Bir Devrin Sonu ya da Venezuela

Bir Devrin Sonu ya da Venezuela

Ne oldu da 300 milyar dolarlık GSYH hasılaya sahip Venezuela’ya hep birlikte “aç kurtlar” gibi saldırıya geçtiler? Dertleri Venezuela halkı mı? “Kötü” adam yaptıkları lideri devirip oraya ne götürecekler? Demokrasi, eşitlik, özgürlük, insan hakları ve uygarlık transferine inanmamız mı bekleniyor?

Bir Devrin Sonu ya da Venezuela

Hüseyin Alan

1: 16. yüzyıldan sonra sanayileşme aşamasına geçmiş, güçlenmiş, askeri bakımdan üstünlüğü ele geçirmiş Avrupalı, okyanus ötesi ticareti ele geçirdiğinde Amerika kıtası dahil dünyayı fiili işgallerle, vahşi katliamlarla yahut siyasi nüfuz altına alarak sömürge haline getirmeye başladı. 15. yüzyılın güçlü İtalya’sı, İspanya’sı, Portekiz’i nöbeti Hollanda’ya, Fransa’ya, İngiltere’ye devrederek geri çekilmişti.

18’inci yüzyıla gelindiğinde sanayileşme aşamasına geçmesi engellenen, ulus devletler kuramayıp ulusal sınırlarda kendi pazarlarını koruyamayan dolayısıyla emperyal fiziki saldırılar karşısında dayanamayan Alman, Çin, Avusturya Macaristan, Osmanlı imparatorlukları ve Çarlık Rusya’sı ekonomik olarak çökmeye, siyasi olarak çözülmeye, ulusal devletlere bölünmekte olan topraklarını korumaktan aciz düşmeye başladı.

1648 yılında imzaladıkları Wesphalia anlaşmasıyla kendi ulusal sınırlarını ve pazarını rakiplerinden koruma garantisiyle sağlama alan emperyalist Avrupalı, fiilen dünyayı işgale çıktı. Klasik imparatorlukların limanlarını, pazarlarını, mali sistemlerini ele geçirdi, siyasi egemenliklerini, askeri yapılarını, eğitim sistemlerini parçaladı, kendi çıkarlarını koruyacak şekilde reforma tabi tuttu.

Emperyal saldırılara direnen Japon limanlarını bir yüz yıl bombalayarak, Çin ülkesini bir yüz yıl afyonla uyuşturarak, Osmanlı ülkesine tren yolları döşeyerek, Hindistan’ı parçalayarak, Mısır’ı işgal ederek, Afrika’yı köleleştirerek amaçlarını gerçekleştirdiler. Zayıf düşürdükleri devletleri ticaret anlaşmalarına zorlayarak yerli üreticileri, sanayicileri, imalatçı ve tüccarları iflas ettirdiler, maddi ve mali pazar ve piyasaları tekellerine aldılar.

Bu süreçte devletleri, milletleri ve gelecekleri namına direnenleri itibarsızlaştırdılar, tasfiye ettiler, kendileriyle iş birliğine girenleri yücelttiler, desteklediler, yönetim kademelerine getirdiler. Eğitim sistemleriyle nesillerin zihinlerini değiştirdiler, kültürlerini değersizleştirerek kendi üstünlüklerini empoze ettiler.

20’inci yüzyıla gelindiğinde sonradan yarışa katılan Japonya, İtalya, Almanya sömürgeden pay almak istediklerinde çıkan çatışma iki dünya savaşıyla neticelendi. Savaşlarda zayıf düşen Avrupalılar emperyalist sistemin liderliğini Amerika’ya kaptırdı.

İki dünya savaşı arasında liberal kapitalizmin yerine başka bir sistem getirerek hegemonya kurmak isteyen Sosyalist, Faşist, Nazist, Kemalist, Gandici “ulusal” düzenler devreye girdi, tecrübe edildi fakat hepsi yenilerek geriye çekildi.. Bu alternatif düzenlerin aslında aynı paradigmanın değişik versiyonları olduğu bilinmelidir.

2: Pax Amerikana denen dünya düzeni, öcü olarak kullanmak, kendi hükümranlığını yayıp etkinleştirmek için bir sosyalist blok icadına müsade etti, 20. yüzyılın son çeyreğinde devreden çıkarttı. Küresel dünya düzeni dediğimiz aşamaya geçtiğinde AB’si, Japonya’sı, Çin’i, Rusya’sı siyasi olarak detay farklılığını korusa da evrensel hukuk, ekonomi, ticaret, finans ve diplomasi bazında bu sisteme katıldı.

Modern çağda reddedilip dışarı itilen ne kadar muhalif fikir, ideoloji, mezhep, din, kültür, etnisite varsa yeni geçilen postmodern dünya düzeninde hepsi içeri çağrıldı, değişmeleri ve uyum sağlamaları şartıyla hepsine meşruiyet tanındı.

Bu aşama henüz tamamlanmasa da, sancıları sürse de, İslam coğrafyasına yapılan operasyonlar özellikle dikkat çekti. Daha önceden devletleri, diktatoryal yönetimleri tarafından dışlanan, kamusal alana sokulmayan Müslümanlar, yeni durumda sistem içine alınmaya, sosyal, siyasi, iktisadi ve kültürel iktidardan pay almaya başladılar.

Bu arada iki şey ortaya çıktı: İlki, eski düzen sahiplerinden yeni duruma geçişi sağlayamayanlar tasfiye edilmeye başlandı. İkincisi, yeni duruma hevesli Müslümanlara rağmen İslam’ın bizzat kendisinin, emirleri ve nehiyleriyle, farzları ve haramlarıyla küresel kapitalist düzene direnen tek rakip olarak durduğu, teslim olmadığı gözlendi.

Şu halde küresel dünya düzeninin Müslümanlardan yana değil de bizatihi İslami telakki ile çözülecek ciddi bir sorunu vardır. Şirki, küfrü, imanı ve teslimiyeti öğreten kelam/felsefe, şeriat vaz eden fıkıh, günlük hayatı ve siyaseti düzenleyen sünnet, asırlardır Müslümanları Müslüman kılan ve muhafaza eden İslami gelenek ve kültür, tarih felsefesi vs bir şekilde tasfiye edilmelidir.

Bu hususta Protestan Hıristiyanlık tecrübesi devreye sokuldu, modern usulle yetiştirilen ilahiyatçı aydın ve entellektüeller eliyle İslam yeniden anlaşılmaya, değerlendirilmeye tabi tutuldu. Özal sonrası masumane olarak başlayan ama varılacak nihai yeri kendisinin değil küresel düzen sahiplerinin iyi bildiği “Kur’an’cılık akımı” parlatılıp şöhret edilerek devreye sokuldu..

Buradan anlaşılıyor ki, postküresel dünya düzeni kendisine rakip gördüğü, sistemin yayılmasını engellediği, ayağına dolaşacak tüm yönetimleri, sistemleri, fikirleri ve kültürleri tasfiyeye başlamıştır. Dört yüzyıldır dünyayı yöneten akıl, edindiği tecrübeleri devreye sokuyor, postmodern anlayışla yeni politikaları, sosyo siyasi ve iktisadi münasebetleri etkinleştirip yaymaya çalışıyor..

3: Modern çağda Batı düşünce merkezli siyasi, iktisadi, kültür ve eğitim propagandasına kapılıp komplekse giren üçüncü dünya aydın ve entellektüelleri, yenilmişlik kompleksini kolayına atamıyor. Dolayısıyla galibini taklit ve tercüme ederek yarışa aynı kulvarda katılmayı, tarihini ve geleneğini bu akılla yeniden okuyarak, içinde yaşadığı sosyal yaşam tarzı içinden hareketle düşünmeye başlayarak yoluna devam etmeyi sürdürüyor.

Hintlisinden Çinlisine, Japon’undan Afrikalısına, Ortadoğulusundan Balkanlısına, Hristiyan’ından Müslümanına,  Budist’inden Şintoistine kadar Batıyı tercüme ve taklit ederek yola koyulanların ortak kabulü:

“Onlar akılla hareket etti, geleneklerini terk ettiler, bilimde çığır açıp teknolojide harikalar yarattılar, ilerleyip kalkındılar, zenginleşip güçlendiler.. Biz ise din, gelenek ve ümmetçiliğe takılıp uluslaşmada ve sanayileşmede geri kaldık. Aklımızı kullanmıyoruz, bilgi bilim ve reel gerçekliğe yabancıyız, yoksullaştık, buhranlarla uğraşıyoruz..” iddialarına dayanıyordu modern çağda. Böylesi ön kabuller Post modern çağda muhteva değişikliğiyle:

“Bilgiyi kutsaldan, kutsala referanstan değil tabiattan, doğada mevcut tanrısal yasaları keşiften, rasyonel akılla üretilmiş bilgi ve bilimden, eşitlikten, adil bölüşümden, katılımcı demokrasiden, özgürlükten, birey olmaktan, insan ve kadın haklarından, cinsiyet tercihinden, ahlaktan, insan olmaktan vs” bahsedip “ilerlemenin, kalkınmanın, modern eğitim yoluyla yaratıcı olmanın, özgür akla sahip olmanın, eleştirel okumanın bize sağlayacağı yararlara, zenginliğe, refah ve mutluluğa kavuşacağız..” iddialarına dönüştü.

Dikkat edilirse bu savunu, arzu ve talepler bu dünya ile sınırlı, bu dünyada cenneti kurmaya ayarlı hedeflerdir. Modern Batı paradigması içinde düşünmek ve şekillenmektir. Müslümanlık bakımındansa doğal olarak, dünya hayatıyla ahiret yurdunu birleştiren tevhid anlayışını, sünnete uygun sosyal yaşam tarzını, toplumsal yaşamda Müslümanca kurulması gereken münasebetleri, İslam hakikati ile toplumsal reel gerçekliğin uyumunu terk etmektir. Dolayısıyla ahirete uzanan değer yargıları, davranış ölçüleri geri planda kalabilir, bu dünyada dikkate alınmayabilir.

Bu duruma bakıp Avrupa merkezli seküler düşüncenin etkinleştiğini, beden ile ruhun, dünya ile ahiretin, madde ile mananın, ahlak ile reel hayatın, din ile dünyanın, kutsal ile kutsal olmayanın, bilim siyaset ile dinin.. birbirinden kopup ayrıştığını, her birisinin kendi alanında bağımsız kategorilere dönüştüğünü söylemek mümkündür..

Nihayet Batı fikriyatını, zihniyetini, bilgi bilim yöntemini, ilerlemeci tarih anlayışını, kalkınmacı ekonomisini, refah toplumu hedefini, otorite kılınmış akılla hakikatin tespitini, bu zihinle kurulu reel sosyal toplumsal gerçekliği.. olumlamaktır. Bundan  gerisi, bu kabullerin dinen meşrulaştırılma çabaları olacaktır. Bunların tümünü birlikte düşündüğümüzde, Batıyı tercüme ve taklit etmek budur demeliyiz..

4: Venezuela Misali

Buraya kadar anlattıklarımızı son günlerin enteresan konusu olarak öne çıkan Venezuela devleti üzerinden test edip değerlendirmek mümkündür.

Venezuela, Güney Amerika kıtasında, Atlas okyanusu kıyısında, 916 bin km kare topraklara, 31 milyon nüfusa sahip bir Latin ülkesi. 1500’lerde uğradığı İspanyol işgalinden 1800’lerin başında bağımsızlığına kavuşur. Bolivar, bağımsızlığı sağlayan, ülkesine güzel günler yaşatan lider olarak hala saygıyla anılır.

Bugün bilinen toplam petrol rezervlerinin % 17.6’sına sahip dünyanın en zengin ülkesi. GSYH, 2000’de 118, 2016’da 287 milyar dolar. Kişi başı düşen gelir 9.300 dolar. Ticareti büyük oranda petrole dayalı.

1998 yılında başkan seçilen Chavez, Amerikan şirketlerinin menfaatlerine aykırı kararlar alıyor. Batılı şirketlerle girdiği çıkar çatışmasında halkının çıkarlarını çiğnetmiyor. Süreçte ABD ile ilişkiler bozuluyor. 2010’dan bu yana iki ülke karşılıklı olarak elçilik bulundurmuyor.

Bu süreçte kamusal yatırım ve gelirlerini artırıyor. 2002’de petrolden elde edilen gelirlere dayalı “ulusal kalkınma fonu” adıyla bir fon kuruyor. Bu fondan yatırım harcamaları, inşaat faaliyetleri, yoksul beldelere hastane ve okullar, halka mali destek ve yardımlar yapıyor.

Chavez’in, 2009’da Rusya’da bir üniversitede yaptığı “bütün tarih boyunca ABD imparatorluğundan daha terörist bir devlet görülmemiştir. Yankee imparatorluğu çökecektir, bu çöküş bu yüzyılda olacaktır” tarzındaki konuşması dünyaya servis ediliyor.

Amerika ile bozulan ilişkilerden sonra Chavez aleyhinde propagandalar artmaya, ülke içindeki muhalefet etkinleşmeye başlıyor. Onun hakkında iler sürülen suçlamalar şöyle:

Demokrasiyi geçersiz kıldı. Bağımsız yargıyı denetim altına aldı. İnsan haklarını tanımıyor. Medya sansür altında. İfade özgürlüğü baskı altında. Yapılması gereken siyasal ve yapısal reformları yapmıyor. Fonu denetimsiz kullanılıyor. Kendi adamlarını zengin ediyor..

2013’de Chavez’in ölümü sonrası başkan seçilen Madura dönemi başlıyor. Madura, Chavez’in politikalarını aynen devam ettiriyor. Ondan bekleneni bulamayan ABD Venezuela’ya ambargo uygulamaya başlıyor. Ambargonun gerekçesi, ülke içindeki protestoculara karşı şiddet kullanımı. Ülke 2014’den bu yana Amerikan ambargosu altında. ABD, bu yıldan sonra çeşitli müdahalelerde bulunuyor. Müdahaleler daha çok ekonomik alanda görülüyor. Bundan sonra muhalefet giderek artan dozda ayaklanmalar örgütlüyor.

2018’de yapılan son seçimlerde Maduro, aldığı %68 oyla tekrar başkan seçiliyor. Muhalefet onu seçimlerde hile yapmakla suçluyor. Muhalefetin bu seçim sonrası talepleri şöyle şekilleniyor; demokrasiye geçiş, bağımsız yargı, insan haklarının tanınması, sosyal ve siyasal yapısal reformların yapılması..

5: Şimdi; ideolojik kabuller, yönetim biçimi, kurumsal yapı ve ve yöneticilerden bağımsız olarak, elbette şeytanlaştırılan bahse konu Maduro hikayesine aldırmadan aklımızı salim tutup bi bakalım:

Venezuela’da bir zamandır “gaz-petrol-maden-bankacılık-lojistik” işlerinden kovulan ABD ve AB’nin şirketleri var. Venezuela’nın kaynakları, maddi üretim ve mali birikimi bu şirketlere peşkeş çekilmiyor. İthalata bağımlı bir ekonomi ağırlığı gözükse de, her ülkede görülebilir yolsuzluk, kayırmacılık burada da olsa da, ambargodan beri belirli tüketim kalemlerinde sıkıntı yaşansa da, sıkıntıların çoğunun kaynağı petrol fiyatlarındaki düşüşe dayansa da.. paylaşımda muhtemel adil tutum, yoksullar lehine destek politikaları, düşen petrol gelirleri nedeniyle olsun karşılanan temel ihtiyaç maddeleri, bu sıkıntıyı hafifletiyor olmalı ki, Maduro’ya destek sürüyor.

Venezuela, bir Ortadoğu ülkesi değildir. Tarihleri, İspanyol ve Portekiz istilacılarına karşı insaflı Kilise papazları öncülüğünde yürüttükleri kitlesel direnişlerle ve siyasi mücadelelerle dolu, sokağa çıkmayı, direnmeyi, direnerek yönetimlere geri adım attırmayı bilen, tecrübeli Latin halklarından biri.. Yani dünyaya anlatılan hikaye gerçeklerin bir kısmı olabilir ama çoğu, bildik hikaye niteliğinde gözüküyor. Elbette burada yönetici takımının hataları, zaafları, sosyalizm kaynaklı şablonik tercihleri göz ardı edilmemelidir.

6: Şimdi, ne oldu da birdenbire ABD ve AB ülkeleri topluca şeytanlaştırılan Maduro aleyhine harekete geçiyor, dünya liderlerine çağrı yapıp kendilerine destek istiyor, bunu da medya ve iletişim araçlarıyla etkin şekilde haklı göstermeye çalışıyor. Maduro’yu dışardan zoraki bir müdahaleyle devirip ülke siyasetine yön vermeye kalkışıyor..

İlk elde sebeplerin yukarda aktarılan son dört yüz yıllık istila ve işgal hikayesinde, Venezuel’anın yakın geçmişte uyguladığı politikalarda olduğu söylenmelidir. Gelişmeleri bunlardan bağımsız düşünmek saflık olurdu.

İletişim araçları ve görsel medya ile emperyal ülkeler ve şirketler lehine yapılan ikna duyurularını bir kenar edersek şu soruyu sorma hakkımız doğar: Hani bu ilerlemiş ve kalkınmış Batılılar “aklını kullanarak, endüstrileşerek, inovasyona geçerek, üreterek, modern eğitim vererek, evrensel hukuk ve siyaset ilkelerine uyarak medeni, uygar ülkeler” olmuşlar, “zenginliğe ve refaha kavuşmuşlardı?”

Ne oldu da 300 milyar dolarlık GSYH hasılaya sahip Venezuela’ya hep birlikte “aç kurtlar” gibi saldırıya geçtiler? Dertleri Venezuela halkı mı? “Kötü” adam yaptıkları lideri devirip oraya ne götürecekler? Demokrasi, eşitlik, özgürlük, insan hakları ve uygarlık transferine inanmamız mı bekleniyor?

30 milyon nüfuslu Venezuela’yı niye kendi haline bırakmıyorlar, halkına saygı duymuyorlar, kendi işlerini kendilerinin görmesine “müsade” etmiyorlar? Niye? Derdi tasası onlara mı düştü? Bu “insancıl” devletlerin sicilleri çok mu iyi?

Bir anda balon gibi şişirilen, hiç olmayacak şekilde başkanlığı ilan ettirilen, Latin ülkeler dahil dünyaya kabul etmesi için baskı yapılan, muhalefet lideri olarak ortaya sürülen Guaido ile birlikte, nasıl oluyorsa oluyor ülkede iki başkan yaratılıyor. Elbette bu ilanla birlikte Guaido’nun başkanlığı Batılı ülkeler tarafından anında kabul ediliyor. Bu hikaye de ilginç değil mi?

Peki siz Guaido’nun ezberlenmiş bildik sloganlar, muhalif söylemler dışında ne vaat ettiğini duydunuz mu? Devletleştirilen yahut fona geçen şirketler, kamu yararı neyi gerektiriyorsa ona göre yeniden değerlendirilecek! Yani uluslararası şirketlere peşkeş çekilecek. Bu cıfıtlığın ne olduğunu dünya alem bilmez mi? Halkı mı dünyayı mı belli değil ikna etmek ve destek toplamak için devam ediyor Guaido: Yolsuzluk ve yoksulluk önlenecek, demokrasiye geçilecek, bağımsız yargı etkinleştirilecek, özgürlükler tanınacak!.. Ne kadar tanıdık değil mi?

Bunun ne demeye geldiğini anlayabildik mi? Uluslararası şirketlerin desteklediği lider iş başına geçecek, böylece her şey yoluna girecek. ortalık bir anda güllük gülistana dönecek!.. Burası önemli, izninizle tercüme edeyim:

Küresel dünya düzenine, neoliberal siyaset ve ekonomik işleyişe, Latin ülkelerinden birinden ciddi bir itiraz var; soyguna, talana karşı çıkıyor, bunu da dünyanın gözü önünde göstere göstere yapıyor.. Affedilir gibi değil!

7: Şimdi, görüneni gerçek sanan milyarlarca insanın kulakları dünyaya servis edilen “diktatörlükten, siyasi baskılardan, yolsuzluklardan, eşitliksizlikten, cehaletten, hukuksuzluktan, evrensel değerlerin olmadığından, kadın haklarının yok sayıldığından” vs sözleri duyacak. İkna edici görselliklerle duydukları hakikat sanılacak. Biz bu anlatılara ve görselliklere şerbetliyiz. Hatırladınız mı daha yakında benzeri iknaları; Saddam’ı, Kaddafi’yi, Esad’ı!

(Bu değerlendirme diktatörlüğü savunduğumuz, baskıcı rejimlerden yana olduğumuz, yolsuzluk, yoksulluk, ahlaksızlık, cehalet ve hukuksuzluğu görmezden geldiğimiz yahut onayladığımız manasına gelmez. Hangi insan fıtratı, vicdanı bunları kabul eder ki biz kabul edelim. Burada mesele başka, biz de onu söylüyoruz. Mesele, her şeyin dünyaya anlatıldığı ve resmedildiği gibi olmadığıdır. Müsadenizle bu tür cıfıtlıkları, kepazlikleri yemediğimizi, yaşımızın, okuduklarımızın, yaşadıklarımızın, oncaaz tecrübeye sahip birikimimizin buna izin vermediğini hatırlatalım!)

8: Meselenin daha iyi kavranması için ara geçiş ve bağlantı sadedinde söylenmeli ki: Osmanlı savaşlarda yenilmedi, hükmen yenilmiş sayıldı ve imparatorluğun parçalanması meşruiyet kazandı. Biz de dayatılan bu realiteyi kabul ettik, şartlar dedik, güç dengeleri dedik vs kenara çekildik. Buna ikna olduk mu? Bir yerden başlatmak için diyelim 2. Mahmut’tan bu yana sarayı başta, yüksek kademede olan yönetici takımının yenilgilere çare bulma, çözülmenin önüne geçme adına, kendi kültür köklerinden kopup Batıyı üstün tutarak onları model alıp taklit etme uğrunda reformlar yapılmaya başlandı ya; doğrusunun bu yol olduğuna inandıkları için onları çok becerikliler olarak gördük mü? Nasılsa bu iki şeye inanmazsınız çünkü bu güne kadar bu hikayeyi başka türlü okuya, dinleye geldik!

(Bu değerlendirmeler de Osmanlı’yı yönetenlerin hatasız oldukları, ahvali dünyadan çok haberdar olup gelişmeleri takip ettikleri, gelişmelere uygun hazırlıklar yaptıkları, sorunlara çözüm için kendi kültürel köklerine dayalı politikalar güttükleri manasını içermez. Bunu da hatırlatalım!)

Daha bir ilginç olanı sadedinde desem ki, bugünkü Türkiye’de şöhrete ulaşmışlardan söze, “hadislere, mezheplere, geleneğe, fıkha” karşı çıkarak başlayanlar, İslami tarihi birikime modern zihinle bakıp yüzyıllarca Müslümanları ayakta tutmuş, korumuş, ümmeti izzetli kılıp dünya lideri yapmış usulü dayanağı reddediyorlar! Buna karşılık Kur’an ayetlerini modern sosyal hayatın içinden, reel gerçekliğe uygun olarak yeniden okuyup yorumluyorlar; modern bilgi biçimine, bilim anlayışına uygun olaraktan kitabı teolojik dayanağa dönüştürüyorlar! Bu hal 200 yıldır hemen her alanda Batı lehine yapılıp edilenlerin devam etmesine hizmet ediyor. Bunu yapanlar amma gaflet içinde amma cehalet, fakat ikisi de sonucu değiştirmiyor. Nasılsa buna da ikna olmazsınız!

(Bu değerlendirme de geçmişten devraldığımız curufları sahihleştirdiğimiz, tarihsel zaman içinde Müslüman nesillerden sadır olan hataları görmezden geldiğimiz yahut, gelenek deneni her şeyiyle kutsadığımız manasına gelmez. Bunu da hatırlatalım!)

Netice itibarıyla:

A: Bir devrin sonu derken bu dünya düzeninin bir gecede bitip tükeneceğini söylemiyoruz. Bir sosyal örgütlenme biçimi ve bu biçimin kendisine has kuracağı bir siyasal düzen, eskisini bir gecede yıkıp kendisini ertesi sabah gerçekleştirmez. İkisi de süreç işidir. Fakat son gelişmeler dört yüz yıllık bu düzenin resmen bittiğinin esaslı emareleridir. Trend bitişe işaret ediyor.

Sanırım artık “maymunun/dünyanın” gözü de açılıyor. Her şey göz önünde cereyan ediyor çünkü. İletişim araçlarının bu işe de yaradığını düşünselerdi var ya, ortaçağa götürürlerdi bunlar!

B: Herhangi bir ülkede baş gösteren muhalif söyleme dikkat ediniz; neye dayanarak yapıyor, kime karşı yapıyor, yaptıkları kimin hesabına kazanç olarak dönecektir? Söylemleri nedir, söylediklerinden ne çıkar, hedef ve amaç itibarıyla sosyal hayatımızda neyimizi düzeltmeye taliptir? Söyleyenler söylediklerini yapıyorlar mı? Kraliçenin muhalefetini muhalefetten sanmayalım!

C: Yazının son bölümünde ne çok “yok öyle değil böyle, yanlış anlaşılmasın” diyerek muradımıza yönelik parantez açmak zorunda kaldık. Ortak hastalığımızı, aczimizi ve kompleksimizi gördünüz mü! Birbirimizi niye zor anlıyoruz? Nerede yanlış yaptık da İslam’ın muhkemleri temelinde oluşacak ortak bakış açımızı kaybettik? Millet olarak işlerimizi icma temelinde niye çözemiyoruz!

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *