Bu milletin en hassas, dolayısıyla da “kaşımaya” uygun değerleridir başörtüsü ve ezan. Hatırlarsınız, birkaç yıl önce, Gezi olayları sırasında bir “Kabataş´taki başörtülü bacımız” hikâyesi uydurulmuş ve uzun süre kullanılmıştı.
Bu Kez Mizansen Eksik mi Kaldı?
Ümit Aktaş
Yine bir seçim atmosferindeyiz ve yine politik malzemelere ihtiyaç var.
Bu milletin en hassas, dolayısıyla da “kaşımaya” uygun değerleridir başörtüsü ve ezan. Hatırlarsınız, birkaç yıl önce, Gezi olayları sırasında bir “Kabataş´taki başörtülü bacımız” hikâyesi uydurulmuş ve uzun süre kullanılmıştı. Daha sonra savcılık araştırması olaya dair hiçbir sahici bilgi ve belge bulamadığı için de, dosya rafa kaldırılmıştı. Ama bu sırada bu uydurma olay ciddi bir politik malzeme haline getirilmiş ve belli kesimler bu mesele üzerinde ısrarla suçlanmıştı. Peki, mahkeme kararı sonrası bu kesimlerden özür dilenmiş miydi? Mahkeme gerçek yalancılar hakkında dava açmış mıydı? Tabi ki hayır! Sadece bu mizansene aldanıp savunan birkaç gazeteci pişmanlıklarını dile getirmişlerdi o kadar. Eh! Bu ülkede bu kadarı bile sevindirici!
Yine bir seçim atmosferindeyiz ve yine politik malzemelere ihtiyaç var. En kullanışlı malzemeler ise en itibarlı değerlerdir doğal olarak. Başörtüsü kullanılmıştı ama ezan hâlâ uygun bir malzeme olarak el altında durmaktaydı. Bir kadınlar günü. Mekân Taksim. Tam da akşam namazı vakti. Yıllardır serbestçe İstiklal caddesinde yürüyen kadınların önü bu kez tıkalı. Polis engeli var. Ezana doğru baskı iyice artıyor. Gazlar coplar geliyor. Islıklar ve sloganlarla karşılık veriliyor. Tam bu sırada ezan başlıyor. Tesadüf bu ya. İktidar yanlısı bir gazetenin muhabiri de bu sahneyi tam karşıdaki binanın çatısından çekerek kaydediyor. Haber hemen servis ediliyor ve ertesi gün miting meydanının ve yandaş medyanın en yararlı malzemesi haline geliyor. Kadın örgütleri açıklama yapsa, ezana karşı bir kasıtları olmadığını söyleseler de, duyan ve aldıran kim. Eh! Baudrillard´ın dikkatimizi çektiği gibi, önemli olan hakikat değil, hakikatin icadıdır. Hatta icat edilen hakikat, gerçekliği öylesine bastırır ki, kuşlar bile gerçek üzümleri bırakır, ressamın tablosundaki üzümleri gagalamaya koşarlar. Yalnız bu tabloda eksik kalan bir şey var sanki. Saldırıya uğrayan bir bacımız da olmalıydı. Başörtüsü yırtılan, suratına tükürülen vs. Ama bu bir kez kullanıldı ve kullanışlılığını yitirdi artık. Propaganda Bakanımız atak olsa da, o kadar da saf değil.
Propaganda Bakanı deyince ister istemez akla Hitler ve onun Bakanı Goebbels gelmekte. Şöyle demişler vakti zamanında malum zevat: “Basın, iktidarın kullandığı dev bir klavyedir.” “Söylediğiniz yalan ne kadar büyük olursa o kadar etkili olur.” “Hatalı olduğunuzu ya da yanlış yaptığınızı asla kabul etmeyin.” “Yargı devlet hayatının efendisi olamaz, devlet politikasının hizmetkârı olmalıdır.” “Her zaman etrafınızda bir yalaka ordusu bulundurun…” Bir de kararlılık meselesi var tabi. Schmityen kararcılık. Ve hatta zamanın Viyana Belediye Başkanı Kart Lueger gibi, “kimin Yahudi olduğuna ben karar veririm” kararcılığı. Her ırkçı politika, kendi ırkının üstünlüğüne dayanmaktan çok aşağılayacağı bir ırka ihtiyaç duyar. Buradaki “ırk”ın illaki etnik bir toplumsal kesim olması da şart değildir. Sözgelimi vakti zamanında “komünistler Moskova´ya” ya da “dinciler Arabistan´a” diyenler, şimdilerde “Kürtler Kürdistan´a” demekte bir beis görmezler. Onların ihtiyaç duydukları aşağılanacak bir hedeftir. Beri yandan biliriz ki bu ülkeye komünizm gelmesi gerekirse onu da kendilerinin getirmesi gerektiği gibi, bir “din” gelmesi gerekirse, yine onlar getirmelidirler. Tabi ki kendi usullerince ve o derin, kökleşmiş yapıyı soslayarak her türlü kılıkta sunarak kitlelere; yani akıllarını kullanmadıkları için ahmaklaşmış, aldatılmış olan güruhlara. Tabi ki “Kürt kardeşlerimiz” de alınmasınlar. Sözleri onlara değildir aslında (!) Çünkü kimin Kürt ya da FETÖ´cü olacağına da ancak onlar, yani devletlûları karar verir.
Haber Duruş
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *