Hakkaniyeti öğreneceğimiz kaynak Kur’an’dır

Hakkaniyeti öğreneceğimiz kaynak Kur’an’dır

Yeryüzünün direği adalettir desek, abartılı olmaz. Şüphesiz adaletin önkoşulu tevhiddir. Tevhidden neş’et etmeyen adalet, adalet değildir. Yeryüzünde adaletin, hakkaniyetin, adil şahitliğin timsali de müminler topluluğudur.

Hakkaniyet

Mehmed Durmuş

Hakkaniyet, hakla ilgili demektir. Hakka ve adalete uygunluğu ifade eder. Hak deyince akan sular durur. İman ettiğimiz Allah öğretmektedir hakkaniyeti:

“Ey iman edenler! Adaleti titizlikle ikame eden, kendiniz, ana-babanız ve akrabalarınız aleyhine de olsa, Allah için şahitlik eden kimseler olun! Zengin olsunlar, fakir olsunlar Allah onlara sizden daha yakındır. Hislerinize uyup adaletten sapmayın. Eğer şahitliği eğer-bükerseniz yahut şahitlik etmekten kaçınırsanız, Allah yaptıklarınızdan haberdardır.” (Nisa, 135).

“Ey iman edenler! Allah için hakkı ayakta tutan, adaletle şahitlik eden kimseler olun! Bir topluluğa duyduğunuz kin sizi adaletsizliğe sevk etmesin. Adaletli olun! Bu, takvaya daha yakındır. Allah’tan sakının. Şüphesiz Allah yaptıklarınızdan gerçek anlamda haberdardır.” (Maide, 8).

Görüldüğü üzere, hakkaniyeti öğreneceğimiz kaynak Kur’an’dır. Kur’an’ın bu uyarısına kulak asmayan kimse, Kur’an’a ve Allah’a iman ettim dememelidir.

Her iki ayette de ilk olarak biz müminlere, kavvâmlar olmamız emredilmektedir. Bu iki ayet, mümin bir ferde hitap etmemekte, “kavvâm ol!” emrini tek tek fertlere yöneltmemektedir. Bunun yerine, çoğul olarak müminlere seslenmekte ve “Kavvâm olun!” (kûnû kavvâmîne) buyurmaktadır. Demek ki murad-ı ilahî, bir tek ferdin değil, bütün müminlerin kavvâm olmalarıdır. İslam cemaati bir bütün halinde kavvâm olmalıdır. Yüce İslam’ın hedefinde bütün bir toplum ve bütün bir insanlık bulunmaktadır. İslam’ın hedefi insanlığın ıslahı ve hayrıdır.

Bu yoruma muvafık olarak Mevdudi, Nisa 135. ayetin tefsirinde mealen şunları söylemektedir: Sadece adaleti yerine getirmek yetmez. Haksızlığı da ortadan kaldırmak, onun yerine adaleti ve hakkı ikame etmek gerekir. Bunun için adaletin koruyucuları ve şahitleri olmak gerekir. Yeryüzünde adaletin ikamesi, demek ki ancak müminlerin eliyle olacaktır. Demek ki İslam ümmetinin fertlerinin tek tek hakkaniyetli kimseler olmaları yetmemektedir. Ümmet olarak ayrıca, hakkın ikamesi, adaletin sağlanması ve Allah için şahitler olunması için artı bir çaba gösterilmesi gerekmektedir. Bu da, topyekûn Müslümanların hak, adalet, Allah için şahitlik ve Allah için kavvâmlık uğrunda seferber olmalarını gerektirir.

Kavvâmlık, kıyam mastarının mübalağalı ifadesidir. Hakkı ikame etmek için çokça çabalamayı, bu uğurda var gücüyle çalışmayı tazammun etmektedir. Kavvâm, sanki hakkı tutup kaldıran, hakkın ikamesi için bütün kuvvetlerini ve bütün imkânlarını seferber eden kişiyi akla getirmektedir. Akif’in feryadı da sanki tam olarak budur işte:

“Adam aldırma da geç git diyemem, aldırırım;
Çiğnerim, çiğnenirim, hakkı tutar kaldırırım.”

Ayetlerde kavvâmlık ‘Allah için’ ya da ‘Allah adına’ istenmektedir. İnsanlar için ya da gösteriş olsun diye değil. (İbni Kesir, Tefsir). Her işin olduğu gibi, adaleti/hakkı ayakta tutmanın da ölçüsü Allah için olmasıdır. Allah rızasına dayanmayan bir iş fasiddir. Kavvâm, bir şeyi ikame eden, isbat edendir. En açıkçası, hakkı ayakta tutmak, hakkı hâkim kılmaktır. Hak ancak müminlerin eliyle ikame edilir. Hakkın hak olduğu, müminlerin yaşayışlarında, ahlak ve muamelelerinde ortaya çıkar. Kâğıt üzerinde ve sözlerde terennüm edilen haktan insanlar pek bir şey anlamazlar.

Ayetlerin her ikisi de müminlerden adaletle şahitlik etmelerini istemektedir. Şahit, adil olacaktır. Adil olmayan şahitlik zulümdür. Müslüman şahit adil olmuyorsa, laik mahkemelerdeki düzene sitem etmenin hiçbir anlamı yoktur. Bir şeyi, bir davayı hak ettiği yere koyabilen kişi, adaleti gözetmiştir. Şayet bu şahitliği, en yakın akrabalarının aleyhine de olsa… Diğer türlü şahitlik herkesin harcıdır.

Maide suresinin sekizinci ayeti bütün insanlığın kulağına küpe olacak bir elmas kural öğretmektedir: Bir kavme olan kininiz sakın sizi adaletsizliğe sevk etmesin! ‘Şeneân’ buğuz ve kin anlamına gelmektedir. Kevser suresinde bu kelimeyle, Allah Rasulü’ne kin/düşmanlık besleyen kâfirlere atıf yapılmaktadır.

Ayetin bu cümlesi müminlere insafı, vicdanı, merhameti, dürüstlüğü, adaleti, insanlığı, ‘delikanlılığı’ öğretmektedir. Neyi öğretmektedir? Şunu: Bir kişiye ya da topluluğa kin duyuyor olabilirsiniz. Aranızda şu veya bu sebeple bir husumet oluşmuş olabilir. Dikkat edilirse ayet, ‘bir kavme’ duyulan kinin/düşmanlığın sebeplerine v.s. değinmemektedir. Bunu verili bir durum olarak kabul etmektedir. Mademki öyle bir kin/buğuz oluştu, bari hiç değilse, adaletsizlik yapmayın buyurmaktadır. Kininiz/nefretiniz/düşmanlığınız bir ‘seviye’ üzere olsun, belirli bir ilkesi, yaslandığı bir ahlakî değerler silsilesi bulunsun! Şöyle dersek sanırım yanlış yapmış olmayız: Bir grup insana kin duyuyor olabiliriz ama bu gibi hislerimizin de bir sınırı olmalıdır. Hikmet kelimesinin kökü olan ‘ha-ke-me’ ata gem vurmak demektir. Ata gem vuruyoruz ama kendi nefsimize vurmuyoruz, bilakis nefsimiz bize gem vurmaktadır. Hislerimizin İslam’la terbiye edilmesi gerekir, kin duymak serapa mubah bir tavır olamaz. Kinimiz/öfkemiz İslam düşmanlarınadır. Ama işte ayet bir mümin olarak bize emrediyor, diyor ki: Kininizde/öfkenizde haddi aşmayın, adaleti şaşmayın, ölçüsüz tepkiler vermeyin!

Türkçede, “yiğidi öldür hakkını inkâr etme” gibi sözler, adalet ve hakkaniyeti terennüm eden hikmetli ikazlardır.

Müslümanın kini/düşmanlığı eften-püften sebeplere dayanamaz. Onun kini sırf Allah rızası için olabilir. Yani Allah’ın dinine yapılan en küçük bir saldırı, Allah adının yüceltilmesi değil de, horlanması müslümanı gayz ve nefrete sürükleyebilir. O durumda da Müslüman yine ölçüyü kaçırmayacaktır. Müslüman, nefsinin kabarma kapasitesine göre, istediği tonda istediği miktarda taşkınlık yapan, kırıp geçiren, ortalığı dağıtan biri değildir. Müslüman müslümandır.

Rabbimiz, adil olmak takvaya daha yakındır buyurmaktadır. Takva, adaletli olmaktan geçer. Adaletsiz bir takva olamaz. Hakkaniyet sahibi olmak için adil şahitler olmamız gerekir.

Yeryüzünün direği adalettir desek, abartılı olmaz. Şüphesiz adaletin önkoşulu tevhiddir. Tevhidden neş’et etmeyen adalet, adalet değildir. Yeryüzünde adaletin, hakkaniyetin, adil şahitliğin timsali de müminler topluluğudur. Eğer müminler adil şahitler değil de, zalim yardakçılar olmuşsa, yeryüzünde hangi dürüstlükten, hangi insaftan, hangi merhametten, hangi hayırdan bahsetmek gerekir?

Biz inanıyoruz ki, İslam’ın tebliği sadece söz ile değil, belki sözden ziyade, davranışlarımızla, amellerimizle, kısacası yaşamımızla olandır. Kâfirler müminlere bakınca, içinde bulundukları ikiyüzlülük, hak bilmezlik, taraf tutma, adam kayırma, partizanlık, tarafgirlik gibi tutumlarından dolayı yüzleri kızarmalı, utanç duymalı ve müminler gibi olamadıkları için esef duymalıdırlar…

Oysa durum böyle midir? Bilakis kâfirler “müslümanım” diyen insanlara bakınca, iyi ki Müslüman değilmişiz diye sevince kapılmaktadırlar. Kâfir öyle bir Müslüman görmelidir ki, Müslüman olmadığı için bir eziklik ve pişmanlık duymalıdır. “İyi ki Müslümanları tanımadan İslam’ı tanımışım!” diyen, gayri Müslimken hidayete ermiş insanların sayısı azımsanmayacak kadardır.

Müslümanlar, gayri Müslimlerden önce kendi dindaşlarına kin/düşmanlık/nefret duymaktadırlar. Oysa Allah bu dini bize böyle öğretmemişti. Rasulullah (sav) bize böyle bir ahlak bırakmamıştı. Müslüman müslümana olanca kinini, nefretini, hıncını boşaltmakta, şayet çok az bir miktar arta kalırsa, onu da gayri müslimlere yöneltmektedir. İman ettiğimizi söylediğimiz Allah, müminlerin birbirlerine karşı alabildiğine merhametli (ruhamâu beynehum; ezilletun alel mu’minîn), kâfirlere karşı ise alabildiğine sert/katı (eşiddâu alel kuffâr; eızzetun alel kâfirîn) olduğunu öğretmişken, Müslümanlık iddiasındaki insanlar bunun tam tersini yapmaktadırlar: Küffâra karşı alabildiğine hoşgörülü, müminlere karşı ise alabildiğine sert, katı, kindar ve nefret dolu… Acaba bu algı nasıl oluştu? Bu algının oluşmasında Allah’ın mı dahli vardır, Rasulullah’ın mı dahli vardır, yoksa Kur’an mı bu anlayışı beslemektedir? (Elbette Allah, Rasulü ve Kur’an bundan münezzehtir).

Müminlerin hakkaniyetleri nasıl olmalıdır? Yukarıdaki ayetler zaten bunu öğretmektedir. Bunun nasıllığı zor, anlaşılmaz ve karmaşık değildir. Öncelikle müminler birbirlerine nefret duyamazlar, nefret oluşturacak dedi-kodular yapamazlar. Şeytanın süvarilerine oyuncak olamazlar. Bu gibi cürümleri işleyenleri uyaracak bir hak ve adalet ehli topluluk mutlaka bulunmalıdır. Marufu emir ve münkerden nehiy görevini sadece müminlerden kâfirlere/fasıklara doğru tasavvur etmemeliyiz. Bu görev müminlerden müminlere doğru da olmalıdır.

Bir yerde müminlerin birbirlerine karşı hakkaniyeti yitirmeleri, mümin kardeşlerine karşı adaletsiz tutumlara girmeleri söz konusu ise, bunu bir kutsal savaşa dönüştürmek müslümanın harcı olamaz. Müslümanın savaşı ancak kâfirlerle, Allah ve Rasulü’nün, Kur’an’ın düşmanlarıyladır. Müslümanın müslümana karşı görevi kardeşlik, rahmet nazarıyla bakmak, hakkı ve sabrı tavsiye, hakka adalete ve adil şahitliğe çağrı yapmak olabilir. Müslümanın müslümana karşı tamamen hakkaniyetsiz tutum ve davranışlarının neşvü nema bulduğu ortamda uyarıcılık görevini yapmayan, bilakis şeytanın değirmenine kin, nefret, buğuz ve düşmanlık tohumları taşıyan sürülerin, Mekke oligarkları çevresinde halka olup, onlara alkış tutanlardan bir farklarının olduğunu açıklayabilecek bir ‘dil’ var mıdır acaba?

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *