Ercümend Özkan anısına

Ercümend Özkan anısına

‘Kitabı okuyun, sünneti tanıyın, yaşadığınız toplumu tahlil edin, bunları birleştirin, bilgilendikçe göreceksiniz ki din, size anlatıldığı gibi kuru, cansız ve hayali bir şey değildir.

1.Tarih-i Cihang-u Şa’da ‘Denizler leşleri hep suyun üstünde tutarken incileri dipte saklar’ diye bir deyiş var. İnci nadir bulunan bir nesnedir, kendi başına bir kıymettir, bir değerdir, onu aramak bulmak için diplere dalmak gerek, korumak içinse dikkat gerek. Leş, değersiz, kıymetsiz olduğu için yüzeydedir, göz önündedir, her yerde bolca ve kolayına bulunur.

Şahsım Ercümend Özkan’ın üçüncü kuşak öğrencisidir, 1980’lerin başından vefatına kadar süren yakın ilişki sürecinde ondan nasibimize düşen kadarını almış, muhlis bir dostumun ifadesiyle ‘Türkiye’de İslami ‘şekillenişte’ onun çizgisine’ dahil olmuştum. Bundan şeref duyduğumu, izzet bulduğumu itiraf ederim. 2008 yılına kadar da İktibas dergisinin değişik kademelerinde görev yaptım.

Son yıllarda moda olduğu üzere ‘Çin işi’, sûni, yapma incilerden (Hümanist kaynakçı, dolayısıyla Kur’an’cı, Lingustik’çi, secular, civil) sahici olanını ayırmak için, Özkan’ın ‘alameti farikası’ olan ‘İslamcılığını’, Kur’an, sünnet ve hayat telakkisini bilmek, anlayış, uygulayış ve tekliflerine vakıf olmak gerekir. Onun, İslam’ın bu çağda, bu dünya şartlarında, bu Türkiye toplumunda dahi bütünüyle yaşanır bir din olduğu fikrini anlamak, İslam’ın nasıl anlaşılması ve yaşanması gerektiğine dair fikirlerini ve bu uğurda yaptığı mücadelesini de tanıyıp anlamakla mümkündür.

2.Kur’an, ‘salihleri anın’ buyuruyor. İnsanlık tarihinde, bir iman küfür çatışma alanı olan bu dünya hayatında, siyaset, hükümet, iktisat, hukuk, sosyal örgütlenme alanları olan maddi âlemde, imandan yana taraf olmanın ne demek olduğu, nasıl şekillendiği, tarih içinde ancak salihleşenlerle gerçekleşen bir şeydir. İmanın, kalbi ve içsel bir alanda, vicdani ve ahlaki bir yerde değil ancak İslamlaşıp dışa taştığında, dışa alemi düzenlediğinde yani toplumsal hayatı da şekillendirdiğinde bir gerçek olduğunu, bir hakikate dönüştüğünü, onu bir hayat tarzı olarak örnekleyen ve şahitlendiren salihlerde görür, onlardan öğreniriz.

Salihlerin kendi zamanı, şartları ve toplumlarında ne düşündüklerini, ne yaptıklarını, sosyo-siyasi, hukuki ve iktisadi alanda ne tür ilişki kurduklarını kavramak, içsel olarak imanı, dışsal olarak da salih amel olan İslam’ı kavramaktır. İşte Özkan, bu bağlamda, 20. Yüzyıl Türkiye’sinde imanın sahih muhtevada anlaşılmasında ve İslam’ın salih biçimiyle uygulanmasında ve aktarılmasında gösterdiği çaba, bu uğurda verdiği fiili uğraşı sebebiyle anılmaya değer salihlerdendi.

Onu anılmaya değer kılan, kendi deyimiyle ‘küfre olan hasımlığı İslam’a olan hısımlığı sebebiyle’ hayatiyet bulan alamet-i farikası sayacağımız vasıflarıdır. Bunlardan ilk öne çıkan bazılarını hemencecik sıralarsak, yaşadığı dünyayı ve toplumsal hayatı iyi tanıması, uluslararası ilişkileri ve onların Türkiye’ye yansımasını, burada olup bitenleri gerçeğiyle kavramasıyla öne çıkar. Dinin burada, bu şartlarda uygulanması için gereken aydınlık ufku, bilinci ve donanımı bu özelliğini tamamlar.

Kendi ülkesinde olup bitenleri bildiği için toplumun İslam’ı sevdiğini, ona değer verdiğini ama sevdiği İslam’ı doğru bilmediği için sistematik olarak İslamsızlaştırıldığını görüyordu. Müslümanlığın bu dünya düzeninde ve kendi ülke ve toplumsal şartlarında ne ifade etmesi, nasıl olması gerektiğini aklederek uyarma, hatırlatma ve yönlendirme sorumluluğunu üstlenmişti. Özelde ve genelde yapacakları konusunda netti. Zeki, muhakkik, çalışkan, cesur, dinamik ve enerjik bir adamdı. Stratejik düşünen, stratejisine uygun programı olan biriydi. Hiç şikâyetlenmez, mazeret üretmez, sadece yapacağı işlere bakardı.

Öncelikleri

3.Onun zamanında bu ülkede İslam ‘eskilerin masalları’ hükmündeydi. Siyasetten, kamusal alandan ve maddi dünyanın bütününden çıkartılmış, ezik ve mahrum sınıfların kentte manevi tutamağı olmuştu. Toplumsal hayatta milli kimlik ve kültürün manevi bir unsuru olmaktan öte ne bir yere, ne de bir işleve sahipti. Tarikatçılık, Fethullah’çı versiyonu dahil Nurculuk, Süleymancılık, resmi din hizmetleri veren diyanet, laik dini eğitim sistemiyle İmam Hatipçilik, edebiyat ve sanatla uğraşan medeniyetçilik vs bu dini öğretiyor ve bu dini yayıyordu.

Bu şartlarda ‘yangından ilk kurtarılacak olanlara’ yöneldi, yapılması gerekenleri sıraladı. İlk çıkışı, insanlara ‘dininizi Kur’an’dan ve sünnetten öğrenin, peygamberinizin hayatını kendi hayatınızdan daha iyi bilip kavrayın, eksik ve gediklerinizi bu öğrendiklerinize göre düzeltin, bu dünyanın bir sonu var, hesaba çekileceğiz’ diye bir çığlık atışıydı. Arkasından dinin sırtından geçinenlerle, dini istismar ederek kendine yol ve imkan bulanlarla, dinle şahsiyet bulup ilişkilerini ve tarzlarını dine göre şekillendirenleri birbirinden ayırın demeye getirdiği ‘güneş ışığını ve ısısını örten karabulutlar gibi sahih imanı ve salih ameli anlaşılmaz kılan din bezirganlarını’ tanıyın, diyordu.

‘Kitabı okuyun, sünneti tanıyın, yaşadığınız toplumu tahlil edin, bunları birleştirin, bilgilendikçe göreceksiniz ki din, size anlatıldığı gibi kuru, cansız ve hayali bir şey değildir. Okuduklarınızla bildiklerinizi, size öğretenlerin anlattıklarıyla kıyaslayın, bunu yaptıkça doğruya yöneldiğinizi görecek, gerçeğe vakıf olacaksınız’ derken hemen ardından ‘Şımarmayın, kibirlenmeyin, Allah’ın kullarına karşı merhametli olun, sizin bildiklerinizi bilmiyorlar diye onları aşağılamayın, onlarla çatışmaya girmeyin, hatırlayın ki dün siz de onlar gibiydiniz, sabredin’ tembihi geliyordu.

Kur’an’ın Türkçe okunabileceğini söylerken ‘dini öğrenirken aceleci olmayın, sorun soruşturun, tartışın kıyaslayın, korkmayın bunlardan’ diyordu. Kavramlarla zihin kodlaması yapıyor, selam ile ve yorumlarla bilinç aşılıyor, ilgi çekici alıntılarla seviye yükseltiyordu.

Dini, imanı, ahireti, dünya hayatını, mezhepçiliği, tarikatçılığı, demokratik particiliği, kabir azabını, şefaat inancını, tevhidi, şirki, Cuma namazını, dar-ül harb-i, dar-ül İslamı anlattı. İtikat’da ve amelde usulü, siyasette, iktisatta ve örgütlenmede yöntemi izah etti. Laikliği, demokrasiyi, mülkiyet ilişkilerini, kapitalizmi, modernizmi, Kemalizmi kendi gerçekleriyle tanıttı. Bu ve benzer nice kavramı ve konuyu yazıp söylerken bunların doğrusu bilinsin, eğrisi terk edilsin maksadı güdüyordu.

Gençlerden gördüğü ilgi sebebiyle onları şiddete, silaha, militarist örgütlenmeye, çatışmaya, ahlaksızlığa karşı korumak için çabaladı. Stratejisi olmayanlara, öğrendiği yetersiz bilgiyle halkla çatışmaya girenlere, şirk, küfür temelinde ailesiyle bozuşmaya varanlara, menfaati için ona buna kazık atmayı ‘cihad’ zannedenlere İslam, ahlak ve hayat dersi verirken babacanlaşıyor, yazdıklarının ve söylediklerinin ‘acemi ere verilen silah’ vazifesi görmesini istemiyordu.

Serbest olanlara ‘Bu işler ciddi işlerdir, heva ve heves işi değildir, çevrenizle bir ömür birlikte olacaksınız, dikkat edin, iki adım sonra pişman olacağınız işlere kalkışmayın, her daim ahlaklı ve tutarlı olun, Allah’tan korkun, hesap vereceksiniz’ diyorken, örgütçülük hevesine kapılanlara ‘evcilik oynamayın, henüz ergen değilsiniz, kullanılırsınız, hayatınız kararır, ahiretinizi kaybedersiniz’ diye uyarıyordu.

Sistemin Müslüman gençliğe el attığını gördüğünde ‘Fazla yük yüklendiğinde sıpa’nın beli kırılır, beli kırılan sıpa artık yük eşeği olmaz, arazide başıboş bırakılıp yiyecek için otlak arayan ama kurtlara av olmaktan kurtulamayan yaban eşeği olur’ derken canı yanıyor, kötü misalle can yakarak uyarmak istiyordu.

4.Özkan’ın, bir taraftan “dininizi Kur’an’dan ve Peygamber’den öğreniniz”, “yaşadığını çevreyi ve olup bitenleri kavrayınız”, “aklınızı kullanın, düşünün, araştırın, her öğrendiğinizi demirbaşa kaydetmeyin, başkalarında olanları da alın, kıyaslayın, emin olduklarınızı demirbaş hanenize kaydedin” öğüdünü sürekli tekrar ederken diğer taraftan kendi stratejisine uygun ‘yangında ilk kurtarılacak’ olanları gösteriyordu.

Bu bölüm, diğerlerini henüz hazır görmediği için olsa gerek kendisiyle kaim kıldığı sistem eleştirisi, nitelik ve meşruiyet bakımından sisteme yönelttiği itirazları ve siyasi mücadelesidir. Saklısı gizlisi yoktu. 1960’lı yıllarda başlayan ve ölümüne dek süren sistemle yürüttüğü ideolojik çatışmasında hapis, sürgün, işkence, takip, kovuşturma, yıldırma vs her tür baskıya maruz kaldı. Buna rağmen o, hem açık ve nettir, hem de kendi başına gelenlerin çevresine bulaşmasını ustalıkla engelleyecek kadar mahirdir.

Laiklik ve demokratik düzenin bu devlete, bu millete yarar sağlamayacağını, huzur getirmeyeceğini, nitekim de getirmediğini söylerken, bu sistemden istifade edenlerin bu sistemin banileri olan Batılılar olduğunu, olacağını bildiriyordu. Kendisini, ‘Kemalist ideolojinin ve cumhuriyetin kazanımlarını anlamamak, Arap İslam’ını burada yaymak için seçilmiş bir ajan’ olarak suçlayan resmi gayri resmi kişilere, ‘Siz İngiliz muhibbi bir adamı ve kurduğu sistemi savunuyor, yüzlerce yıllık İslam düzenini terk etmekle Batı fikriyatının ajanlığını yapıyorsunuz’ tarzında cevaplıyordu.

Özkan’ın bu bağlamda anlattıklarının boşa çıkması, insanların resmi söyleme itibarının devam etmesi dolayısıyla kendisine rağbet eden sosyal çevrenin ondan uzaklaşması ve kendisinin tecrit edilmesi için başka taktikler de kullanılmış, bu bağlamda Müslümanlara vaziyet eden entelijansiya ve kurumlar devreye sokulmuştu. Hep bir ağızdan onu ‘kökü dışarda bir ideolojiyi’ savunmakla, ‘karargaha biat etmemekle’, ‘başka düşman kalmamış gibi dini kültürü yayan ve yaşatan kurumlarla uğraşmakla’ suçlamışlardı.

‘Kökü dışarıda olmak’ o dönemde en büyük ‘vatan hainliği’, en ciddi ‘devlet düşmanlığı’ suçunu işlemekti. Sınırlı bir dönem (64-67) Hizbü-t Tahrir’in Türkiye sorumluluğunu üstlenmesi nedeniyle kamuoyunda onun (Arap Ajanı imasıyla) ‘yabancıya’ çalıştığını ileri sürüyorlardı. Milli sınırları ve milli din anlayışını taşan böylesi bir İslam söylemine tahammül edilemediği için el altından medya, tarikat liderleri, parti teşkilatları, müftü ve vaizler eliyle İngiliz ve İsrail’den mali destek aldığı yayılıyordu. (80’lerin sonunda bu suçlama Alman mali desteğine dönüşecektir).

Özkan, bu suçlamalara karşı ‘İslam bu ülkede en köklü olandır. Köksüz olan sizin ideolojinizdir. Anlattığınız ve yaydığınız dindir. Ben her şeyimle ortadayım, itham edenler kendilerine baksınlar. Kaldı ki İslam hiç bir milletin, hiç bir ülkenin tekelinde değildir, dileyen her milletin ve ülkenin dini olabileceğini, bu dini seçenlerin ve gereğince amel edenlerin sadece izzet ve güç bulacaklarını’ söylüyor, devlete değil laik Kemalist düzene karşı olduğunu beyan ediyordu. Kendisinin ‘hiç kimseyi kendisine tabi olmaları için çağırmadığını, Allah’ın kullarını kendisine kul yapmadığını, kendisinde bir üstünlük olmadığını’ hep yazıp söylediğini, buna karşı ‘insanların sadece Kur’an’a ve sünnete dönmelerini, dönenlerin kendilerini düzeltirlerse kurtulacaklarını, dünyada ve ahirette tek kurtuluş yolunun sadece bu olduğunu’ söyleyip yazdığını bildiriyordu.

5.Özkan’ın stratejisinin üçüncü aşaması 1990’ların hemen başında devreye girecektir. Gelişmeleri dikkatle takip edenler için o yıllarda Türkiye’de enteresan gelişmeler oluyordu. Amerika 70’lerde başlattığı araştırmalar ve stratejik çalışmalar ışığında yeni planlarını devreye sokuyor, bölgede ve ülkede İslamcılar üzerine büyük oyunlar kurmaya başlıyordu. 1991 ilk körfez savaşı bunun ilk işaretiydi. Türkiye’de düne kadar dışlananlardan bazılarının bir anda önlerinin açıldığını, şöhrete kavuşturulduğunu, sosyo ekonomik alanda iyi imkanlara kavuştuklarını, kültürel olarak etkili yerlere getirildiklerini izlerken Amerika politikalarında bunun ikinci işareti olduğunu fark eden Özkan, bu işin arkasında ne olduğunu görüyordu.

Amerika, Türkiye’de 60 ihtilali ile askeriyeyi Nato vasıtasıyla denetimine almış, devlet planlama teşkilatını kurarak Türkiye’de ticaretin ve sanayinin planlamasını ve kontrolünü ele geçirmişti. Menderes’in asılmasıyla birlikte CHP eliyle direnebilecek eski bürokratik yapının ve Kemalist ideolojinin direniş kanalları tıkanıyordu. CHP dışındaki siyasi partilere verilen ideolojik ve stratejik destekle Türkiye’de politik hayatın kontrolü de sağlanacaktı. 60 ihtilali sonrası merkeze uzak bir sağcı/milliyetçi partinin, 71 muhtırası sonrası bir dindar/İslamcı partinin önünün açılması ile başlayan süreç, 12 Eylül ihtilali ile güvenlik yapısının, 24 ocak kararları ile de siyasi ve ekonomik yapının dünya sistemine entegrasyonunun finali oynanmıştı.

Amerika’nın Kemalist ideolojiyle, Kemalistlerle ortadoğuda ve bölgede bir iş yapamayacakları, bunlarla birlikte yeni politikalarının yürütemeyecekleri belli olmuştu. Onlar yerine kimlerle birlik olarak yol alınacağı da belliydi. 90’lara gelindiğinde “Siyasal İslam’ın iflası’ piyasaya sürülerek zihin kodlarıyla oynandı. ‘Tek kaynak Kur’an, Kur’an İslam’ı, dini kaynağından öğrenmek gibi hümanist virüsler beyin damarlarına pompalanmış, ‘hermonotik, tarihselcilik’ yöntemleriyle ‘hakikati yeniden keşif’’ hareketi yaygınlaştırılmıştı. Peygambersiz bir din icadı için gelenek ve tarih eleştirisine girişilerek hafızalar silinmiş, görünürde bidat ve hurafe karşıtlığıyla Protestan Kur’an’cı akıma meşruiyet alanı açılmıştı. İslamcı artık bireyselleşebilir, sekülerleşip sivilleşebilirdi. Dolayısıyla Özkan’ın ölçülü gelenek eleştirisi, eleştirideki muradı ve had bilme çizgisi yok edilecekti.

6.Özkan, oyunun büyük olduğunu hissetmişti. Bu gelişmeler büyük planın küçük parçalarıydı. Kur’an okurlarının yolunun bu dalgayla saptırıldığını fark ettiği için ‘Amerikan İslam’ı’ başlığında meseleyi izah etmeye çalışıyordu. İlk somut uyarıyı doğrudan Aydın Menderes nezdinde (erken AKP denemesi olarak okuyunuz) varoluş amacından koparak iktidara hevesli, heveslerini de güce kavuşarak hizmet etme gerekçesiyle örtenlere yapacaktır. Lakin atı alan dereyi geçmişti çoktan. Bu hengamede neredeyse tek kaldığını fark etti. En yakınları tarafından dahi “sen hala orada mısın”, “dünya değişti görmüyor musun”, “biz diğerlerinden çok daha fazla yetkiniz, neden biz yönetmeyelim”, “hep aynı şeyleri söylüyorsun” tarzında itham ediliyor, sanki “senin yüzünden hiç bir şeye sahip olamadık, yeter artık sus” demeye getiriliyordu.

Özkan, ilk nesli ile de, ikinci nesli ile de ve benim de dahil olduğum üçüncü nesil ile de örgütlü çalışmayı denedi. Bunu hep yapmıştı. Her seferinde hayal kırıklığı yaşadı. Sütler maya tutmamış, Allah bunu dilememişti. Buna rağmen yılmadı, arayışını hep sürdürdü ama olmadı. Bu arayışını hep sürdürdüğünden dolayı “suçlandığını” duyduğumda ben aciz dahi “bu iş bitmiş” diyecektim.

O biliyordu ki, bu fikir ‘hizbi/örgütsel’ bir dayanak olmadan, siyasi teşkilatlanmaya dönmeden sadece fikir olarak kalırdı. Fikir kulüplerinden bir kulüp olmaktan kurtulamazdı. Kendi gündemi olmayan, kendi stratejisi bulunmayan, kendi programına sahip olmayan örgütsüz bir fikri hareketin dünya ve ülke çapında gelişen siyasi, kültürel ve iktisadi bazda güçlü karşı dalgalara direnmesi mümkün değildi. Bu yıllarda Kur’an’dan dinini öğrenenlerin bu eksikliği nedeniyle ve bir iki adım sonra bireyselleşerek rasyonelleşeceği kaçınılmazdı. İslam’a dayalı stratejisi olmayan, örgütlü ve programlı çalışmayanların akıbeti zaten belli olmuştu.

Uzun yıllara sari Kur’an birikimi nüzul bağlamından ve sürecinden, toplumsal şartlarla kaim siyasi hareket stratejisinden kopunca, sosyal gerçeklikten bağımsız okumanın sekülerleşip sivilleşerek yol değiştirmesi kaçınılmazdı. Artık bu fikir kimilerine soyut ideolojik bir moral kaynağı, kimilerine içsel bir huzur, kimilerine de zihin konforu sağlayabilirdi. İsteyenlerine menfaat, statü hatta şöhret dahi temin edebilirdi. Bunlar dönemsel olarak etkili olurdu, etkilerdi ama kalıcı olmazdı. Özkana’a göre bu böyle olmamalı, Kur’an çalışmaları buraya gelmemeliydi.

Bu gün dahi bir adım ötesine geçilemeyen “ilkelerde birlik olmadan fiiliyatta birlik ve beraberlik olmaz” yanlış fikri sabiti, bir taraftan nefisleri azdırılmış olanların bireyselliğine, diğer taraftan örgütlenme adına öne sürülen sosyalist ve faşist modelin İslam’a yamanmasına sebep oldu. Özkan bunun İslami olmadığını bir türlü anlatamamıştı. ‘Kervan yolda da düzülür’ diyordu, ‘Bizim temel bir kaç husus hariç bütün fikirlerde birlik olmak, robotlara dönüşmek gibi bir derdimiz olamaz. Belirli çerçevede kalmak kaydıyla birlik olanların fikri farklılıkları rahmetti. İhtilafların halli bizde belliydi. Kaldı ki birlik olanların hepsi aklını yemiş olamazdı. Allah buna izin vermezdi. Bir olmaktan muradımız elimizdeki imkanlarla neler yapabileceğimizi, neleri paylaşabileceğimizi görmek için ahitleşmekti. Ferdi olarak yapageldiklerimizi birleştirmek, güce dönüştürmek, hep bir yere vurmaktı. Birlik olanlardan bazıları kimi yerlerde sözünü tutmaz, aksatır ya da geri dönerse ona sadece Allah’tan kork demekten başka diyeceğimiz olamazdı’ deyip durdu ama bu sözünü geçirmedi, tekliflerini gerçekleştiremedi.

Özkan için artık aklının erdiği, doğru olarak bildiği, elinden de geleceğini sandığı parti kurma faaliyetine sıra gelmişti. Stratejisinin son aşamasıydı bu. Bu yol ve çıkışla bir kaç amacı birlikte gerçekleştireceğini düşünmüştü. Doğru bir teşkilatlanma ile işler toparlanabilir, eni sonu olması gereken kuşatıcı bir şekillenme örneklenebilir, kendinden sonrakiler için dahi olsa olması gereken bir çıkış yolu gösterilebilirdi. O görüyordu ki Müslümanlardan bazıları ‘avara dişlisi gibi boşa dönecek’, bazıları ‘yaban ellere kapılacak’, çoğu da Amerikan projelerinde ‘heder olacaktı.” Siyasi parti vasıtasıyla bunları engelleyebileceğini hesapladı.

7.Hazırladığı parti tüzüğünü ve programını açığa çıkardı. Tüzüğün ve programın Kur’an’a ve sünnete dayalı olduğunu izah etti. Bunu mutlakmış gibi, vahiymiş gibi de sunmadı. Olması gerekenin strateji, muhteva ve biçim olarak böyle olması gerektiğini gösterdi. Önce yakın çevresiyle meseleyi görüştü. Sonra Türkiye’den bir çok grubu ayrı ayrı davet etti. Kalabalıkları hafta sonlarında açık arazide piknik tarzıyla misafir etti. Daha az olanları grup grup dergi bürosunda, evinde ağırladı. Bazı yerlere bizzat gitti. Konuyu binlerce insanla müzakere etti. Medyada duyurdu. Kamuoyuna ilan etti.

Bir kaç ay süren çalışmaları sonucunda gördü ki Müslümanlar bu işe soğuktular. Akıllar almadı böylesi bir girişimi. Beklenmedik bir şey gibi geldi nicesine. Bazıları bu işe kalben yatkındı fakat fiziken ve hal vaziyet olarak hazır olmadıklarını bildirdiler. Bazıları zaman olarak doğru bulmadıklarını söylediler. Bazıları sırf Ercümend Bey başımıza yeni bir iş açacak diye çekingen davrandılar. Bazıları da bunun İslami olmadığını, öteden beri demokratik partilere karşı olan Ercümend Özkan’ın İslami siyasi bir parti kurarak ne gibi bir işin peşinde olduğunu konuştular.

Her grubun, tek tek bazılarının gerekçeleri farklıydı ama netice olarak belli olmuştu ki bu tür bir örgütlenme veya aşama için zihinler, fikirler, tahayyüller henüz hazır değildi. Buna rağmen kendince olması gerekeni yaptığını ve gösterdiğini düşündü. Fazla zorlamadı. Bu işi geri plana çekti. Bunu da kibarca yazıp izah etti.

İşler Allah’ın elindedir. O dilemedikçe bir şey olmaz. Kul didinir, ister ama gaybı bilen ve başarıyı verecek olan sadece Allah’tır. Bizim bilmediklerimiz de bilendir. Nede hayır var nede şer, biz bilmeyiz o bilir. Biz, onun bize şöyle yapın, böyle yapın dediğine riayet eder, elimizden geleni yaparız. Sonra ondan isteriz. Kulluğumuz buraya kadardır. Amennâ ve saddaknâ…

Bu dünyadan bir Ercümend Özkan geldi geçti. Fikirleriyle, stratejisine uygun yazıp söyledikleri ve yapıp ettikleriyle. Bu uğurda gösterdiği çabası ve mücadele biçimiyle. Sivil ve seküler olanlar kadar sistemle, sistem sahipleriyle yaptığı kavgasıyla. Dini asliyetinden saptıran imancılarla, maneviyatçılarla. Aklının erdiğini, elinden geleni ardına koymadan. O da göçtü bu dünyadan. Bu gün aradan 22 yıl geçmiş.

Netice itibariyle

8.İlahi tecelliye bakın ki, geçmişte Ercümend Özkan’a tüzüğü ve programı itibarıyla İslami olan bir parti kuracağı için karşı çıkanlar, şimdilerde ya doğrudan ya da dolaylı olarak demokratik ve laik bir partiyi ya destekliyor, ya bizzat içinde, ya da onun rüzgarına yelken açmış umuda yolculuk yapıyorlar. Tüzüğü ve programıyla, kapitalist serbest pazar ekonomisine, demokratik siyasi bir düzene, laik hukuk sistemine, sivil örgütlenme biçimine yani müşrik ‘dünya sistemine’ evet diyen bu parti İslam’ı getirecek, İslam’a hizmet edecek! Ne kötü onun sayesinde bazı kazanımlar elde ettiğini düşünenler buna karşılık kendilerinin neler verdiklerini olsun düşünecek durumda dahi değiller!

Ne gariptir, ömrünü Kur’an okuyarak geçiren, Kur’an’ı ‘anlamadan’ bir şey olmaz deyip duran, bu haliyle bireyselleştiğini dahi fark edemeden habirem birbiriyle gizemli ayet anlamı yarıştıranlar, fantastik yorumlara gidenler, her nedense kavimler ve uluslar üstü “bir Müslüman millet” olarak teşkilatlanma aşamasına ya gelemediler ya da bu işin imanla ve Kur’an’la bağını bir türlü kuramadılar! Buna karşın “sivil” ve “seküler” toplum ve siyaset yapısını orasından burasından pekala İslamlaştırabildiler!

Ne acayiptir, Kur’an okuyarak, anlayarak dini, imanî ilkelere, kavramlara, vicdani meselelere, bireysel ahlaki tutumlara hasredenler, kendilerince icat ettikleri farklı farklı ‘Kur’an İslam’ını’, ‘tipik protestan Hristiyanlığını’, ‘kaynakçı filolojik hümanizmi’ keşfettiler ama ne hikmettir bir türlü peygamberin öğrettiği İslam’ı keşfedemediler!

Ne hikmettir, İslam’ın, dinin, tevhidin, imanî unsurlarla toplumsal hayatın bütünleştirilmesi olduğu, Rabbü-l Alemi’n her alana karıştığı, iman ve salih amelin bu bağlantıyı kurmak olduğu bir türlü öğrenilemedi! Kıldığı namazın her rekatında ‘gazaba uğrayanlardan ve sapanlardan’ olmamayı, bunların yolundan gitmemeyi Allah’a söz vererek tekrar edenler, seküler ve sivil hayatta hiç sıkıntı duymadan yaşarken öğrendikleriyle olsun hallerini düzetmek yerine ‘Kur’an eğitimi çalışmalarına’ devam ediyorlar!!

Tek kaynak Kur’an derken Peygambersiz bir din icat edenler, son Peygamber Hz. Muhammed’in kavminin de ‘bir’ olan, ‘güçlü ve yaratıcı’ olan soyut bir Allah’a inandığını, onların da en az bizim toplum kadar ibadet ettiğini, aralarında kutsal kitapları okuyan, dini metinleri anlayan ‘Hanif’ bir grubun yaşadığını da bilmediler. Buna rağmen Allah’ın onları neden kafirler, müşrikler, zalimler topluluğu olarak nitelediğini de öğrenemediler. Hani onlar da Rabbü-l Alemîn’i inanç, dua, vicdan ve ahlak hariç diğer işlerine karıştırmıyorlardı ya!

Ne diyelim, alameti farikası dininizi ‘Kur’an ve sünnetten öğrenin, kendinizi buna göre düzeltin, çevrenizde olup bitenlere dikkat kesilin, dininizi ciddiye alın, sorguya çekileceğiniz din bu, imanınızı, itikadınızı gözünüz gibi koruyun, salih amel olmadan iman olmaz’ diyenleri çokça özleyeceğiz. Salihlere selam ola.

Hüseyin Alan (25 Ocak 2017)

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *