Burada bir ‘danışıklı-dövüşün’ olmaması lazım, çünkü olursa ekonominin kalbi olan para piyasaları gerçek anlamda piyasa olmaktan çıkar. Faiz oranları, piyasa dinamikleri dışında, “hastalıklı” olarak belirlenir. İşte 2012 yılında ortaya çıkan skandal, bu hastalıklı ve piyasa dışı durumun yıllardır olduğunu, aslında gerçek anlamda piyasa diye bir şeyin olmadığını, tekelci faiz oranı diye bir oranın işin gerçeği olduğunu ortaya koyuyordu.
Cumhurbaşkanlığı Ekonomi Başdanışmanlarından ve aynı zamanda Milliyet gazetesinde ekonomi yazılarına devam eden Cemil Ertem, bugün köşesinde Faiz Lobisini konu aldı. Küresel sistemin bir numaralı sömürü ve egemenlik aracı olan finans sisteminin işleyiş tarzını ve faiz lobisinin gerçeğini göstermeye gayret eden Ertem, “faizin düşmesini istemek esasında rekabetçi, gerçek anlamda işleyen bir ekonomi istemek demektir” diyor. Ertem, “Masa başında faizi kimler belirliyor ya da faiz lobisi…” başlığını taşıyan yazısına 2012 yılında Londra’da ortaya çıkan skandalı hatırlatarak başlıyor:
2012 yılının yaz aylarında, şimdiki krizin en büyük skandallarından biri, küresel finans sisteminin “tarihi” merkezi olan Londra’da ortaya çıktı.
Küresel finans sisteminde oyunu belirleyen en “saygın” ve sözü geçen bankaların merkezleri, tahmin edeceğiniz tarihi nedenlerden dolayı Londra’dadır.
Bu bankalar, haliyle günlük olarak ve kısa vadeli birbirlerine para alıp verirler. Yani fazlası olan açığı olana para verir ve bu paranın faizi de günlük olarak hesaplanır. Bunun için de her gün İngiliz Bankalar Birliği, hatırlı ve “saygın” bankalara, kısa vadeli kredi taleplerini sorar ve bankalar da talep ve fiyatlarını, en düşükten en yükseğe bildirirler. Sonuçta, ortalama bir faiz oranı bu beyanlara bağlı olarak oluşur ve bu ilan edilir. Buna da çok bilinen adıyla (London Interbank Offered Rate) Libor denir. Libor, yalnız bankaların kısa vadeli para alışverişinin fiyatı değildir; bütün dünyada para piyasalarında ve türev ürünlerde günlük faiz oranlarını belirleyen daha doğrusu küresel para piyasasını yönlendiren bir dayanak noktasıdır da…
Burada bir ‘danışıklı-dövüşün’ olmaması lazım, çünkü olursa ekonominin kalbi olan para piyasaları gerçek anlamda piyasa olmaktan çıkar. Faiz oranları, piyasa dinamikleri dışında, “hastalıklı” olarak belirlenir. İşte 2012 yılında ortaya çıkan skandal, bu hastalıklı ve piyasa dışı durumun yıllardır olduğunu aslında gerçek anlamda piyasa diye bir şeyin olmadığını, tekelci faiz oranı diye bir oranın işin gerçeği olduğunu ortaya koyuyordu.
Yani büyük bir banka “Bugün faizi düşük tutalım, yarın bizim durum sıkışık” dediği zaman diğerleri bu ‘”rica”ya uyuyormuş. Bunun tam tersi de olabilir, büyükler o gün aralarında anlaşıp faiz oranlarını yükselterek büyük bir vurgun yapabilirler. Nitekim bunun hep böyle olduğunu, bu vurgunların sistemin olağan işleyişi içinde, “günlük hayatın olağan akışı” sayıldığını biliyoruz. Bu skandal esasında malumun ilanı idi. Şimdi de değişen bir şey yok. Sistem aynen bugün de böyle işliyor.
Faizi kim belirler?
Peki, Libor meselesi böyle de diğer para piyasaları nasıl sizce? Gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerdeki faiz, hem talep edilen para için (mevduat vb) hem de arz edilen para için (kredi vb) nasıl belirleniyor? Bu faizler, rekabetçi bir piyasanın sonucu olarak mı ortaya çıkıyorlar? Örneğin Brezilya’da, G. Afrika’da ve Türkiye’de faiz oranlarını hangi piyasa belirliyor? Bu sorunun cevabını herkes biliyor. Dünyanın her yerinde faizleri banka sistemi, rekabetçi değil, oligopol şartlarında yani danışıklı dövüş koşullarıyla belirler.
Esasında, finans ve banka sistemindeki bir çarpıklık ve tekel durumu reel ekonominin öncü sektörlerinde de vardır ve burada sanayi sermayesi ile banka sermayesi iç içedir. Ekonomide tekel durumunun çözülmesi ve piyasanın ödünsüz işlemesi krizsiz bir ekonomi anlamına da gelir. Bu yüzden devletler, bütün büyük kriz çıkışlarında anti-tekel düzenlemeleri yapmaya çalışmışlardır. Tabii bu düzenlemelerin kalıcı -sistemik değişiklik anlamında- olması tamamen siyasi bir tercihtir. Bu siyasi tercihi yapan siyasi hareketler ve liderler ise, her zaman, küresel finans sermayesi tarafından hedef olmuştur.
Yani faizin düşmesini istemek esasında rekabetçi, gerçek anlamda işleyen bir ekonomi istemek demektir.
Bugün de küçük ve orta boy işletmeleri, teknolojiye dayalı alanları desteklemek ve piyasayı ödünsüz çalıştırmak krizden çıkışın bugün tek reçetesi. Ama piyasanın ödünsüz çalışması da bilginin, tekellerin denetiminden çıkıp hiç engelsiz yayılması, anti-tekel yasalar ve düzenlemelerle olur. Bunun için de finans-kapitalin elinden sermaye temerküzünün en büyük aracı ve silahı olan yüksek faizi almak gerek…
Bu olduğu zaman, yalnız finans alanında değil, ekonominin tüm alanlarında rekabetçi piyasanın hakimiyeti söz konusu olacak, tekelci-yüksek faiz döngüsünün -enflasyondan, yüksek kronik işsizliğe kadar- tüm hastalıkları temizlenecektir.
Faiz nasıl düşer?
Bütün bu anlattıklarımız, Türkiye’de bu yüksek faiz-yüksek enflasyon kronik işsizlik döngüsünün nasıl kırılacağını da ortaya koyuyor. Öncelikle finans sisteminde yüksek faiz üreten tekelci-oligopol yapıyı kırmak bunun için güçlü reformlar yapmak gerekiyor.
Tekelleşmiş para “piyasalarının” alternatifi olarak rekabetçi sermaye piyasalarını ve bu piyasaların derinliğini oluşturmak gerekiyor.
Kamu bankalarının, banka sisteminin hastalıklı oligopol “piyasasının” dışında, rekabetçi fiyatlamaları öne çıkarmaları ve yüksek tekelci karlardan vazgeçmeleri gerekiyor. Kamunun, her düzeyde ve her alanda rekabetçi girişim sermayesini, yüksek katma değer üreten ekonomiyi desteklemesi ve tekelci fiyatlamalardan koruması, piyasa girişlerini küçükler lehine açması gerekiyor.
Bugün “Masa başında faizler düşmez” diyenler tam da masa başında yüksek faiz tekeli oluşturuyorlar, piyasayı reddediyorlar. (İşte faiz lobisi bu anlayışın toplamıdır.)
Biz ise, bu adımları atarak, dolayısıyla piyasayı çalıştırarak, tekelci eğilimleri kırarak faizlerin düşeceğini söylüyoruz.
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *