Cevabı net verilemeyen sorular arasında, Erdoğan’ın ‘güncelleme’ meselesini niçin gündeme taşıdığı ve bu tartışmanın siyasetteki karşılığının ne olduğuyla ilgili olanlar da vardı ve bu türden soruların cevabını bulma hususunda medya çok da istekli davranmadı…
İslam’ı Güncelleme Tartışmaları
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 8 Mart Dünya Kadınlar Günü vesilesiyle yaptığı konuşmada “İslam’ın güncellenmesi” hususuna dair sarf etmiş olduğu sözler kamuoyunda geniş yankı buldu ve farklı kesimler kendi bulundukları ideolojik pozisyona göre konuyla ilgili farklı görüşler serd ettiler.
Genel olarak ‘gelenekçi’ çevreler ‘güncelleme’nin kabul edilemeyeceğini savunurken, ‘modernist’ eğilimleri olanlar bunun günümüz şartlarında bir ihtiyaç olduğunu ileri sürdüler. Seküler-laik kesim ise, genel olarak, ‘reform’ ihtiyacını öne çıkaran bir söylemi benimsedi. Erdoğan’ın sözlerinin kendi amaçlarıyla örtüştüğünü düşünen ‘modernist’ kesim, önceleri sarf edilen sözleri destekler tarzda bir tutum takınırken, bir süre sonra, Cumhurbaşkanı’nın ‘kast’ının kendi görüşleriyle çok da örtüşmediği düşüncesiyle, tartışmayı sürdürmekten vazgeçti. Konunun Erdoğan tarafından ‘resmi’ makamlara havale edilmiş olması nedeniyle, bir süre sonra tartışma gündemden düştü ve medya, bazı önemli sorulara cevap bulamadan, mevzu ile ilgili yayın yapmayı bıraktı. Cevabı net verilemeyen bu sorular arasında, Erdoğan’ın ‘güncelleme’ meselesini niçin gündeme taşıdığı ve bu tartışmanın siyasetteki karşılığının ne olduğuyla ilgili olanlar da vardı ve bu türden soruların cevabını bulma hususunda medya çok da istekli davranmadı. Onu daha çok ilgilendiren, (‘reyting’ kaygısıyla bağlantılı olarak) meselenin ‘dini’ boyutuyla tartışılmasıydı. Neticede gündem işgal eden birçok konudan (özellikle de ‘düşünsel’ ve ‘siyasi’ boyutları itibarıyla) daha önemli olan bu mesele, böylece, yeterince tartışılmadan, medyanın tozlu raflarına kaldırılmış oldu.
Peki, konuyla ilgili olarak söylenmesi gereken nedir? Acaba, Erdoğan, ‘din adamları’nın çözmekte yetersiz kaldığını düşündüğü bir konuda, nihai karar mercii olduğu inancıyla devreye girip meseleyi (Demokles’in kılıcı örneğinde olduğu gibi) çözmeyi mi amaçlamıştır, yoksa bu çıkışın arkasında başka (yahut ‘politik’) gayeler mi vardır? Bu soruya cevap aramadan önce, sürecin yeniden gözden geçirilmesi gerekmektedir. Bilindiği gibi konuyla ilgili tartışma, kızların evlilik yaşı, asansörde halvet hali, dayak yiyen kadının haline şükretmesi gerektiği vb. meselelerde bazı ‘gelenekçi’ çevrelerin bildik türden iddialarının kimi medya organları tarafından gündeme taşınmasıyla başladı. Konu karikatürize edilince de, siyasetçiler devreye girdi ve önce Devlet Bahçeli, ‘gelenekçi’ tutumu öteden beri bilinen Nurettin Yıldız’ı MHP Grup Toplantısı’nda ‘sapık’ ve ‘meczup’ olarak niteledi, ardından da medyanın büyük bölümü bu açıklamayı olumlayan yayınlar yaptı.
Bahçeli’nin bu açıklaması, siyasetçilerin genellikle ‘muhatap’ kabul edip cevap verme gereği duymadığı bu kesimlere yönelik bir çıkış niteliği taşıyordu ve bu, birçok kesimden olumlu tepki aldı. Erdoğan’ın “güncellemenin ihtiyaç olduğu” yönündeki açıklaması ise bundan iki gün sonra geldi. Burada meseleye ‘politik çıkar’ açısından bakıldığında, Bahçeli’nin yaklaşan Dünya Kadınlar Günü vesilesiyle, halkın hissiyatına hitap ederek sempati kazanmak istediği düşünülebilir ve bunun ‘siyaset dili’nde bir karşılığı da olabilir. Erdoğan’ın hemen ardından yaptığı açıklamayı da benzer şekilde değerlendirmek mümkündür. O da, özellikle kadınlarla ilgili olarak yapılan açıklamalar neticesinde gelenekçi çevrelere karşı toplumda beliren tepkiyi oya tahvil etmek istemiş olabilir. Fakat burada gözden kaçan bir husus vardır ki, o da iki siyasi liderin hitap ettikleri toplumsal tabanın farklı oluşudur. Yani Bahçeli’nin açıklamalarının, ‘milliyetçi’ çevrelerde olumlu karşılanabileceğini tahmin etmek zor değildir, fakat aynı şeyi ‘muhafazakar’ çevreler için düşünmek zordur. Nitekim öyle de oldu: bu çevrelerin bir kısmı yapılan açıklamaya cılız bir destek verirken, önemli bir kesimi açıklamaya tepki gösterdi. Hatta bazı gelenekçi çevreler, tepkilerini, Erdoğan’a “sen kendi işine bak, din işlerini ehline bırak” diyecek noktaya kadar götürdüler. Peki, bunun böyle olabileceğini Erdoğan yahut danışmanları hiç mi düşünmedi? Biz buna ihtimal vermiyoruz ve o nedenle de izahın bir başka türlü yapılması gerektiğini düşünüyoruz.
Bizce konu bağlamında ilk sorulması gereken soru, Erdoğan’ın mezkur açıklamayı niçin yaptığı ile ilgili olmalıdır. Malum olduğu üzere, AKP, muhafakazar tabana hitap eden bir partidir. Bunun içerisinde ‘koyu gelenekçi’ler olduğu gibi, ‘ılımlı’ gelenekçiler de vardır. Ayrıca AKP, bir ‘merkez’ partisi olarak (özellikle de son iki yıldır) ‘milliyetçi/sağ’ seçmene de hitap etmekte ve oradan da oy almaktadır. Bu çevrelerin ‘din’ ile ilgisi diğer kesimlere nazaran ‘fazla’ olduğu için, ‘muhafazakar/sağ’ seçmene hitap eden bir parti bu çevrelerle ilişkilerini bozmamak (yani ‘oy’ almak) için her daim ‘dini’ mevzularda ‘sempatik’ bir tutum takınmak durumundadır. Fakat bu son çıkışla birlikte, Erdoğan’ın, geleneksel tutumundan görece farklı bir tavır sergilediği görülmektedir. Zira yapmış olduğu açıklama, parti kurmayları ve danışmanlarının da iyi bileceği gibi, özellikle ‘koyu gelenekçi’ kesimden tepki almaya müsaittir ve bu, öngörülemez bir şey değildir! Biz, bu konuda ‘bile bile’ bir hata yapıldığını düşünmüyoruz. Bilakis, “İslam’ın güncellenmesi gerektiği” ile ilgili açıklamanın ‘bilinçli’ olarak yapıldığı kanaatindeyiz. Bizce ‘siyaseten’ beklenen fayda da şudur: Malum olduğu üzere AKP, özellikle de son 5-6 yıldır bir ‘söylem’ sıkıntısı çekmektedir. İlk 10 yılda toplumun hemen her kesiminden oy alabilirken, son yıllarda bu noktada ciddi sıkıntılar yaşamaktadır. Parti, özellikle de Rusya, Suriye, Çözüm Süreci, AB ve Batı ile ilişkiler noktasında göstermiş olduğu ‘değişken’ politika nedeniyle ciddi bir ‘imaj’ bozulmasına maruz kalmış ve (bununla bağlantılı olarak) iç politikada ‘hamle’ yapabilme şansını yitirmeye başlamıştır. Yani AKP, artık topluma ‘yeni’ bir şey söyleyememekte, yeni bir ‘ümit’ vaad edememektedir. Bu, ‘siyaseten’ şu anlama gelir: AKP, ‘muhafazakar’ tabandan alabileceği maksimum oyu almıştır! Bundan sonra, eğer bir atılım yapacaksa, bu, ancak ‘yeni’ sosyal tabanlara hitap etmekle mümkün olabilir. İşte biz, Erdoğan’ın yapmış olduğu son açıklamanın ardında, böylesi bir kaygının yattığını düşünüyoruz. Bize göre, Cumhurbaşkanı, bu son açıklama ile ‘farklı’ bir sosyal tabana hitap ederek partisinin oylarını artırmaya çalışmaktadır (nitekim aynı şeyi, daha önce ‘Atatürk Açılımı’nda da denemiş ve orada da ‘farklı’ bir sosyal tabana hitap ederek oylarını artırmaya çalışmıştı). Bu farklı tabanı ise, kabaca, “dini hissiyatı olup hurafeci olmayan” kesimler olarak tarif etmek mümkündür. Türk toplumunun sosyolojik yapısına bakıldığında, CHP’ye oy veren ‘laik’ kesimde dahi böylesi insanların bulunduğu bilinmektedir. İşte Erdoğan’ın, koyu gelenekçi kesimlerden gelecek oylardaki görece ‘az’ kaybı göze alarak, daha ‘geniş’ bir kesim olarak gördüğü bu sosyal tabana hoş gelecek bir jargon kullanmasının sebebi budur. Bunun ardında belirli bir ‘mantığın’ olduğuna kuşku yoktur, ama bu mantık söz konusu meselede işe yaramış mıdır? Bunu söylemek pek mümkün görünmüyor. Halihazırda bu tartışmanın devam edip etmeyeceğine dair net bir şey söylenemeyeceği için, bu konuda kesin yargı içeren cümleler kurmak doğru olmaz. Fakat şu an itibarıyla, (gelenekçi çevrelerden gelen tepkiye bakıldığında) bu hesabın tutmadığı söylenebilir. İleride Diyanet İşleri Başkanlığı (bir hazırlığın ardından) konuyu yeniden gündeme taşıyabilir mi? Bu da ihtimal dahilindedir. Eğer DİB, hazırlığını ciddi biçimde yapar ve konu tekrar gündem oluşturacak şekilde tartışılırsa, iktidar partisinin söz konusu sosyal tabandan belirli oranda oy alması mümkün olabilir.
Bu noktada şu hususa da değinmekte yarar vardır: söz konusu sosyal taban son yıllarda giderek genişlemektedir. Zira toplumun bilgi seviyesi artmaktadır ve bilhassa genç kesimin artık ‘hurafe’lere karnı toktur. Dolayısıyla siyasetçilerin bu gelişimi dikkate alarak yeni manevralar yapmasında şaşılacak bir şey yoktur. Esasında, gençlik kesiminde son yıllarda görülen ‘deist’ veya ‘ateist’ eğilimi de aynı zaviyeden değerlendirmek mümkündür. Gençler, inanacaklarsa, gönülden inanmak istemekte ve o yüzden ‘sorgulayıcı’ bir tavır geliştirmektedirler. Bu eğilimin elbette ‘eyyamcılık’la da ilgisi vardır. Fakat mezkur gelişmeyi tamamen eyyamcılığa bağlamak doğru olmaz. Gençler, sorgulayıcı mantıklarını tatmin edecek cevaplara açıktırlar. Önemli olan bunu yetkin bir şekilde yapabilmektir. Gelenekçi kesimin, özü itibarıyla, böyle bir şansı yoktur. Fakat İslamcılar, bir takım düşünsel zaaflarını giderebilirlerse, gençlerin sorularına tatmin edici cevaplar verebilirler. Bu durumda da, ‘güncelleme’ tartışmalarından manalı bir netice çıkmış olur.
Konunun ‘fıkhi’ (veya ‘dini’) boyutu için ise şunlar söylenebilir: Erdoğan’ın siyasi geçmişine bakıldığında, yapılan açıklamanın gayesinin ‘dinde reform’ olduğunu söylemek zordur. Her ne kadar ilk açıklamada bu çağrışımı yaptıran (“İslam’ın hükümlerinin güncellenmesi vardır” türü) bazı sözler sarf edilmiş olsa da, daha sonra yapılan (“kastımız reform değildir” şeklindeki) açıklamada ‘niyet’in ne olduğuna dair açık ifadeler bulunmaktadır. Bilinmelidir ki, Erdoğan’ın dini müktesebatının, bildik manada ‘dinde reform’ talep edecek bir muhtevaya sahip olması mümkün değildir. ‘Dinde reform’, tipik manada, ‘seküler’ zihniyet sahiplerinin (kısmen de ‘Müslüman Modernist’ kesimin) talebidir. Erdoğan ise, esasen ‘gelenekçi’ kabul edilebilecek Milli Görüş çizgisinden gelmektedir ve bu çizginin öteden beri ‘reform’ çağrılarına mesafeli durduğu malumdur. Cumhurbaşkanı’nın AKP’nin kuruluşundan sonra Medeniyetler İttifakı projesi bağlamında izlediği siyasetin, böyle bir amacın güdülebileceğine ilişkin bir ‘kanıt’ olarak sunulması da imkan dahilinde değildir, çünkü bu projenin uygulama alanı, esasen, ‘din’ değil, ‘siyaset’tir. Projenin ‘din’ ayağı olsa da, herkesin bildiği gibi, bu alanda ‘somut’ netice almak zordur. Zira yüzyılların birikmiş sorunları ‘siyasi’ bir proje ile (ve bir çırpıda) çözülemez. ‘Dinde reform’ meselesinin de dahil olduğu ‘içtihat’ problemi, alanında uzman ‘alim’ şahsiyetler tarafından ve ciddi müzakereler yapıldıktan sonra çözülebilecek bir meseledir. Siyasetçilerin bu noktada yapabileceği fazla bir şey yoktur. Bunun örneği, İran ve Suudi Arabistan gibi ülkeler üzerinden verilebilir. ‘İslam devleti’ oldukları iddiasını yüksek sesle dillendiren bu ülkeler, hayli imkana sahip olmalarına rağmen, bu türden konulara Ümmet’in genelinin aklını ve vicdanını tatmin edecek düzeyde cevap üretebilme performansını ortaya koyamamışlardır. Çünkü konunun (maddi boyutu aşan) ‘mezhepler’, ‘tasavvuf’, vb. zorlu alanları vardır ve bu mevzularda derde deva olacak ‘içtihatlar’ yapabilmek kolay değildir. Bu konuda Mevdudi, Kutub, Şeriati gibi saygın isimler dahi cehd göstermişler ve (önemli düşünsel ilerlemeler kaydetmelerine rağmen) nihai anlamda sorunu çözememişlerdir. Buradan şu neticeye de ulaşılabilir: Erdoğan’ın konuyu ‘ilahiyatçılar’a havale etmesi, derde deva olacak bir girişim olarak görülemez. Çünkü halihazırdaki ‘ilahiyat’ çevrelerinin bu birikime (veya ilmi saygınlık ve otoriteye) sahip olduklarını söylemek zordur. Bu sorunu ancak, ‘otorite’ olmuş bir alim (veya ‘alimler’) çözebilir. Onların da Müslüman Dünyası’nda varlığı şu an itibarıyla şüphelidir. Esasen konunun bu yönü, kişilerle değil, bilakis Müslüman Dünyası’ndaki ‘toplam bilgi hasılası’ ile ilgilidir. Bu noktada, Müslüman Dünyası’nda ciddi sıkıntılar olduğuna ise kuşku yoktur. Gerek İslam’ın gerekse Batı’nın iyi bilinmesi noktasında önemli sorunlar var iken, bir kaç yıllık gayretle böylesine büyük çaplı meselelerin köklü çözümünün bulunabileceğini iddia etmek mümkün değildir. İçtihat kapılarının açılması, sadece istemekle olmaz; bunun yanı sıra ciddi manada ilmi bir faaliyet de olmalıdır. Bu yoksa içtihat kapısı sahici manada açılmayacaktır. Aslında, insan düşüncesine hiçbir zaman ket vurulamaz ama düşüncenin ‘kalitesi’ de toplumun ona yönelimi ile ilişkilidir. Bir toplum, topyekün düşünsel yetkinliği hedeflemiyor ve kaynaklarını o yönde kullanmıyorsa, genel bir ilmi kalkınmaya da ulaşamaz. Bu tür toplumlarda ilim ‘marjinal’ olarak gelişir, fakat bu, genelin sorunlarını çözmeye yetmez. O nedenle, ‘içtihat’ alanında ciddi bir netice alabilmek için sadece ‘uzman çabası’na bel bağlamak doğru değildir; toplumun bütün kesimlerinin de (şu veya bu şekilde) sürece dahil edilmesi gerekir.
Tabii bu düşünce, bizi, kaçınılmaz olarak, ‘fıkhi’ sorunların çözümünde izlenmesi gereken ‘yöntem’in ne olacağı tartışmasına götürür. Burada öncelikle Müslümanların çağdaş dönemdeki ‘pozisyon’larına ilişkin bir tespit yapılmalıdır. Müslümanlar Mekki ortamlarda yaşıyorlarsa, hangi oranda ‘fıkhi’ meselelerle uğraşacaklardır? Yahut da Medeni şartlara özgü fıkhi problemlerin çözümünü Mekki ortamlarda aramak doğru mudur? Bu, önemli bir sorudur ve ‘içtihat’ veya ‘dinde reform’ tartışmaları yapılırken öncelikle ve bilhassa bu soruya cevap aranmalıdır. Kanaatimize göre, Mekki şartlarda ‘fıkhi’ meseleleri ana gündem maddesi haline getirmek doğru bir yaklaşım olmaz. Bilakis Mekki ortamlarda, her şeyden daha çok, bir ‘İslam toplumu’nun ortaya çıkması için çalışmak gerekir. (Malum olduğu üzere, Peygamberimiz de Mekke’de esasen böyle bir ‘strateji’ izlemiştir!) Bu toplum ortaya çıktığında, ‘fıkhi’ sorunların çözümü için de sağlam temel atılmış demektir. Toplumun ‘devlet’e dönüşmesi durumunda da ‘fıkıh’ sistematik bir mahiyet kazanır. Çünkü ‘karmaşık’ sosyal ilişkileri düzenlemek için, sistematik düşünceye ihtiyaç vardır. ‘Fıkıh’ işte böylesi durumlarda bir ‘özel’ ilim alanı (yahut ‘disiplin’) olarak ortaya çıkar. Bu, şu demektir: büyük oranda Mekki şartların hakim olduğu dönemlerde, Müslümanların ‘fıkıh’ dilini kullanması doğru değildir. Bilakis, böylesi şartlarda dil, ‘ideolojik’ olmalıdır. Yani Müslümanlar, Mekki dönemlerde, öncelikle ‘hak’ ve ‘hakikat’ konularında insanların kalplerini ve vicdanlarını ikna edecek bir söylemi benimsemelidirler. İnsanların kafalarında dinin hakikat iddiasına yönelik şüpheler mevcutken, namaz-abdest yahut halvet-kumar vb. konuları öncelikli gündem edinenler, stratejik hata yapmaktadırlar. Bu kişilerin yaptığı, ‘tebliğ’ değil, olsa olsa, ‘beyhude fetvacılık’tır! Öyle olduğu içindir ki, toplumun düşünen ve sorgulayan kesimleri, bunların sözlerine itibar etmez, git dedikleri yoldan da gitmezler!
Fakat Mekki ortamlarda yapılmaması gereken başka bir şey daha vardır ki o da şudur: tebliğde ‘savunmacı’ ve ‘özür dileyici’ bir dil kullanılmamalıdır! ‘Modernist’ler işte böylesi bir dili kullanmaktadır. Onlar, İslam’ı savunayım iddiası ile ortaya çıkarken, daha baştan müsabakayı kaybetmektedirler, zira rakibin üslubunu/kavramlarını benimsemek suretiyle, baştan psikolojik üstünlüğü kaybetmektedirler. Bunlar, toplumda yarattığı antipati yüzünden ‘reform’ kelimesini kullanmamaya özen gösterirler, ama benzer gayelere ‘yenileşme’ veya ‘çağdaşlaşma’ kavramları üzerinden ulaşmaya çalışırlar. Bu söylemin izlerini “demokrasi İslam’la bağdaşır”, “asıl özgürlük İslam’da vardır”, “Müslümanlar ‘birey’ olmayı öğrenmelidirler” vb. popülerleşmiş sloganlarda da sürmek mümkündür. Bir dönem İslam’ın ‘akıl dini’ olduğunu, bir başka dönem İslam’ın ‘sosyalizm’le bağdaştığını, bir diğerinde “bilim ile dinin çelişmediğini” savunanlar da esas itibarıyla bu gruba mensupturlar. Bunların amacı, esasen, modernizm (yahut ‘çağdaşlık’) ile İslam’ı uzlaştırmak ve bu sayede çağdaş dönemde İslam’ın moderniteye karşı ‘ideolojik’ bir rakip olarak çıkmasını önlemektir. Bu anlayışın sahiplerinin bazıları bu amacı göremese de, bu grubun ‘işlev’i esas itibarıyla budur. Bunların ‘güncelleme’den anladıkları, ‘tarihselcilik’ ve ‘hermenötik’ bağlamda İslam’ın yeniden (ve çağın şartlarına uygun olarak) yorumlanmasıdır. Bazılarının bununla kastı, hadlerin, miras hukukunun vs. uygulanmaması iken, bazılarının kastı da neredeyse tamamen ‘modern hukuk’un benimsenmesidir. Elbette ‘modernist’ anlayışın hepsi bir değildir; ‘ılımlılar’ı olduğu gibi ‘radikaller’i de vardır! Radikal modernist bir tutumu benimseyenler, Kur’an’ın 1400 yıl öncesi şartlarının ürünü bir kitap olduğunu ve birçok yönüyle bugüne hitap edemeyeceğini iddia ederken, ‘ılımlı’ modernist yaklaşım sahipleri, (‘tarihselcilik’ değil) ‘tarihsellik’ kavramı temelinde bir ‘güncelleme’yi önermektedirler.
Kanaatimize göre ise, hem ‘gelenekçiler’in hem de ‘modernistler’in yaklaşımları esas itibarıyla doğru değildir. Gelenekçiler yanılmaktadır, çünkü çağdaş dönemde çağcıl sorunlara İslam’ın temel kaynakları temelinde cevap aranmalıdır. Gelenekçiler, başını kuma gömen devekuşu misali, yaşanan sorunları görmezden gelmeye çalışmaktadırlar. Bu yaklaşımdan, çağcıl sorunların çözümünü beklemek beyhudedir. Modernistler de yanılmaktadır, zira ‘modernite’ birçok temel kavramı (özgürlük, eşitlik, kardeşlik, hoşgörü, ilerleme, demokrasi, vb.) itibarıyla İslam’la çelişir. Temel kavramlarda ‘çelişik’ olan iki düşüncenin tali noktalarda örtüşmesi, ikisinin ‘bağdaşabileceği’ şeklinde yorumlanamaz. Modernistler, evet, ‘gelenekçiler’den farklı olarak, çağın sorunlarına çağcıl cevaplar bulmaya çalışmaktadırlar, fakat bunu ‘eksen’ sorunu yaşayarak yapmaya çalışmaktadırlar. Modernistlerin sorunu, ‘modern’ olanı öncelemeleri; modernitenin ardındaki ‘ideolojik’ yahut ‘felsefi’ boyutu görememeleridir. Bu yüzden, rahatlıkla, “bilim dinle bağdaşır” yahut “demokrasi İslami bir yönetim şeklidir” diyebilmektedirler. Halbuki yapılması gereken, üretilmiş olan teknolojinin yahut bilimin ardındaki ‘mantığı’ yakalamak ve bu mantığın etki alanını doğru tespit etmektir. Modernistler, Batı’da üretilmiş her yapıtın/teknolojinin/bilimin ardında hümanist, eşitlikçi ve özgürlükçü Batı Düşüncesi’nin yattığını görememektedirler. Bu nedenle de, rahatlıkla ‘uzlaşma’cı olabilmektedirler. İşte ‘sömürü’ bu kapıdan içeri girmeyi arzulamaktadır.
Bilindiği üzere Batı sömürgeciliği mahiyet değiştirmiştir ve artık eski ‘kaba’ teknikleri kullanmak yerine, sömürmek için daha ‘sofistike’ yöntemlere başvurmaktadır. Müslüman Dünyası’nda bu amaca ulaşmanın en iyi/kolay yolu, İslam’ın ideolojik direnç noktalarını imha etmektir. Bu da en güvenli biçimde ‘ideolojik safiyet’in bozulması ile mümkündür. İşte ‘uzlaşı’ çabası bunu sağlamaktadır. Elbette ki her ‘modernist’in bunu bilinçli bir şekilde yaptığı söylenemez. Bazıları, Batı’nın gayri meşru amacına ‘alet’ olmaktadır ve bunun farkında bile değildir. Fakat bu, modernist anlayışın mazur görülmesi için bir gerekçe olarak ileri sürülemez. Yapılması gereken bellidir: İslam’ın temel kaynaklarından sapmadan, ‘tarihselcilik’ ve ‘hermenötik’in tuzağına düşmeden, çağcıl/küresel bir dil kullanarak, İslam’ın hakikatlerini çağın insanına açıkça, eğip bükmeden ve ‘yetkin’ bir şekilde anlatmaktır. Bunu da ancak (İslam’ı da Batı’yı da iyi bilen) Müslümanlar yapabilir. Müslüman Dünyası böylesi ‘yetkin’ insanları yetiştiremediği sürece, ‘güncelleme’ tartışmaları sonuçsuz kalmaya mahkumdur. Zira “yetkinlik olmadan, etkinlik olmaz.”
İKTİBAS
1 Comment
ersin ertuğrul satan
19 Nisan 2018, 09:26Gündemden erken düşen bir başlık oldu. Üzerinde yeteri kadar durulmadı. Önümüzdeki süreçte yeniden piyasaya sürülebilir bir tartışma başlığı.
Okunmaya, değerlendirmeye değer bir yorum.
Tebrik ve teşekkür ederiz…
REPLY