Bugün sokaklarda hayvan katliamı yaşanıyorsa ve bu katliamı yapanlar Kabahatler Kanununa göre 200-300 liralık cezalarla serbest kalıyorsa bu trajik durumdan çıkmanın yol ve yöntemlerini acilen bulmak zorundayız.
Hayvanlara yapılan eziyetler Ramazan bayramında yeniden ülke gündemine taşınırken, bu topraklarda hayvanların ne kadar el üstünde tutulduğunu Ufuk Coşkun bir yazısında çok güzel anlatmıştı. Yörünge dergisinin bu yılın Ocak sayısında, “Kuş Saraylarından Hayvan Barınaklarına Uzanan Hayvan Sevgimiz!” başlığı ile yayınlanan yazısında, “Dün hayvanlar için muazzam haklar hazırlayan kültür ve medeniyet birikimimiz, içimize atılan virüslerle yerle bir oldu.” tespitinde bulunmuştu.
Ufuk Coşkun, bugün bulunduğumuz hali bir “iflas” durumu olarak nitelendirdiği o yazısında hayvanlara gösterdiğimiz merhamet konusunda yaşadığımız değişimi de şöyle anlatmıştı:
16. yüzyılın önemli seyyahlarından Ogier Ghiselin de Busbecq seyahatnamesine şöyle bir not düşer: “…Venedikli bir kuyumcu kuş tutmaktan hoşlanırdı. Tuttuğu kuşlar arasında da bir kuşun kanatlarını gerip evin kapısına astı. Ağzını da bir çöple germişti. Sokaktan gelip geçen Türkler, durdular, kuşa baktılar. Kuşun kımıldadığını, canlı olduğunu görünce, hâline acıdılar. Zavallı bir kuşa böyle bir işkenceyi yapmanın müthiş bir cinayet olduğunu söylediler.
Kuyumcuyu evinden dışarıya çıkarttılar. Ensesinden yakalayıp hâkimin (kadı’nın) huzuruna çıkarttılar. Hâkim ağır bir ceza vereceği sırada, Venedikli azınlığın adlî işlerine bakan bir memur olan Venedik Balyozu gibi biri geldi ve suçlunun kendisine teslimini istedi. Zor belâ kuyumcu bu surette kurtarılabildi…” Osmanlının hayvanlara olan muazzam sevgisini ve merhametini gösteren ilginç bir hikâyedir bu.
Çünkü medeniyetini ahlak, adalet ve merhamet üzerine inşa eden bir toplum “yaratılanı Yaratan’dan ötürü “ sevme düsturunu benimser ve hayatın her alanında bunu sarih bir biçimde uygular.
Busbecq, gördüğü manzara karşısında şaşkınlığını gizleyememişti çünkü o dönem Batı’da bırakınız hayvanları, insanlara bile gereken değer verilmemektedir. Öyle ki Fransız rahip Du Loir, ünlü seyahatnamesinde, 1600’li yıllarda Türklerde hayvanlara karşı duyulan hislerin neredeyse dini bir görev mertebesine çıkarıldığını söyleyerek Türklerin bu tutumunu abartılı bulur. Çünkü geldikleri topraklarda çok farklı bir anlayış hâkimdir. Örneğin, Roma’daki dev arena Colesseum’un açılışında dokuz bin hayvan öldürülmüştü. İddialara göre, bu gelenek devam etmiş ve Kuzey Afrika ve Yakındoğu’daki fil ve aslanların kökü kurumuştu.
Kediler şeytan olarak nitelendirilmiş, diri diri ateşe atılmak, asılmak, temellere harç olarak kullanmak gibi sayısız işkencelere maruz kalmıştı. Saint-Jean bayramında kediler torbalarla alevlere atılıyor ve yanarak kaçışırken tepelerine çullanılıyordu.Köpekler deri ve etleri için öldürülüyordu. Bazı Avrupa ülkelerinde kısa zaman öncesine kadar kedi ve köpek kürkü işleyen dükkânlara rastlanabiliyordu. Almanya’da köpek kasapları vardı. Descartes’e göre hayvanlar canlı bile değildi, hatta acı çekmeyen makinelerdi. Böylece, hayvanlar üzerinde bayıltmaksızın deneylerin yapılabilme yolu açılmıştı.1
Osmanlıda ise örneğin yeni bir inşaat yapılırken bile kuşlar güvercinler unutulmazdı onlar için binalara, mutlaka su yalakları yapılır ve canlılara azami hassasiyet gösterilirdi. Dahası Osmanlıda halk arasında pazarlardan satın aldıkları kuşları azat etmek neredeyse bir gelenek haline gelmişti.
Sokaklardaki kedi ve köpekler doyurulur hatta hayvanlara bakılması için uşak tutulur, maaş verilir, fırıncılara ve kasaplara da köpekler için aylık para ödenirdi. Bu çerçevede kedi ve köpekler için kurulan çok sayıda vakıf bulunmaktadır.
Vakıflar arşivinde, eskilerin hayvan sevgisi ve merhametini gösteren çok enteresan vakıflar vardır. Meselâ İzmir’de Mürselli İbrahim Ağa, 1307’de, Ödemiş Yeni Câmi civarındaki leyleklerin beslenmesi için senelik 100 kuruş vakfetmiş. Adana Beylerbeyi Ramazanoğlu Pîrî Paşa, 1558’de, binek ve besi hayvanlarının otlaması için mera vakfetmiş. Lütfi Paşa, 1544’de Tire’de gelip geçen yolcuların hayvanlarının su içmesi için çeşme, yalak ve havuz vakfetmiş.
Rumelihisarı’nda 1778 tarihli Hacı Seyyid Mustafa vakfının vakfiyesinde, “her gün 30’ar akçelik taze ekmek alınıp sokak köpeklerine yedirile.” diye yazar. 1707 senesine ait Çandarlızade Mehmed Bey vakfı, güvercinlerin bakımı için bir güvercinhane kurmuş ve çiftlik evini buna vakfetmiş.
Şam’da Mescidül-Kıtat (Kediler Câmii) adında bir câmi vardır. Kıtat, kediler demektir. Burası, aynı zamanda sokağa atılan kedi yavrularını himaye için kurulmuş bir vakıftır. Câmi kayyımının, yüzlerce kedi yavrusunu vakıftan ciğer getirerek beslediği bir câmidir.
Şam’da Merci meydanından, Şam Üniversitesi ve Şam fuarı da dâhil olmak üzere, Mezze’ye kadar olan yerler, hayvanları himaye için kurulmuş bir vakıftır. Burası 2,5 km uzunluğunda, ortasından nehir geçen bir arazidir. Yaşlandığı veya hastalandığı için artık iş yapamaz hâle gelen binek hayvanları öldürülmez, vurulmaz, ölüme terk edilmez; burada bakılır.2
Leylek ve Kedi Hastaneleri
Sokak hayvanları için düzenlenen şiş kebap günleri… Hacı Baba mertebesine yükseltilmiş leyleklere sanki kutsalmış gibi yapılan muameleler… Sonbaharda geri dönemeyen ve bakıma ihtiyaç duyan leylekler için bakım merkezleri… Dünyada örneğine rastlanmayan Bursa’daki Leylek (Gurabahane-i Laklakan), Dolmabahçe’deki kuş ve Üsküdar’daki kedi hastaneleri… Cami ve mezarlıklardaki suluklar, kuş evleri, hatta mimari açıdan eşi ve benzeri bulunmayan kuş köşkleri, her hafta kurulan pazarlarda varlıklı ailelerin kafesteki kuşları satın alıp özgür bırakma geleneği…
Sokakta doğurmuş bir hayvan gördüklerinde hemen oracığa bir kulübe yaptırmak için yarışan insanlar… Yük hayvanlarına fazla yük yükleme tarzındaki merhametsiz uygulamalara karşı çıkartılan fetvalar, bu hayvanlara aşırı yükten dolayı ıstırap çektiren insanlara aynı yükü taşıtarak ceza verilmesi…3 gibi sayabileceğimiz çok sayıda örnekleri Osmanlı geleneğinde bulmak mümkündür.
Bölge Postası yazarlarından tarihçi Gülşah Taşkent’in “Osmanlıda hayvan hakları” başlıklı yazısında verdiği bilgilere göre; 1587 yılında 3. Murat döneminde yük beygirlerine taşıyabileceklerinden fazla yük yüklenmemesi için padişah fermanı çıktığını biliyoruz ki bu ferman dünyada hayvan haklarıyla ilgili çıkmış olan ilk kanun olma özelliğini de taşımaktadır.
Yine bununla ilgili olarak Abdülmecid döneminde yayımlanan bir bildiride cuma müminlerin bayramı olması sebebiyle beygir ve eşeklerin nakil işleminde kullanılması ve hatta üzerine binilmesi bile yasaklanmıştır. Anlaşılan Osmanlının derin ve ulvî görüşü 17. yüzyılda da hayvanlara bir gün tatil ve dinlenme hakkı vermiştir.
Ne var ki erdem, ahlak ve yüksek merhamet sahibi Osmanlının, modernleşme sürecinde kimyası bozuldu ve o güzel insanlar geçmiş tarihi tecrübelerini bir tarafa bırakarak, bir türlü kendisi olamadığı yollara savruldu. Bu aynı zamanda köklü medeniyete indirilen ağır bir darbeydi.
İtlaf Kararı
Öyle ki bakınız İstanbul’da Fatih Sultan Mehmed Han’dan o güne kadar köpeklere dokunulmazlık dahi verilirken bu hayvanların sonu, İttihat ve Terakki eliyle oldu. 1910 yılında yaşanan Hayırsız Ada vakası tam bir felaketti. Bu Osmanlı için yüz karasıydı. Yaklaşık 80 bin sokak köpeği, birkaç gün içerisinde toplanarak vapurlarla Hayırsız Ada’ya bırakıldı.
Adada, 80 binden fazla köpek, açlığa, susuzluğa ve sıcağa terk edildi. 3 ay boyunca da, Hayırsız Ada’ya tekne ile yeni köpekler götürülmeye devam edildi. Hayvanların ulumaları, acı iniltileri, ta İstanbul sokaklarından duyulur oldu. Bir süre sonra, sıcaktan, açlıktan ve birbirlerini parçalayarak ölen hayvanlardan hiç ses gelmez oldu… Ne hazin bir son değil mi? Bu ne acıklı bir son!
Türkiye’nin yüksek medeniyet anlayışı işte bu gibi yanlış uygulamalarla bertaraf edildi. Dün hayvanlar için muazzam haklar hazırlayan kültür ve medeniyet birikimimiz, içimize atılan virüslerle yerle bir oldu. Bakınız şimdi size günümüz Türkiye’sinden sadece son aylara ait bazı haber başlıkları paylaşayım.
“4 Ekim 2017 Hayvan Hakları Günü’nde Ankara’nın Mamak İlçesi’nde çöplükte battaniyeye sarılmış halde 8 ölü yavru köpek bulundu. Yavru köpeklerin nasıl öldüğü ve çöpe kimler tarafından atıldığının belirlenmesi için çalışma başlatıldı.”
“Erzincan’da Kent merkezindeki subay orduevinde sivil giyimli kişinin, yakaladığı kediye yumruk ve tekme atarak işkence yaptığını görenler, durumu adli makamlara bildirdi.”
“Şile Ağva’da Çataklı Köyü’nde arazide otlayan 7 mandayı başlarından vurarak öldüren şüpheliler, başlarını kesip etlerini kamyonlara yükleyerek çaldı.”
“Sinop’un Boyabat ilçesinde sokaklarda hayvan ölülerine rastlanmaya başlandı. Hayvanların neden öldüğü bilinmezken, belediye ekipleri ölü hayvanları sokaklardan çöp arabaları ile toplamaya başladı.”
“Antalya’nın Güzelbağ Mahallesi Asmalı Sokak’ta son 3 günde 15 köpek ve 10 kedi zehirlenerek öldürüldü.”
“Elindeki bıçakları kasap gibi bileyleyen cani, kediyi defalarca yerden yere vurdu. Yerde can çekiştiği esnada kediyi bir de bıçaklayan cani, öldürdükten sonra çöp konteynerine attı. O dehşet anları ise güvenlik kameralarına saniye saniye yansıdı.”
Bu vahim örnekler sadece son aylara ait. Peki, hayvanlara işkence eden ya da öldüren kişiler gerekli cezayı alabiliyorlar mı? Ne yazık ki buna verebilecek bir cevabımız yok. Çünkü hukukçulara göre Türkiye’de sokak hayvanları dâhil her türlü yabani ve deniz hayvanları Türkiye Cumhuriyeti Medeni Hukuku gereğince Eşya Kanunu kapsamında değerlendiriliyor. Şu gelinen noktaya bakın.
Bir vakitler hayvanlara, insanlık tarihinin en nadide, en şahane haklarını tanıyan merhametin, ahlakın ve erdemin zirve yaptığı bir medeniyetin çocukları bugün hayvanları eşya kanunu kapsamında ele alıyor ve bu doğrultuda yasalar hazırlıyor.
Bugün Türkiye’de bir hayvana kötü muamelede bulunmak, en temel hakkı olan yaşam hakkını elinden almak, 5326 Sayılı Kabahatler Kanunu kapsamında değerlendiriliyor. Bu bir iflastır. Yazımızın başında verdiğimiz örnekleri, yabancı seyyahların şaşkınlıkla kaleme aldıkları notlarını lütfen tekrar okuyunuz. Ve bugün geldiğimiz nokta…
Ne oldu da kendisiyle kavgalı, önyargılarını yıkamayan, merhametsiz, bir diğerini düşman gören bireyler yetişmeye başladı? Bu toprakların ruhuna aykırı tesis edilen sistemlerin bireyin içsel dünyasını tahrip ettiği bir gerçektir.
Bu aynı zamanda insanın kendini bilme, insanlığını gerçekleştirme kanallarını da tıkadı. Bu sistemler eğitimi de bu doğrultuda kurguladıkları için insanlara, hayvanlara, eşyaya, tabiata karşı merhametsiz insanların yetişmesine imkân tanındı.
Bugün tüm okullarımızda öğrenciler hayvanat bahçesi olarak adlandırılan ama aslında hayvanlar hapishanesi olan mekânlara ziyarete götürülüyor ve bunun adına da hayvan sevgisi diyoruz.
Kısacası bu toprakların ayarlarıyla oynandı. Kimyası bozuldu. Bugün sokaklarda hayvan katliamı yaşanıyorsa ve bu katliamı yapanlar Kabahatler Kanununa göre 200-300 liralık cezalarla serbest kalıyorsa bu trajik durumdan çıkmanın yol ve yöntemlerini acilen bulmak zorundayız.
Medeniyetimizi, kültürümüzü ve inancımızı yeniden gözden geçirip bu doğrultuda buraya ait derinlikli ve özgün değerlerimizle yeniden temas kurmalıyız.
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *