Bilinmelidir ki, ikna süreçlerinde ‘şiddet’in bir faydası yoktur. Peygamberimiz Mekke’de bu nedenle ‘şiddet’e başvurmamıştır. Aslolan ‘ikna’dır; insanların kalplerine ve akıllarına hitap etmektir. Zafer, asıl orada kazanılır. Müslümanlar her daim bu bilinçle hareket etmelidirler. Bugün, insanlığın İslam’a ihtiyacı olduğu bir dönemde, ‘şiddet’i meşru bir yöntem olarak görenler, ya kördürler ya da maksatlı planların aracı olmaktadırlar.
Son zamanlarda siyasal gelişmelerin küresel ölçekte farklı bir yöne evrildiğine dair siyasi mahfillerde bazı yorumlar yapılmaktadır. Özellikle de son ABD seçimlerinin ardından yaşanan gelişmelerle ilişkilendirilerek dile getirilen bu iddia acaba ne ölçüde gerçeklik değeri taşıyor? Gerçekten de, bundan böyle, global siyasetin, iddia edildiği gibi, II. Dünya Savaşı’ndan sonra geçerli olan değer ve kurallara göre işlemesi zor mu? ‘Yeni Dünya Düzeni’ arayışlarının sonuçsuz kaldığı kesin bir şekilde söylenebilir mi? Siyaset alanı, artık, daha çok ‘çatışma’ kavramı çerçevesinde mi dizayn edilecek? Bu sorulara cevap verebilmek için Soğuk Savaş sonrası yaşanan gelişmelerin dikkatli bir gözle okunması gerekiyor.
Malum olduğu üzere, Soğuk Savaş döneminde dünya siyasetini iki ‘süpergüç’ domine etmiştir. Yalta Konferansı’ndan sonra netleşen bu düzene göre, ABD ve Sovyetler Birliği, ‘nüfuz alanları’ belirlemişler ve bu alanlar içerisinde kendi hegemonyalarını kurmuşlardır. Esasen, birçok bakımdan yine ABD’nin merkezi konumda olduğu bu ‘dünya düzeni’nde ‘commonwealth’ (birlik) veya ‘pax’ (barış) kavramları temelinde bir örgütlenme ve dayanışma modeli geçerli olmuştur. Ulus-devletler yine vardır, fakat bunların üzerinde ve bunları belirli ilke ve değerler adına hegemonyasına alan bir ‘üst yapı’ da mevcuttur. ‘Barış’ı tesis eden ve ‘birliği’ koruyan da, aslında bu yapıdır. Bunu, modern dönem öncesi ‘imparatorluk’lara benzetmek de mümkündür. Fark şudur: imparatorluklar döneminde, siyasal örgütlenmenin kurucu ögesi kralın yahut Tanrı’nın iradesi iken, modern dönemde siyasal örgütlenme ‘ulus-devlet’ temelinde gerçekleştirilmiştir. Fakat ne zaman ki, ‘üst yapı’da ‘güç zaafı’ ortaya çıkmıştır, işte o zaman bu ‘birlik’ ve ‘pax’ düzeni de sarsıntı geçirmeye başlamıştır. Sovyetler Birliği’nin çöküşünden sonra ‘Yeni Dünya Düzeni’ sloganının daha çok telaffuz edilmesinin nedeni budur. Eski Düzen’i sürdürmek artık zorlaşmıştır, o yüzden de ‘yeni’ bir düzene ihtiyaç vardır. SSCB’nin dağılmasından sonra, Batı Kulübü’nün (özellikle de tek ‘süpergüç’ olarak kalan ABD’nin) bu sloganı tekrarlamasını bu şekilde izah etmek mümkündür. Batı Dünyası, ortaya çıkan ‘güç boşluğu’nun neden olabileceği sorunların önüne geçmek için bu kavramı sıklıkla gündeme getirmiş ve gücü ölçüsünde de hegemonyasını devam ettirmeye çalışmıştır. Bu bağlamda Brzezinski, Fukuyama, Huntington vb. isimler tarafından farklı tezler ortaya atılmış ve yeni durumun yorumu yapılıp gelecek öngörülerinde bulunulmuştur. Bu tezler incelendiğinde şu görülmektedir: küresel ölçekte geçerli olan Batı hegemonyasının devamına yönelik bazı ‘riskler’ vardır; bu risklerin üstesinden gelmek için de bazı ‘yeni’ politikalar takip edilmelidir. ‘Kontrolden Çıkmış Dünya’, ‘tarihin sonu’ ve ‘medeniyetler çatışması’ kavramlarıyla özetlenen bu yaklaşımlarda asl olan, Batı hegemonyasına tehdit oluşturabilecek muhtemel ‘rakip’lerin tespiti ve bu tehdidin nasıl ortadan kaldırılacağıdır. Tezler farklılaşsa da, bu projeksiyonlarda şu hususa dikkat çekilmiştir: dünya, artık eskisi gibi değildir; yeni bazı ‘güçler’ ortaya çıkabilir. Bu bağlamda, adı en çok geçenler ise İslam Dünyası ve Çin’dir. Milliyetçiliğin artık eskisi gibi Batı liberalizmine ciddi bir tehdit oluşturamayacağının altı çizilen bu gelecek senaryolarında ‘kültür’ veya ‘din’ üzerinden ‘yeni’ bir tehdidin yönelebileceğine işaret edildiği görülmektedir. Bu bağlamda da, en çok zikredilen tehdit unsuru ‘İslam’dır. Henüz küresel siyasetin yönünü tayin edecek bir gücünün olmadığı vurgulanmasına rağmen, bu tezlerde, Müslüman Dünyası’nda en azından ‘farklı’ ve ‘yeni’ bir takım gelişmelerin olduğuna (bunları tetikleyen unsurun da ‘İslam’ olduğuna) dikkat çekildiği görülmektedir.
Bu tablodan şu netice ortaya çıkar: Soğuk Savaş döneminin ardından Batı dünyasında hazırlanan gelecek senaryolarında, tehditlerin, ‘ekonomik’ ve ‘kültürel’ olmak üzere iki ana açıdan tasnif edildiği görülmektedir. (İlkine daha çok ‘Çin’, ikincisine de ‘İslam Radikalizmi’ örnek verilmektedir). Fakat dikkat çekici olan, bu yaklaşımlarda ‘kültürel’ tehdide daha çok önem verilmesidir. Bu bağlamda da projeksiyonların Müslüman Dünyası’na yöneldiği görülmektedir. Örneğin, Batı’ya karşı Konfüçyüsçülük temelinde bir kültürel tehdidin yönelip yönelemeyeceği tartışılmasına rağmen, bunun, Müslüman Dünyası’ndan gelen tehdit kadar ‘yıkıcı’ olamayacağının altı çizilmektedir. Bu, şu demektir: eğer Batı Dünyası bu değerlendirmeyi yapıyorsa, dikkatini kaçınılmaz olarak Müslüman Dünyası’na çevirecektir! Nitekim 2000’li yılların başından itibaren Müslüman Dünyası’nda yaşanan gelişmeler de bunu teyit etmiştir. O tarihlerden sonra Müslüman Dünyası’nda sarsıcı gelişmeler olmuş; bazı ülkelerin yarım asra varan rejimleri yıkılmış, bazılarında iç savaşlar ortaya çıkmış, bazılarında ise yönetimler ciddi zorluklarla karşılaşmıştır. Bölgenin BOP planı çerçevesinde yeniden dizayn edilmeye çalışıldığı ise, akademik çevreler dahil olmak üzere artık herkes tarafından dile getirilmektedir. Halihazırda dünyada tek ‘çatışma’ bölgesinin Ortadoğu olması da, bu iddianın ciddiye alınması için yeterli bir kanıt olarak görülebilir.
Müslüman Dünyası’nda yaşanan bu gelişmeleri, Batı hegemonyasına karşı muhtemel tehdit oluşturabilecek bir coğrafya üzerinde Batılı güçlerin hakimiyetini devam ettirme çabası olarak görmek mümkündür, fakat burada şöyle bir soruyu sormak daha anlamlı olacaktır: Batılılar niçin gözlerini Müslüman Dünyası’na dikmişlerdir de bir başka bölge ile bu denli ilgilenmemektedirler? Yahut soru söyle de sorulabilir: niçin sıcak çatışma bölgesi Müslüman Dünyası’ndadır da yerkürenin başka bir bölgesinde değildir?! Bu soruya, Kuzey Kore örneği gösterilerek itiraz edilebilir, ancak buna şöyle cevap vermek mümkündür: Kuzey Kore tehdidi ile Müslüman Dünyası’ndan yönelen tehdidin ‘mahiyeti’ farklıdır, ikisini bir tutmak mümkün değildir! Biri ‘acil’, diğeri ise ‘uzun vadeli’ tehdittir. Takdir edilmelidir ki, ‘uzun vadeli’ tehdit, her daim, ‘acil’ olandan daha çok önemsenir! Ayrıca ilkinin üstesinden ‘kaba güçle’ gelmek mümkün iken, ikincisi için daha sofistike planlar yapmak gerekir. Başka şeyler de söylenebilir ama meselenin özeti şudur: dünyada artık, İslam’dan başka, ‘ideolojik’ açıdan Batı’ya karşı direnebilecek bir ‘alternatif’ kalmamıştır. Batı dünyası, o yüzden, Müslüman Dünyası ile özel olarak ilgilenmektedir. Ve tabii ki, bu ilgi, yine özel olarak ‘İslamcılık’ akımına yönelmektedir. Çünkü bu akımın ‘hakimiyet’ iddiası olduğu kadar, (hatta ondan önce) ‘hakikat’ iddiası vardır! Ve bu akım, bu iddiasından bir türlü vazgeçmemektedir. Müslüman Dünyası’nda ‘eski rejim’ ciddi bakımdan yıpranmıştır ve acilen ‘değiştirilmesi’ gerekmektedir. Aksi takdirde, bölgede istenmeyen gelişmeler olabilir!
Batılı güçlerin, Müslüman Dünyası’na yönelik ilgisinin nedenini kısaca bu şekilde ifade etmek mümkündür. Fakat aynı zamanda Batı’da da bazı ‘farklı’ gelişmeler olmaktadır. ‘İdeoloji’nin bittiği ve postmodern anlayışın hakim olduğu bu coğrafyada, ‘ekonomik’ dengelerin görece kaygan bir zemin üzerinde seyretmesi Batı insanının genel manada ‘huzursuzluğunu’ artırmakta, yabancılar ve göç sorunu, küresel terör tehdidi gibi faktörlerin de etkisiyle, bu coğrafyanın insanlarında ‘korumacı’ ve hatta ‘milliyetçi’ eğilimler güçlenmektedir. ‘İnsan hakları’ ve ‘özgürlük’ kavramlarına bağlılığıyla övünen Kıta Avrupası’nda bile, birçok ülkede (Avusturya, Danimarka, Hollanda, Fransa, hatta Almanya, vb), halkların bu eğilimini siyasi faydaya tahvil etmek isteyen partilerin güç kazanması, “Batı’da yeni bir şeyler mi oluyor?” sorusunu daha ciddi bir şekilde düşünmeyi gerektirmektedir. Üstelik bu gelişmelerin bir benzeri (ve belki daha üst boyutta tekrarı) ‘demokrasi’nin iki büyük beşiğinden biri olan ABD’de de olmaktadır. Trump’ın iktidara gelişiyle birlikte bu ülkede yaşananlar, Avrupa’da gözlemlenen gelişmelerle paralellik arz etmekte ve insanlar artık “dünya, artık eski dünya değil” kanaatini daha çok dillendirmektedirler. Peki, bu doğru mu? Batı’da ve Müslüman Dünyası’nda yaşanan gelişmeleri, küresel siyasetin ‘geri dönülemez’ biçimde başka bir zemine kaymış olduğu şeklinde yorumlamak mümkün mü?
Kanaatimize göre, Müslüman Dünyası’nda ve Batı’da yaşanan gelişmeleri göz önünde tutarak, dünyanın artık eskisi gibi olmadığını söylemek mümkündür, fakat bunu izah etmek gerekir. Öncelikle şunu söylemek gerekir ki, dünyada dengeler henüz ‘köklü’ bir şekilde değişmemiştir. Yani Batı dünyası yine küresel siyasette belirleyici güç olma özelliğini korumaktadır ve rakipleri de halihazırda onunla (aktüel manada) denk bir mücadele yürütecek güçte değildirler. Fakat Batı’nın gücünün ‘görece’ azaldığı da bir vakıadır. Örneğin yarım asır öncesine göre, Batı ülkeleri daha ‘zengin’ değildir. Ekonomik pariteler açısından da, Batı ülkeleri ile dünyanın geri kalanı arasındaki fark görece azalmıştır. OECD rakamlarına göre, bu fark, 20. yüzyılın ortalarında 1’e 70 oranında iken, bu yüzyılın sonlarında fark, 1’e 30’a kadar düşmüştür. Fakat bilinmelidir ki, bu fark da çok büyüktür ve bunun ‘siyaset’e etkisi de kaçınılmaz olarak olacaktır. Batı’da ekonomik açıdan bu trendin devam etmesi durumunda, dünyanın geri kalanının, küresel siyasetteki etki oranı da tabiatıyla artacaktır. Önemli olan, bu trendin devam edip etmeyeceğidir. Burada iki ana faktörden bahsetmek mümkündür. İlki, ‘çalışma’ kavramıyla izah edilebilir, ikincisi ise ‘ideolojik’ faktörle bağlantılıdır. Batı’da ‘çalışma’ faktörünün ekonomiye etkisi, 19. ve 20. yüzyıllarda olduğu kadar değildir. Şurası kesindir ki, ‘vahşi kapitalizm’in hüküm sürdüğü dönemde, sadece mesai saatlerinin uzunluğuna bakarak dahi, Batı ülkelerinin, dünyanın geri kalanına fark attığını söylemek mümkündür. Ayrıca ‘fabrika’ tarzı üretimin, Batı ülkelerinin ‘gelişmişliğine’ katkısını da unutmamak gerekir. Bu açılardan bakıldığında, 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren, ‘çalışma’ faktörünün getirisinin azaldığı rahatlıkla gözlemlenebilir. Çünkü mesai saatleri azaldığı gibi, üretim güçleri arasındaki uçurum derecesindeki farklılık da dünyanın geri kalanıyla görece azalmıştır. Bundan daha önemlisi, ‘ideolojik’ faktörle ilgilidir. Batı insanı, modern dönemde bir ‘amaç’ (yahut ‘ideoloji’) peşinde koşmuştur ve bu yüzden de postmodern döneme göre performansı daha ‘yüksek’ olmuştur. Fakat hakikatin ‘görece’ kabul edildiği bir dönemde, insanı bir ideal uğruna çalıştırmak zordur. Örneğin, milliyetçiliğe inanan bir kişi, vatanı uğrunda seve seve ölebilir, fakat “savaşma, seviş” sloganının hakim olduğu bir dönemde, bir kişiyi vatanı için ölmeye ikna etmek zordur! Değerlerin anlamsızlaştığı, Batılıların ifadesiyle, “aklın ve bedenin özgürleştiği” bir dönemde, amaç-yönelimli eylemlerin azalması kaçınılmazdır. İşte bu yüzden, Batı insanının eylemlilik durumunda, postmodern dönemde (ki halihazırda hakim paradigma odur) gerileme olmuştur. Bunun siyasete, (örneğin ‘kayıtsızlık’ biçiminde) yansımasının olacağına da kuşku yoktur. Bu iki faktörün üzerine, göç dalgası, terör faaliyetleri vb. ‘dışsal’ faktörlerin olumsuz yansımaları da eklenince, Batı insanının son dönemlerdeki ‘içine kapanma’ ve ‘korumacı’ halini anlamak mümkün olmaktadır. Bu açılardan bakıldığında, Batılıların, biriktirmiş olduğu şeyi koruma güdüsüyle hareket ettiği söylenebilir. Çünkü bu birikime yönelik ‘tehditler’, eski dönemlere göre, artmıştır. Bu da tabiatıyla, Batı insanını ‘korumacı’ (ve hatta ‘milliyetçi’) yapmaktadır! Siyaset ise, esas itibarıyla, tabanda olan şeyin siyaset alanında temsili ile ilgili bir uğraş olduğu için, siyasetin de giderek daha korumacı ve milliyetçi bir eğilime girmesini bu şekilde izah etmek mümkündür.
Peki, bu, bundan sonraki dönemde farklı kültür havzaları arasındaki ‘fay’ hatlarının daha çok kırılacağı ve önümüzdeki dönemde dinsel yahut etnik çatışmaların artacağı anlamına mı geliyor? Bu noktada da şunları söylemek gerekir: ‘çatışma’ denilen olgu, çıkarlar arasında olabileceği gibi, ‘fikirler’ arasında da olabilir. Her zaman ‘fikir’ çatışmaları, ‘çıkar’ çatışmalarından (etki bakımından) daha şiddetli sonuçlar doğurmuştur. Dolayısıyla, öncelikle, bundan sonraki dönemde, ‘çatışma’nın hangi zemin üzerinde yürüyebileceğine dair bir kanıya sahip olmak gerekir. Post-modern dönemde ‘çatışma’ faktörünün minimize olmasının nedeni, ‘ideolojinin ölümü’ idi. Fakat artık dünyada ‘postmodern’ dönemin de bitmek üzere olduğuna dair bir tartışma vardır. Bunun nedeni de, ‘kültür’ faktörü temelinde yeni gelişmelerin olmasıdır. Özellikle de Müslüman Dünyası’ndaki gelişmeler, bu yöndeki öngörüleri doğrular niteliktedir. Müslüman Dünyası’nda ‘İslamcılık’ bağlamındaki gelişmeler hız kazanırsa, ‘çatışma’ eğiliminin artacağı söylenebilir. Fakat bunun asli nedeni, Batı’nın bu eğilimi ‘tehdit’ olarak algılaması ve hegemonyasını ne olursa olsun devam ettirme yönünde icraatlara girişmesidir. Zira İslam’ın, vazgeçilmez bir ‘çatışma’ talebi yoktur. Bu, küfrün varlığına bağlı bir şeydir. Küfr varsa zulüm vardır, zulüm varsa da Müslümanların kötülüğü “el ile değiştirme” yönünde bir görevi her daim olacaktır. Yani bu, küfrü taşıyanın ortadan kaldırılmasıyla ilgili bir yükümlülük değil, bizatihi ‘küfr’ün yok edilmesiyle ilgili bir görevdir. Başka bir ifadeyle, Batılılar’ın da müslüman olması mümkündür ve bu olduğunda, Batı yurdu, yine onların olacaktır! İslam’ın ‘istila’ ve ‘işgal’ gibi bir amacı hiçbir zaman olmamıştır. ‘Cihad’, bilmeyenlere Hakkı ulaştırmanın, yani insanların hakka ulaşmasının önündeki engelleri kaldırmanın bir yöntemidir.
Bu açılardan bakıldığında, yeni gelişmelerin olduğu günümüzde Müslümanların yapması gereken şeyler olduğuna kuşku yoktur. Öncelikle şunun bilinmesi gerekir ki, dünyada ‘ideolojik güç’ bakımından, Müslümanlardan daha avantajlı bir grup veya anlayış kalmamıştır. Bu açıdan dünyayı, ‘boş bir saha’ olarak görmek mümkündür. Modernite iflas etmiş, postmodernite de derde deva olamamıştır! Böylesi şartlarda, sahadaki oyuncunun ‘performansı’ önem arz eder. Batılılar evet oyunlarını oynamış ve bütün performanslarını ortaya koymuşlardır. Bu süreç artık bitmiştir ve insanlığın bu açıdan Batılılardan göreceği yeni bir şey yoktur. Müslüman Dünyası ise, İslamcılık akımının gelişme kaydetmesiyle birlikte, “bu sahada ben de varım” demektedir, fakat görülen odur ki, ‘oyuncu’nun performansı, seyirciyi ikna edecek düzeyde değildir. Oyuncu da bir ‘kabiliyet’ görülmektedir, fakat bunun işlenmesi gerekmektedir! Yani bu oyuncunun bu kabiliyet düzeyiyle bu sahada oynaması, maçı kazanacağı anlamına gelememektedir. O halde ne yapıp edip, kabiliyetin ‘performans’a dönüştürülmesine çalışmak gerekir. Batı dünyası da bunun farkında olduğu için, en çok bu alanda gayret göstermekte ve bu kabiliyetin yitip gitmesi için uğraş vermektedir. Bunu, İslamcılığın ideolojik safiyetinin bozulması için gösterilen ‘entelektüel’ çalışmalardan anlamak mümkündür. Batılılar, İslamcılığın entelektüel safiyetini bozarak, ‘tehdid’i ortadan kaldırmaya çalışmakta, bu bağlamada “demokrasi, özgürlük, insan hakları” temelinde yeni bir söylem oluşturmaya gayret göstermektedirler. Müslümanların sahada oynanan oyundan galip çıkmasının şartı, bu noktada ciddi bir ‘cehd’ içine girip, ‘ideolojik’ yetkinlik düzeyine ulaşmalarıdır. Bu yapılamadığı sürece, sahada başarı kazanılamayacaktır
Fakat bu süreç içerisinde ‘aktüel çatışmalar’ yoluyla, Müslüman Dünyası’nın yakalamış olduğu fırsatın heba edilmesi tehlikesi de vardır. Buna da dikkat etmek gerekir. Çünkü ‘aktüel çatışma’ ile amaçlanan, Batıdaki geniş kitlelerin, İslam’a yönelmesini önlemektir. Yani yapılmak istenen, bu yolla İslam’ın imajının bozulmasıdır. Böylece kitlelerin İslam’ı öğrenmeleri ve ona meyletmelerinin önü alınmak istenmektedir. Dolayısıyla, önümüzdeki süreçte, ‘terör’ taktikleri ile İslam’ın tebliğ amacına ulaşılamayacağına dair Müslümanlar arasında bir bilincin de oluşturulması gerekmektedir. Aksi takdirde, oluşturulmak istenen bu imajın (uzun vadeli amaçlara ulaşmak bakımından) olumsuz etkilerine maruz kalmak mümkündür. Bilinmelidir ki, ikna süreçlerinde ‘şiddet’in bir faydası yoktur. Peygamberimiz Mekke’de bu nedenle ‘şiddet’e başvurmamıştır. Aslolan ‘ikna’dır; insanların kalplerine ve akıllarına hitap etmektir. Zafer, asıl orada kazanılır. Müslümanlar her daim bu bilinçle hareket etmelidirler. Bugün, insanlığın İslam’a ihtiyacı olduğu bir dönemde, ‘şiddet’i meşru bir yöntem olarak görenler, ya kördürler ya da maksatlı planların aracı olmaktadırlar. Elbette ‘güce başvurmanın’ gerekli olduğu zamanlar da (savaş, vb.) vardır ve böyle zamanlarda güce başvurmak gerekir. Fakat halihazırda dünyanın genelinde, Dar’ul-İslam olmadığı için, bu konuda son derece hassas davranmak lazımdır. Mekki ortamlarda İslami hareketler, haklılıklarından güç alarak büyürler. Müslümanların bu önemli hususu sürekli göz önünde bulundurarak hareket etmeleri gerekir.
İKTİBAS
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *