Havuç mu iyidir, sopa mı?

Biz Müslümanlar ne ‘sopa’, ne de ‘havuç’ istiyoruz; biz, Allah’ın rızasını istiyoruz. Bizim Dinimiz İslam’dır ve ölünceye kadar Müslüman kalmak istiyoruz. Bütün insanlığın İslam’la şereflenmesini de istiyoruz ama kâfirlerden hiçbir şey dilenmiyoruz.

Mehmed Durmuş

İslam’ın rahat ortamlarda mı, yoksa ‘zor’ ortamlarda mı daha fazla revaç bulacağı; Müslümanların baskı dönemlerinde mi yoksa ‘özgürlükçü’ ortamlarda mı davalarında sabitkadem kalacakları hususunda, eskimeyen bir tartışma mevcuttur.

Bu sorunun cevabı, soru sahibinin zihninde yatan kurguya göre değişmektedir. Verilen cevap, soru sahibinin zihnindeki temel kabule göre doğru ya da yanlış sayılmaktadır.

Böyle bir soru bilhassa, ‘özgürlükçü’, yani sistemin halkı ve bu arada Müslümanları kafakola almak istediği dönemlerde gündeme gelmektedir. Cevap aslında sorunun içinde mevcuttur. “Tabi ki İslam ‘özgürlükçü’ ortamlarda daha fazla revaç bulur” denilmesi ve ardından, bu yeni dönemde sisteme destek verilmesi istenmektedir.

Şayet sorunun birinci şıkkını işaretlerseniz, siz kendisine zulmedilmekten hoşlanan kişi damgasını yediniz demektir. Ben kendi adıma, bu şıklardan herhangi birini tercih etmek gibi bir mecburiyetin nereden kaynaklandığını anlamış değilim. Biliyorum ki bu soru çok ciddi bir zihnî kaymaya delalet etmektedir.

Şimdi önce, baskı ortamlarının İslam’ın yayılmasına daha elverişli olduğu tezine yakından bakalım. Bir defa hiçbir Müslüman, sırf Müslüman olduğu için kendisine baskı yapılmasını, işkence görmeyi, dövülmeyi, hapsedilmeyi v.b. istemez. Bunu isteyecek hiçbir fikir sahibi de olmaz. Bununla beraber şu kesin ki, İslam, yeryüzünde bütün kâfirlerin, bütün zalimlerin ve bütün nifak ehlinin rahatını kaçıracak bir Din’dir. Kâfirlerin uykusunu kaçırmayan bir din İslam değildir. Bu, her çağda böyle olagelmiştir. 21. yüzyıl gibi bir çağda Müslümanların dini kâfirleri rahatsız etmiyorsa, demek ki Müslümanlar olarak, ‘dinimiz’ dediğimiz algılarımız, Allah’ın Kur’an’la inzal ettiği İslam değildir!

Kâfirleri rahatsız etmeyen bir Peygamber düşünebiliyor musunuz? Böyle bir Peygamber hiç yaşamış mıdır? Kur’an böyle bir Peygamber’in varlığına şehadet etmemektedir.

Şayet bu tespitimiz doğru kabul edilirse, meselenin bundan sonraki kısımları kendiliğinden çözümleniyor zaten.

İslam, kâfirleri (her türlü küfrü / her türlü şirki) rahatsız eden bir Din ise, demek ki bu Din’in doğası böyledir. Bu doğayı -değiştirmek asla mümkün değil ama- kim değiştirmeye teşebbüs ederse, kâfirlerden önce o kişi İslam’ın hasmı olur. İslam’a en büyük hıyaneti yapmış sayılır. O kişi itikaden kendisini tehlikeye atmış demektir. Allah’ın velîsi iken şeytanın ve tağutun velîsi olur.

Kâfirleri rahatsız etmemek mümkün müdür? Tabi ki mümkündür. Zaten bütün kâfir kavimler gibi Mekke (Kureyş) kavmi de bunun önkoşullarını Muhammed (sav)’e iletmişlerdi. Bir ilköğretim öğrencisinin bile bildiği teklifler bu koşulların listesiydi. Bu liste neler içeriyordu?

İşin özü şuydu: Muhammed (sav) ve ona katılmış kişiler, sayıları şu veya bu kadar olan bir mü’minler cemaati olarak istedikleri kadar namaz kılabilirlerdi, Kâbe’yi tavaf yapabilirlerdi; Türk camilerinde olduğu şekliyle istedikleri kadar Kur’an [mukabele] okuyabilirler, hatim indirebilirler, salavat kampanyaları düzenleyebilirler, din adına yığınlarca etkinlik düzenleyebilirlerdi. Mesela Muhammed (a.s)’ın doğum gününü kutlasalardı Kureyş itiraz mı edecekti? Tek bir konu vardı: otorite meselesi! Otorite kesinlikle ve kesinlikle Mekke şirk toplumuna ait olacaktı. Yani hâkimiyet kayıtsız şartsız Kureyş’e aitti.

Yani Mekke mele sınıfı, kesinlikle ‘din ve inanç özgürlüğü’ne karşı değillerdi. Bunun aksini gösterecek bir tek örnek dahi bulunamaz. Hatta iddia edebilirim ki Mekke müşrikleri bugünkü demokratik toplumlardan da özgürlükçüydüler. Ama sorun(!) Muhammed (sav)’de idi. O, inanç ve ibadet özgürlüğü istemiyordu. Onun öyle bir talebi hiç olmadı. Allah da kâfirlerden inanç ve ibadet özgürlüğü isteyen hiçbir Peygamber göndermedi.

Muhammed (sav), daha doğrusu onu irsal eden Allah, kâfirlerle ilişkide ölçüyü açık ve seçik olarak ortaya koymuştu: fitne ortadan kalkıncaya ve DİN tamamen Allah’ın oluncaya kadar kâfirlerle mücadele… Din’in tamamıyla Allah’a ait olması… Din hayatın bütünü demek olduğuna göre, hayat bütünüyle Allah’a ait olacaktır. Hayatın şu kısmı Allah’a ait ama şu ve şu kısımları da bize ait demek Allah’a ortak olmaktır ve şirk işte budur. Bu ölçünün hiçbir şekilde esnetilmesi mümkün değildir. Bunu esnetmeyi ancak, kâfirlere yaranmaya çalışan ve girdiği bu sürecin, kendisini ya şirke, ya küfre, ya nifaka sürüklediği, sözde ‘dindar’ zavallı kimseler düşünür. Süreç içerisinde bu zavallıların DİN’le ilişkilerinin kesileceğini söylemeye bilmem gerek var mı?

Fakat bu zavallılar Din’den uzaklaştıkça kâfir sistemlere yaklaşmakta ve ikballeri parlamaktadır; kendileri de bunu kazanç saymaktadırlar.

Tekrar vurgulayacak olursak: yeryüzünde insan değil, Allah (Allah’ın buyrukları) egemen olacaktır. Bütün yeryüzü Allah’a teslim olmalıdır. Egemenlik (hâkimiyet) kayıtsız şartsız Allah’a aittir.

Peki, Müslümanlar bu hâkimiyeti tesis edemezlerse ne olacak? Hiçbir şey! Yeryüzünde Allah’ın Dinini egemen hale getirmek mü’minlerin ödevi ise de, bunu başarmaya garantileri yoktur. Allah da bu durumu bizden iyi bilmektedir. Allah’ın mü’minlerden istediği tek bir şey var, o da mallarını ve canlarını bu yola adamaktır. Gerisi tamamen Allah’a aittir, O’nun bileceği bir iştir. Ama mü’minler niyetlerinden ve hareketlerinden kesinkes sorumludurlar. Kur’an’a sîretleri övgüyle anlatılan peygamberlerin ekserisi herhangi bir yönetim kuramadan ahirete irtihal etmişlerdir.

Bu tespitler üzerinde de mutabıksak, şu halde İslam’ın tab’an kâfirleri itici, ayrıştırıcı ve ötekileştirici bir Din olduğunu kabul etmişiz demektir. İslam’ın olduğu yerde kâfirlerle Müslümanların aralarının gerilmesi kaçınılmazdır.

Kâfirlerle Müslümanların araları gerilince yapılması gereken nedir? Müslümanlar, kâfirlerle araları gerilse de, gerilmese de, onlar hiçbir şekilde kendi duruşlarını bozmadan, ahlaklarını değiştirmeden, kararlılıkla, basiret üzere davet etmeye devam etmelidirler. Sünnetullaha bakılırsa, Müslümanlar kararlılıkla İslam’a davet ettikleri sürece kâfirler içinden İslam’ı kabul edenler çıksa da, genel itibariyle İslam’a karşı gayet sert bir muhalefet oluşacaktır. Bu durumda Müslümanlar hedeftir, ya kısa sürede değişip-dönüşecekler ve sistemle barışacaklar, sistemin nimetlerinden yararlanacaklar, ya da bir şekilde ‘etkisiz’ hale getirilmeyi göze alacaklardır. Müslümanlar gerektiği yerde ölmesini bilecekler ama hiçbir güç onları Din’lerinden bir adım bile geri attıramayacaktır.

Müslümanların tahriklere kapılma lüksleri yoktur; uzlaşmak gibi hıyaneti işleyemezler; kâfirlerden din, inanç, ibadet ve vicdan özgürlüğü talep edemezler. Başörtüsüne özgürlük isteyemezler. Böyle yaparlarsa kâfirleri otorite yerine koymuş olurlar. Şunu düşünmek gerekir: Allah bizlere sormayacak mı: Ben size örtüyü/tesettürü emretmiştim, bu emre rağmen neden kâfirlerden böyle bir özgürlük talebinde bulundunuz? Sizin ilahınız Allah mıdır, yoksa içinde yaşadığınız rejimlerin yöneticileri mi?

Müslümanlar olarak peygamberlerin üzerinde yürüdüğü sırat-ı mustakîm üzere yürüyüşümüzü sürdürmekle mükellefiz. Bu yürüyüş esnasında önümüze ne gibi engelleri çıkartacakları tamamen kâfirlerin sorunudur. Onların sorunları bizi ilgilendirmesin. Aslında farkına varmadan, kâfirlerin sorunlarıyla biz ilgileniyoruz ve farkına varmadan onların işlerini kolaylaştırıyor, onlara belki de akıl, yol-yordam öğretiyoruz.

İşte bu inanç ve kararlılık üzere olmak, “bela istemek, zora talip olmak”, sadistçesine, sıkıntılı ortamlar hiç bitmesin tavrı içinde olmak olarak damgalanmaktadır. Hâlbuki değil Müslüman, aklı başında hiçbir insan bela istemez. Aslında burada ‘bela’ üzerinde de bir tashih yapmamız icap etmektedir. Bela kelimesi denemek, sınamak, imtihan demektir. İslam’dan daha büyük, insanları deneme, sınama, imtihana tabi tutma aracı ne olabilir? İslam bütünüyle sınavdır. İyi bir otomobille kısa bir mesafeye yolculuk yapan bir kimsenin hiçbir ‘bela’ya maruz kalmaması gayet doğaldır. Ama on yıllarını bu işte geçirmiş olan bir uzun yol otobüs ya da kamyon sürücüsünün bin bir türlü ‘bela’ya maruz kalması kaçınılmazdır.

Anlatmak istediğimiz odur ki, bu davanın doğası böyledir. Buna rağmen hala Müslümanlar suyu yokuşa akıtmak isteyen muannid kimseler olarak yaftalanacaksa, bilelim ki bu yaftalamaya ilkin Peygamberlerden başlamak gerekecektir!

Gelelim başta ortaya koyduğumuz sorunun ikinci şıkkına.

Acaba İslam, rahat/özgürlükçü ortamlarda daha iyi mi yaşanır? Bu soruya ‘evet’ cevabını vermenin pek de kolay olmadığını düşünmekteyim. Öncelikli olarak, özgürlükçü ortamlar, İslam’ın hayrına değil, kesinlikle o ülkeye hükmeden rejimin kendi selameti için tasarlanmıştır. Çünkü geçmişte baskı ortamlarından o rejim yara almış, halk nazarında kirli bir sicili oluşmuştur. Sicilini temizlemek istemektedir. Mesela Türkiye’de laik-demokratik bir rejim vardır ve rejimin laik-demokratik niteliği yine devam etsin ama halkını aşağılayarak değil, onun kalbini kazanarak, laik-demokratik paradigmayı sevdirerek bu sonuç alınsın istenmektedir.

Bunu yaparken sağcı, muhafazakâr, muhafazakâr-demokrat, dindar-demokrat hükümetlerin başkanlarının azalan-artan oranda halkın dinî değerlerine(!) daha yakın durması, İslam açısından hiçbir anlam ifade etmemektedir.

‘Özgürlükçü’ ortamların asıl ve en büyük tehlikesi şudur: bu dönemlerde Müslüman ya da kendini Müslüman olarak tanımlayan kimseler, kendilerine uzatılan ‘zeytin dalı’nı büyük bir eziklik içinde hemencecik tutmakta, Müslüman olmakla ister istemez elde ettikleri muhalif tavırlarını anında değiştirmektedirler.

Ben kişisel olarak şöyle düşünüyorum: özgürlükçü ortamlar her zaman için, Müslümanların ayağını kaydırmada, dirençlerini kırmada, muhalif duruşlarını törpülemede, dik duruşlarını eğik hale getirmede baskı ortamlarından daha elverişlidirler. Çünkü muhalefeti, duruşu, direnci belli kesin ilkelere dayanan (ilkeli) insanların sayısı çok azdır. İnsanların çoğu kitle psikolojisiyle hareket etmektedir. Samirîlerin kolayca saf değiştirteceği insanların sayısı her zaman çok olmuştur.

Özgürlükçü dönemler, uydurma garanik kıssasını ‘Müslümanlar’ zımnında gerçeğe dönüştürmektedir. Özgürlük ortamı uzlaşma ile sağlanmakta, Kâfirûn suresinin mesajı tarihselliğe kurban edilmektedir.

Şayet böyle olmasa, -İslam İslam olarak, küfür de küfür olarak kaldığı sürece- kendini Müslüman olarak tanımlayan insanlarla kâfir bir rejimin iyi geçinmesi mümkün olamaz. Kâfirler için yegâne erdem ‘fayda’dır. Fayda uğruna birçok tavizler verebilirler, uzlaşma teklifleri ileri sürebilirler. Fakat Müslümanlar için böyle bir omurgasızlık mümkün değildir. Çünkü kendini Müslüman olarak tanımlayan kişinin Din’i, beşerin kotardığı sıradan bir ideoloji değildir, o, sahibi Allah olan bir Din’dir.

Özetleyecek olursak, kırk katır ya da kırk satırdan birini tercih ikilemine mecbur edilmek gibi bir aymazlık karşısında bırakılamayız. İnsanların, sosyal-siyasî-ideolojik koşullardan etkilenerek ürettikleri faydacı (pragmatist) sorular, İslam’ın yöntemini ve ilkelerini açıklamaya yetkili değildir. İslam hiçbir şarta göre kendini konumlandırmaz. İslam tezdir, esastır ve asıldır. Şartlar ne olursa olsun, İslam İslam’dır. Müslümanlar, deyim yerindeyse ‘adam gibi’ Müslüman oldukları sürece, kendilerinden öncekilerin başlarına gelenler, bir şekilde onların da başlarına gelecektir.

Hiçbir Müslüman durduk yerde kâfirlerin işkencesine maruz kalmak, sürgün edilmek, zindana atılmak, işinden-kazancından olmak, çoluk çocuğu zulümlere maruz kalsın istemez. Fakat aynı şekilde hiçbir Müslüman, Dinini yaşamak için, ortamın rahatlamasını, yasalar tarafından koruma altına alınmayı da beklemez. Müslüman bilir ki, kendisine temin edilen her bir ‘rahatlık’ bir şeyin bedelidir.

Son yıllarda Türkiye’deki ‘özgürlükçü’ ortamın Müslümanlar açısından neler getirip neler götürdüğü, pek fazla muhasebe edilmemektedir. Böylesi ortamlarda Din’in daha kolayca ve istenilen biçimde anlatılacağını, dinî eğitim verileceğini zannedenler, tesettür, mahremiyet, lüks tutkusu, alabildiğine bireyselleşme, kapitalistleşme ve bilhassa siyaseten liberalleşme, ılımlılaşma, sisteme yamanma ve tevhid-şirk ayrımındaki siyah-beyaz netliğinin unutulması gibi erozyonları acaba nasıl açıklayacaklardır?

Sözün özü: Biz Müslümanlar ne ‘sopa’, ne de ‘havuç’ istiyoruz; biz, Allah’ın rızasını istiyoruz. Bizim Dinimiz İslam’dır ve ölünceye kadar Müslüman kalmak istiyoruz. Bütün insanlığın İslam’la şereflenmesini de istiyoruz ama kâfirlerden hiçbir şey dilenmiyoruz.

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *