Mehmed Durmuş: Muhasebe

Mehmed Durmuş: Muhasebe

Muhasebe dendi mi, derhal hemcinsimizin yakasına yapışmanın aklımıza geldiği gerçek değil mi? Oysa hesaplaşma, önce insanın kendi nefsiyle olmalı değil midir? İçten başlamalı değil mi muhasebe?

Muhasebe ‘hesap’tan türeme; hesaplaşma, hesaba çekme demektir. Evet, hesaplaşma/hesaba çekme. Peki, ama kimin hesabı? Kim hesaba çekecek, kimi hesaba çekecek, niçin hesaba çekecek?
Muhasebe dendi mi, derhal hemcinsimizin yakasına yapışmanın aklımıza geldiği gerçek değil mi?
Oysa hesaplaşma, önce insanın kendi nefsiyle olmalı değil midir? İçten başlamalı değil mi muhasebe? Şairin dediği gibi, “ben neyim ve bu hal neyin nesi?” diye sormak, muhasebe için iyi bir başlangıç olsa gerektir. O çok kıymetli vaktimizin bir cüz’ünü bu iş için ayırmamız gerekmez mi? Salât ibadeti de aslında bir yanıyla, iç muhasebemiz içindir.
Sonra muhasebe, diğer ‘ben’lere doğru yayılmalı. Halka içinde, kendi kendini hesaba çekmeyen kimse kalmamalıdır. Her nefis, ölümden önce muhasebeyi tatmalı ki, hayatta düzen bozucu değil, düzeni sağlayıcı olmalıdır.

***

Muhasebe, Müslüman olup olmadığımızı anlayabilmek için, yüzümüze ayna tutmaktır, kendimizle yüzleşmektir. Kendimizle yüzleşebiliyorsak, başkalarıyla yüzleşmekten de çekinmeyiz. İmanımızın derecesini göreceğiz muhasebe ile. Nefsimiz, böbürlenmek en büyük hasleti olan Firavunluk makamından inip, aşırılıklardan kaçınan vasat bir mümin makamına demir atacaktır.

Bu vasatlık, nebileri / rasulleri, Allah tarafından biz kullarına örnek gösterilecek kadar değerli kılan tevazu makamıdır. Edep makamıdır. Haddini bilme makamıdır. Fedakârlık ve adanmışlık makamıdır.

Meryem’in annesinin, karnındaki yavrusunu, “Rabbim, karnımdakini azadlı bir kul olarak sana adadım! Bunu benden kabul buyur! Şüphesiz sen işiten ve bilensin.” demesini çok duygulu ses tonlarıyla okuyoruz. Lakin asıl mesele, İmran’ın karısına karşılık, benim de Allah için adayabildiğim bir şeyimin olup olmadığıdır.

Üç Din’in müntesiplerinin de sahiplendiği (Allah’ın ise Yahudilik ve Hristiyanlıktan kesin olarak temyiz ettiği) İbrahim’in, oğlu İsmail’le birlikte çölün ortasında diktiği Beyt’i Allah’a adamasını ve baba-oğul, ikisinin birden, “Rabbimiz! Bunu bizden kabul buyur!” diye yakarışlarını da çok beğeniyoruz…  Fakat yine vicdanımızın ta derinliklerinde bir şey bizi rahatsız ediyor: Bizim, Allah’a, “Rabbim! Bunu benden kabul buyur!” diyeceğimiz bir amelimiz var mı? Neyi adıyoruz Rabbimize? Adadığımız şeyler şunlar olmasın: Kinimiz, hırsımız, öfkemiz, Müslüman kardeşimize olan husumetimiz, düşmanlığımız. Bizim ‘beyt’imiz de bunlar galiba.

Evvelkiler, niza ortamlarında, insanların ‘cin atına binmesi’ gibi bir keyfiyetten söz ederlerdi. “Beni cin atına bindirme” gibi cümleler kurulurdu. İşte bugün hayatlarımız tam da budur: Cin atına biniyoruz, belki de hiç inmiyoruz o attan. Cin şeytanları gezdiriyor bizi eyersiz sırtlarında. İnsan şeytanları da yardım ve yataklık ediyor onlara. Elbette hiçbir mazeret, nefislerimizin taşkınlık ve tuğyanını örtmemektedir.

Sadede gelecek olursak, günahları, suçları, cürümleri başka yerlerde aramadan, öncelikle kendi benliklerimizde aramalıyız. Ahiretteki hesaptan önce bu dünyada, henüz nefes alıp veriyorken, akıl sağlığımız da yerinde iken kendimizi hesaba çekmeliyiz.

Muhasebemiz ne şekilde olursa olsun, ulaşacağımız en doğru sonuç şu olmalıdır sanırım: Rabbimiz Allah’ın bizden istediği sarsılmaz bir iman, kesintisiz salih amel, Allah’a adanmış bir hayat, nebilerin ahlakı ile ahlaklanmış bir kişilik ve çok çalışmak. Bu neticeyi vermeyen bir muhasebe, muhasebe olmasa gerektir.

***

Bir muhasebe yapmamız gerekiyor, bir uzun muhasebe… Öyle, ölü gömücülerin mezar başında bağırmaları gibi değil: “Allahım! Affedilmedik günahımızı bırakma! İyileştirilmedik derdimizi bırakma! Ödenmedik borcumuz kalmasın! Oğullarımız ve kızlarımıza iş, aş ve eş ver! Düşmanımızı kahret! Ordumuzu karada, havada, denizde muzaffer eyle!”

Bunun yerine, müminlere yakışır bir muhasebe. Nebilerin muhasebesi cinsinden. Ta yürekten gelen, kalp-akıl, duyularımız ve dilimizle tam mutabakat halinde, imanımızdan neş’et eden bir muhasebe.

Muhasebemizde şunları sormalıyız kendimize:
İmanımda, atmayı eksik bıraktığım bir düğüm var mı?
Amellerimden tam bir mümin hazzını alıyor muyum?
Ahlakım nebîlerin ahlakına benziyor mu?
Komşularım, akrabalarım ve alakadar olduğum kadarıyla toplum bana da ‘el-emîn’ nazarıyla bakıyor mu?
Müslüman kardeşime karşı tutumum velayet esasına mı dayanıyor, berâe esasına mı?
Kâfirlere gösterdiğim saygı ve hürmeti Müslüman kardeşime gösterebiliyor muyum?
İslam benim için kişisel bir mesele midir, yoksa uğrunda her şeyimi feda edebileceğim bir Allah davası mıdır? İslam’ı kişisel olarak sosyal mekanlarda görünürlüğümün ve ‘kendimi ispat’ın bir gereği olarak mı ‘dava’ ediniyorum, yoksa, uğrunda ölümü göze alarak, bütünüyle Allah’a imanımın bir gereği olarak, Allah’ın adının î’lâ edilmesi için mi ‘dava’ ediniyorum?

Bütün bu soruların açık yüreklilikle cevaplandırıldığı bir muhasebe yapılmadan yapılan işler, atılan nutuklar, sorunlarımızı halının altına süpürme işlevi görmekten başka bir işe yaramamaktadır. Rabbimiz bizleri nefislerimizin, Semud kavminin kayalara oydukları sağlam yapılarına benzeyen tekebbür kulelerinden uzak kılsın. Bizleri İbrahim’in, Meryem’in ve Muhammed’in v.d. (sav) teslimiyetlerine erdirsin.

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *