Bir Demokrasi Hikayesi

Bir Demokrasi Hikayesi

Hüseyin Alan: “Seçmen dediğimiz kitle aslında her partinin vaatlerine ikna olmuş “parti müşterileri” gibidir, sistem nasıl çalışır bilmezler, garanti nedir onu anlamazlar, sadece anlatılana inanırlar. Çok çok kızacak olursa seçim zamanında iktidarda olanı düşürerek hesap sorduğunu düşünür…”

1.Demokratik parlamenter siyasal sistem modern çağda insanlık tarihine yeniden girdikten nice sonra, tüm yurttaşlara oy kullanma hakkı tanıdı. Daha çok oy alıp iktidar olmak isteyen partiler, bol keseden vaat etmek diye bir şey icat ettiler. Siyasi, ekonomik, hukuki ve sosyal tandanslı, geleceğin şimdikinden daha iyi olmasına dönük hikayelerdi bunlar. Dilin kemiği yoktu ya, ne desen, ne kadar çok desen ona göre müşteri buluyordun!

Vaatlerin çoğu tutulacak cinsten olmasa da bir şey fark etmiyordu. Nasılsa insanlar balık hafızalıydılar, çabuk unuturlar yahut yeni seçim zamanına kadar mazeretler bulunur vaatler başka bir geleceğe ertelenir.

Bu arada seçmenler herhangi bir iktidar partisine kızacak olursa seçim zamanını bekler, iktidardaki partiyi düşürüp başka partiyi iktidar yapar. Sistemde işler böyle yürüdüğü için gerçekte bir şey değişmese de iktidarın değişmesi yeter olur. Ne demek istedik şimdi?

Biraz gerilere gidip şu söylediklerimizin aslına bir bakalım, buraya nereden geldik onu anlayalım, bu gün neler oluyor doğrusunu kavrayalım. Yani şu demokrasi denenin gerçek hikayesi nedir ona bi göz atalım.

2.Demokrasinin çıkış yeri olduğu söylenen antik Yunan kentlerinde siyaset yapma/yönetme tekeli elinde olanlar mülk sahibi aristokratlardı. Aristokratlık kana ve soya dayalıydı, doğuştan elde ediliyordu. Bunlar azınlıktı, imtiyazlı bir statüye sahip sınıftı, sorgulanamazlar, sadece kendilerine itaat edilirdi. O zamanlar sayıları çok çok nüfusun yüzde 10’na ulaşırmış.

Toplumda aristokratlardan geriye kalan erkek, kadın, çocuk, köylü, çiftçi, köle, tüccar ve yabancı gezginciler hiç bir hakka sahip değillerdi. Bunlar yurttaş değildi çünkü. Bunların kaderleri Agora’da toplanıp siyaset yapan, herkesi ilgilendiren kararları alan ve uygulayan siyasetçilere, yani mülk sahibi yurttaşlara yahut tam adlarıyla aristokratlara bağlıydı.

Mülk sahibi oldukları için siyaset yapma tekelini ellerinde bulunduran Yunan yurttaşları, gerek Agora’da toplanıp kendi aralarında şu işi nasıl yapalım, bu işi nasıl edelim, o meseleyi nasıl çözelim diye konuşup tartışırlar, aralarında yaptıkları oylamayla karar alırlardı. Gerek kendi aralarında ve gerekse bayram seyran gibi önemli günlerde diğerlerine karşı konuşurken aynı şekilde, çok güzel konuşurlarmış. Hatiplikte üstlerine yokmuş çünkü söylem sanatı çok önemliymiş.

Yunan sitelerinde o işler nasıl yapılıyor idiyse Roma cumhuriyetlerinde de benzeri şekilde yapılmış. Roma’daki fark, Yunan’da bir yurttaşın en çok 40 dönüm arazisi varken Roma’da bir senatörün yahut aristokratın 200 bin dönüm toprağı olmuş. İşler büyüyünce ve çapraşık hale gelince mecburen bir hukuk gerektirmiş, onlar da bildiğimiz Roma hukukunu yapmışlar.

İkisi arasında isimler değişmiş ama siyaset işleri benzer şekilde yürütülmeye devam etmiş. Agora’nın yerini senato almış, yurttaşın yerini senatör almış. Mülkiyet hakkı yine aristokratın elinde kalmaya devam etmiş. Aynı şekilde senatörlerin dışında kalan diğer Romalılar da çok fazla hakka sahip edilmemişler.

Roma yıkıldıktan sonra M.S.1500’ler e kadar devam eden 1000 yıllık bir ortaçağ dönemi yaşanmış, sonrasında modern çağ başlamış. Orta çağda işin içine Kilise girmiş. Roma imparatorluğunun yerini kilise almış ama mülkiyet ve siyaset işlerinde fazla bir değişme olmamış. Ortaçağda yurttaşların ve senatörlerin yerini aristokrasi, prenslik, krallık ve ruhbanlık almış, aynı işi bunlar yapmışlar. Bu arada demokrasi unutulmuş tabii.

3.Modern çağda önemli bir değişim olmuş. Sermaye sahibi dediğimiz burjuva sınıfı diye yeni bir grup devreye girmiş, öne çıkmış, söz hakkı elde etmiş. Aristokratları, prensleri, kralları, ruhbanları yenmiş, en üste çıkmış. Hükümranlık sağlamış.

Daha evvelinde mülkiyetin ve kazancın kaynağı olan toprak ve topraktan elde edilen mahsuller artık kazancın kaynağı olmaktan çıkmış, değersiz hale gelmiş. Onun yerine, ticaretten, üretim yapan fabrikadan ve paradan elde edilen kazanç devri başlamış. Yani mülkiyet ve sermaye hem nitelik olarak değişmiş, hem de el değiştirmiş. Dolayısıyla toprağa bağlı kölelik ve köylülük bitmiş, fabrikaların ve ticaretin yoğunlaştığı kentlerde toplanmış işçi sınıfı dönemi başlamış.

Bu arada bir şey daha değişmiş. Eskiden mülk edinme hakkı herkese ait değilken yeni dönemde bu hak herkese tanınmış. İşçiler çalışıp kazanarak para kazanma, kazandıklarıyla mülk edinme “hakkı” elde etmiş. Aslında bu değişim Batının tüm özgürlük hikayesini de anlatır.

Yeni durumda siyasal düzen nasıl olacak tartışması yapılırken 1000 yıllık ortaçağ sonrasında eski demokrasi ve cumhuriyet yeniden hatırlanmış. Parlamenter sistem devreye sokulmuş. Parlamento, toplantı yeri, yasa yapma yetkisiyle donanmış olanların karar aldıkları mekan demektir. Agoranın ve senatonun karşılığıdır.

Parlamentoda toplananlar eskinin aristokratları, prensleri, ruhbanları veya kralları değil, onların yerine geçen siyasetçiler, politikacılar olmuş. Ama bunlar sermayenin temsilcileri veya bizzat sermayedarlar oluşmuş.

Sermaye yahut mülk derken bir şeyi açıklığa kavuşturmak gereklidir. Yeni dünyada küçük birikimler sermaye olarak değerlendirilmez. Zaten bunların siyasette pek bir etkisi de yoktur. Sermayeden kasıt ticarette, üretimde ve faizde parayı biriktirmiş, belirli ülkelere yerleşerek, belirli işlere yoğunlaşarak parayı çoğaltmış, pazarı tekeline almış kapitalist şirketler ve bankalardır.

Bunu anlamak için şunlara bi bakalım: 2016 sonu itibarıyla dünya nüfusunun yüzde birinin serveti geri kalanların yüzde altmışının toplam servetinden fazladır.

Bu gün dünyada reel ekonomi denen tarımda, sanayide, elektrik, elektronik, enerji vs alanlarında üretilen bütün fiziki ürünlerin toplam hacmi 80 trilyon dolardır. Buna karşılık borsa, faiz, tahvil, senet gibi mali piyasanın toplam hacmi 750 trilyon dolardır. Arada 10 kat fark var.

Finans ilişkilerinin dağılımı daha farklı olsa da bir fikir edinmek için, reel üretimde Amerika’nın bu toplam üretim hacmindeki payı kabaca yüzde 30’u, Çin’in buna yakın bir oranı temsil ettiğini, AB’nin lider ülkeleri ve Japonya’nın arkadan sıralandığını, geri kalanların bunların yanında fazla bir şeyi ifade etmediğini söyleyelim. Türkiye bu tabloda binde biri teşkil ediyor.

Ülkeleri anarken aslında ülkelerde yerleşik sermaye gruplarını kast ettiğimiz anlaşılmalıdır. Ülkeler, sermayenin karlı çalışmasını, güvenliğini ve çıkarını koruyan devletler demektir. Dolayısıyla hükümranlığın gerçekte kime ait olduğunu, sermaye derken neyi kast ettiğimizi anlamak için bu rakamlar iyi bir göstergedir.

İşte bu sermaye yüzyılların birikimiyle ortaya çıktı. Belli merkezlerde çoğaldı ve tekelleşti. Modern çağa damgasını vurdu. Siyasi hükümranlığı ele geçirdi. Sermaye, kendi çıkarını ve düzenini garanti altına alana yani, anayasal garantili sistemi yerleştirene kadar herkese oy hakkı vermedi. Parlamentoya başka temsilci kabul etmedi. Önce kent soylusu denilen burjuvaya, sonra belirli ailelere, sonra okumuş yazmış olanlara, sonra kentte oturanlara ve giderek işçi, kadın, köylü ayırmadan herkese oy hakkı tanıdı. Bu sürece geliş dahi iki yüz yıl sürdü.

4.Modern çağdaki yenilenmiş demokrasilerde siyaset ne işe yarar? Evvel emirde mülkiyet hakkını korur, mülkiyetten elde edilen kazancı, parayı ve pazarı yani sermayenin çıkarlarını güvence altında tutar. Geri kalanları yani az biraz varlık sahibi olanlarla emeğini satarak karnını doyuran milyarlarca insanın haklarını, geleceğini ikinci üçüncü planda tutar. Siyaset bu işe yarıyorsa siyasetçinin işi de otomatikman belirlenmiş olur.

5.Sermayenin karakterinde asla vaatle iş yapmak yoktur, hep garanticidir. Hikayeye inanmaz, öngöremediği hiç bir işe girişmez. Müşterisiyle ve devletle yaptığı işlerini teminata bağlar, yazılı kontrat yapar, yasaların koruması altında çalışır. Bunu anlamanın en iyi yolu bankalara ve tekelleşmiş şirketlere şöyle bir bakmaktır.

Siz hiç kapısını çalanın vaatlerine dayanarak, sözlerine güvenerek kredi veren bir banka, alıcısının sözüne güvenerek mal satan marka sahibi bir fabrika duydunuz mu?

En tepedekilerin kendi arasındaki alaveresi dalaveresi bir yana bunlar, vatandaşla iş yaparken alacağını garantiye bağlar. Ters bir durumda elinde tuttuğu teminatı bozdurur. Olmadı yaptığı kontrata dayanarak haciz, hapis gibi yollara başvurur. Devletin zor gücü ona yardımcı olur. Şimdilerde bir de sigorta ettiriyor, bedelini de müşterisine yüklüyorlar.

İşe bir de tersinden bakalım. Bankalar müşterilerinden mevduat toplarken asla garanti vermez, hiç bir teminat göstermezler. Sadece vaatte bulunur, bol bol hikaye satarlar. Bir banka battığı zaman hiç kimse hesap soramaz, hatta zararı siyasetçilerin yeni bir vergi yüküyle sırtına yük yüklediği vatandaşlar öder.

Büyük şirketler de aynıdır. Devletten yüklü şekilde kredi kullanır, teşvikler alır, muafiyetler sağlar, vergi iadeleri alır, gümrük vergilerinde kolaylık sağlarlar. Bu şirketler de battığı zaman zararı yine vatandaş yeni yükleneceği vergilerle öder.

6.Banka ve büyük şirketlerin işini anlayabilirsek, sermayenin hükümranlığı ne demektir, bu şartlarda yapılan siyaset neye tekabül eder, parlamenter demokratik sistemdeki siyasetçilerin işleri nedir, bunu da rahatlıkla anlayabiliriz.

Misalen, hepsi olmasa da asıl işi çekip çeviren kurmay sınıfına dahil siyasetçiler bu işlere soyunurken kendileri büyük sermaye sahipleri dediğimiz yukardakilerle mutabakat yapar, kendi geleceklerini anlaşmaya döker, kendilerini garantiye almaya bakarlar. Çünkü onlar bu sistemde işlerin nasıl döndüğünü bilirler. Bu işlere safça bulaşanlarsa az biraz faydalanır ama yeri de gelirse bedelini ağır şekilde öderler.

Siyasetçiler, işini yapmaya başladıklarında iş seçmen tarafına, oy alma tarafına geçince bol bol söz verir, vaatlerde bulunur, farklı hikayeler anlatırlar. Fakat hiç birisi bu vaatlerini tutacak bir garanti sunmazlar. Seçmen dediğimiz kitle aslında her partinin vaatlerine ikna olmuş “parti müşterileri” gibidir, sistem nasıl çalışır bilmezler, garanti nedir onu anlamazlar, sadece anlatılana inanırlar. Çok çok kızacak olursa seçim zamanında iktidarda olanı düşürerek hesap sorduğunu düşünür ama yerine gelenin, gidenden farkı olmadığını anlaması için biraz beklemesi gerekecektir. Ömrü böyle tükenir gider.

7.İşler niye böyle yürür? İnsanların çoğu büyük fayda görmediği halde neden bu duruma itiraz etmezler? Başka türlüsünü niye yapmazlar? Burası ayrıca önemlidir.

Evvela eğitim sistemi işlerin başka türlü değil böyle yürüdüğünü öğretir. Sonra toplumsal hayat okullarda öğretilenleri pratik olarak sokakta yaşatarak gösterir. Derken insanlar olan biteni kanıksar. Umuda bel bağlayıp durur.

Demokrasilerde başka türlü ikna yolları da var elbet. Büyük kalabalıklara bir üst sınıfa çıkma fırsatı verilir. Arada bir alt sınıftan orta üst sınıfa çıkabilen modeller gösterilir, geridekilerin hevesleri tahrik edilir. Ortadakilerin sahip oldukları küçük sermayelerini koruma garantisi sunulur. Gelecek hakkında kaygıları giderilir. Dolayısıyla yaygın olarak desteklenir.

Başka türlüsü hiç denenmedi mi? Denendi ama başarılı olamadı diyelim. Demokratik sisteme alternatif olduğu için kendileri demokrasiyle değerlendirilenler oldu. Nazizm ve Faşizm bunlardan ikisiydi ama bunlar yenilerek çekildiler dünyadan. Sol sosyalist sistem ve son 50 yılın dindarları devreye girdi ve bu ikisine kıysala daha uzun süre devam etti.

Son ikisi söyleme dayalı şekilde daha adil, daha özgür bir sistem vaatlerini gerçekleştirdikleri kimi yerlerde, esaslı bir güvenlik sorunu ortaya çıktı. İnsanlar ellerindeki üç kuruşluk birikimini kaybetme riskiyle karşılaştı. Canlarını, yaşam tarzlarını ve geleceklerini tehlikede gördüler. Dolayısıyla bunlar da desteklenmediler. Bunlar da fazla yaşayamadılar.

Geçerken söylenmeli ki “İslami bir düzen” için henüz bir şey söylenemez. Geçmişi içinse yer burası değil. Modern çağda dini telakkinin değişmesi bunda ciddi bir sebepse, bu sebebe dayalı olarak demokrasiye alternatif olmak gibi uyduruk bir savunma zaafıyla da muallel. Çünkü bir şeye alternatifseniz, onun değerleriyle ölçülür, onunla kıyaslanır, onu aşamazsınız…

8.Tekrar hatırlayalım ki antik Yunan’ın siyasetçileri, Roma’nın senatörleri zaten mülkün sahibiydiler. Ortaçağda prensler, ruhbanlar ve krallar onlardan gördüklerini tekrarladılar. Bunlar mülk sahibi oldukları için işlerini kendilerine bağlı güvenlik güçleri ve ordu sayesinde garanti ediyorlardı. Garantinin en iyi yolu siyaset yapma işini tekeline almaktı. Böylece ahaliyi denetim ve yönetim altında tutmak kolaylaşıyordu.

Modern çağdaysa sermaye nitelik olarak değil ama şekil değiştirerek bu konuda aynı işi yapmaya başladı. Yani doğrudan siyaset yapmıyor ama siyaseti kontrol altında tutuyor. Anayasalar, anayasaya bağlı kurumlar bu garantiyi sürdürüyor.

Modern çağda siyaset işi parlamenter sistemdeki siyasi partilere bırakıldı. Partiler köklerinden aldıkları ilhamla yollarına devam ediyorlar. Parti liderleri ve sözcüleri retoriğe, hitabete bu sebeple çok dikkat ediyorlar. Çünkü işleri retoriğe, vaade ve hikayelerine bağlı. İletişim araçları yaygınlaşınca vaatlerde bulunanların yüz hatları, görüntüleri, mimikleri dahi önemli hale geldi. Bu alanda da ciddi rekabet var ve her biri hazır müşterisini korumak, yenilerini kapmak için mücadele ediyor.

9.Onca vaatlere ve sözlere rağmen siz hiç herhangi bir memlekette ulusal gelirlerin adil dağıtıldığı bir demokrasiye rast geldiniz mi? Herkese aynı ölçüde eşitlik, adalet ve özgürlüğün verildiği bir parlamenter sistem duydunuz, gördünüz mü? Yoktur. Olmaz. Niye? Düzen öyle kurulmadı da ondan. Partiler de bu kurulu düzeni işletmek için vardır da ondan.

Bu iş Hz. Davud’a gelen iki kardeşin davalaşma haberi gibidir. Hani iki kardeş vardı, kardeşlerden birisi koyun sürüsünün yüzde 99’una sahipti, diğeri yüzde 1’ne. Fazla olan diğerinin elindekini de istemekteydi. Bu davanın görülmesi için Hz. Davud’a gelmişlerdi ya, bizim bahsettiğimiz hikaye de o gibidir.

10.Bu işler ellerde böyle de biz de nasıldır? Küçük detaylar hariç farklı değildir. Çünkü diğer birçoğu gibi biz demokrasiyi dışardan aldık. En iyisi diye sevdik. Onu ithal ederken oyunun kurallarını ‘bonus’ olarak yanında verdiler. Şu halde burada olup bitenleri anlamanın en kestirme yolu siyasetçilerin “diline” bakmaktır.

Memlekette işler yolundaysa vaatler sıra sıra dizilir, bolca hikayeler üretilir. Söyleme bakılırsa her yaptığımız işte dünyada bir numarayızdır! Eşimiz benzerimiz yoktur! Bir kaç seneye kalmaz dünyanın lideri biz oluruz!.. İşler yolunda gitmiyorsa, daha doğrusu aslında iktidarda olanların işleri yolunda gitmiyorsa o vakit söylem değişir, “birlik ve beraberliğe en çok ihtiyaç duyduğumuz” zamanlara yapılan vurgular sıklaşır. “Vatan hainliği ve vatanseverlik” tartışması gündeme damgasını vurur.

Bu da yeni bir şey değil hani, cumhuriyete geçimizin de hikayesidir. Yüz yıllık bir geçmişimiz var yani. Açın bakın kitaplara, bilenlere sorup öğrenin ya da, geçmişte de benzer dil kullanılıyormuş ne hikmetse!

Şu halde sevgili seçmen yurttaşımıza, yurtsever vatandaşımıza, partilerimizin sevgili “müşterisi” milli iradecilerimize söylemek isteriz ki, memlekette seçim zamanı yaklaşıyor. Tüm bu söylediklerimizi test etme imkanı geçti elinize. Deriz ki siyasetçilerin diline dikkat ediniz, söylenenleri dikkatle dinleyiniz.

İşitecek ve göreceksiniz ki bazıları için vaat dönemi başlamış, sunacakları bir hikayesi vardır. Diğer bazıları için hikaye devri bitmiş, dil ve söylem değiştirmişlerdir. İki tarafın söylemi görünürde farklı olacaktır.

Dediklerimizi bi daha düşünün. Sonra aklınızın erdiği yakın geçmişi hatırlayın. Ve lütfen sizin ve büyük çoğunluk için ne değişti ona bakın!

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *