi. Ya ne güzel aslında, diğer çocuklarım okudu, işte bu çocuğum da varsın okumasın deyip sen de gel destek ol bana diyebilirdi. Hayır, tercih çok net. “Ben çok zorlanıyorum, çok sıkıntı çekiyorum, fakat senin fikrî gelişimine halel getirecek hiçbir şeye rıza vermem mümkün değil” dedi.
Bir başka anımız: Hani Rabbimiz buyuruyor ya, “Allah’a bir güzel borç verecek yok mu?” diye. “Borçluyu sıkıştırmayın, baktınız ki ödeyemiyor, o borcu unutun, bağışlayın.” Babamla merdivenlerden çıkıyoruz bir gün, bir komşumuzla karşılaştık, adam bir borçtan bahsetti. Babam da dedi ki, “Ben unuttum, yok öyle bir şey”. Ondan sonra, bir süre sonra ben zorladım tabii, hani nedir ne değildir anlamak için. En sonunda öğrendim ki bu adam bir sıkıntı yaşamış, babamdan borç almış, vakti gelmiş verememiş. Adam da bir yandan eziliyor ama babam Allah’ın buyurduğu gibi ben o borcu unuttum diyor ve konuyu kapatıyor. Hani kendi imkânı neydi ne değildi bilmiyorum, belli ki o anda o borcu verebilecek imkânı vardı. Sonrasında mutlak surette bu “yan gider”den dolayı da alması gereken bir para, fakat Rabbimizin istediğini yapıp borçluya bağışlıyor.
Kısacası hayatının tamamına İslam’ı sindirmiş bir portreyle karşı karşıyayız. Bir dava adamı, evinde örnek bir şahsiyet. Komşularıyla ilişkisinde, ticari ilişkilerinde, her şeyde İslam’ı hayatına sindirmiş, elhamdulillah. Yani İslam’ı doğal olarak yaşayan…
İnandığı gibi yaşayan bir adam. Zaten bunun aksi, insan psikolojisi açısından baktığımızda da çok güç bir durum. Bir yandan şöyle inanacaksın, bir yandan böyle yaşayacaksın, aman ele güne karşı, aman işte devlete karşı, aman millete karşı filan. O zaman da ihlas olmuyor, insan kendisiyle barışık olmuyor. İnandığı gibi yaşamayan, bir süre sonra doğal olarak, yaşadığı gibi inanmaya başlıyor.
1 Comment
mbozac
18 Mart 2019, 11:40bize merhumu hatırlatan, davasını ve sadakatini/fedakarlığını vurgulayan bu röportaj için sizlere çok teşekkürler… özellikle kavurgalaşmak ve kanaralaşmak kavramlarını bugün tekraren ve ısrarla gündemleştirmeliyiz…
REPLY