“Çocuklar Yaramaz” mı?

Çocukların her yaptığı tabi ki uygun olamaz. Ama onlar çocuktur işte. Aslında, çocuklar biz büyüklerin eğitmenidir desem, en azından bir boyutuyla, bilmem katılır mısınız? Çünkü onlar öğretmektedir bize nice zamanlar affetmeyi, barışmayı, sabretmeyi.

Mehmed Durmuş

Çocuklar: bugünümüzü geleceğe bağlayan gönül ve beden köprülerimiz…

Çocuklar: dünyadaki belki de en büyük sermayemiz…

Çocuklar: farkında olmasak da ruh tabiplerimiz…

Sevginin, şefkatin, doğallığın, bozulmamışlığın, safiyetin, fıtratın, neşenin, sevincin, coşkunun makarrı çocuklar…

Çocuklar bize Allah’ın en büyük emanetidir değil mi? Ama içimden bir ses buna da itiraz etmem gerektiğini fısıldıyor ve şöyle diyor: “hayır, galiba biz, çocuklarımıza Allah’ın emanetiyiz!” Çünkü doğallığı bozulmamış olanın, bozulmuş olana emanet edilmesi biraz garip görünüyor… Ama nasıl olur da, bizim gibi ‘büyük’ bedenleri o küçücük bedenlere emanet ederiz değil mi?

Genelde bütün insanlık, özelde biz Müslümanlar, çocukları, olması gerektiği gibi anlamadığımız, yapmamız gerektiği gibi değerlendiremediğimiz kanaatindeyim. Hemen her işimizde olduğu gibi, çocuklarımız hususunda da biz ‘büyük’lere hiç yakışmayan, hastalıklı tutumlara sahibiz.

Çocuklarımızı eğiteceğiz derken öğütüyoruz. Onları kendimizce hayata hazırlıyoruz, geleceklerini çok ama çok düşünüyoruz. Hatta geleceklerini garanti altına almaya çalışıyoruz. Bunun için, doğduğu gün çocuğunu sigortalattıranlar bile sanırım mevcuttur.

Oysa, henüz su katılmamış tertemiz fıtrat demek olan bu sıfır kilometre hayatlara gölge etmesek belki de başka ihsan gerekmeyecektir. Onlar zaten çok büyük bir garanti ile dünyaya teşrif etmektedirler. Onları dünyaya gönderen kudret, onları doğuran ebeveynin olduğu gibi, bu yeni misafirlerin de rızkına kefil olduğunu söylerken, aslında sadece yiyeceği ekmek ve pilavı kast etmemektedir. ‘Rızık’ terimi, insanın dünyada ihtiyaç duyacağı bütün maddi gereksinimleri kapsamaktadır. Biz kimiz de, çocuğumuzun rızkını garanti altına alacağız? Biz neyin garantisi olabiliriz ki, çocuğumuzun geleceğinin garantisini düşünüyoruz?

Ahh biz insanlar, biz ‘büyük’ler…

Kendisi eğitilmeden, yeni nesilleri eğitmeye soyunanlar…

Kendisinin belki bir kere bile gösteremediği erdemi çocuğundan kat kat bekleyenler…

İnsanlığın İslam’dan nasibini almamış büyükçe bir kitlesini bir kenara bıraktık; biz Müslümanlar, çağdaş materyalist hayattan ne kadar da etkileniyoruz aslında… Şöyle bir gün, çocuklarımız mışıl mışıl uykuya dalınca, uzaktan onlara doğru yüzümüzü çevirerek, onlar üzerinde kurduğumuz hayallerimizi, onlara pompalamaya çalıştığımız emellerimizi, çocuklarımızı icbar ettiğimiz kendi gelecek kurgularımızı düşünür, tartar ve muhasebe yaparsak, sanırım farkında olmadan düştüğümüz bu materyalist tuzaklardan ürperecek, belki de utanç duyacağız.

Bütün bu materyalist/maddeci hedeflerimiz yetmiyormuş gibi bir de çocuklarımızı ne kadar da sevgisiz ve şefkatsiz yetiştiriyoruz. Allah’ın bizlerde yeterince yarattığı sevgi ve şefkat pınarını ne kadar da esirgiyoruz onlardan. Çocuklarımız bizim en birinci yoldaşımız, dert ortağımız, sırdaşımız, bahçemizin rengârenk çiçekleri gibi değil de, rakibimizmiş gibi davranıyoruz. Onlarla iddialaşıyoruz, rekabet ediyoruz, bir soğuk savaş yaşıyoruz.

Çocuklara ‘yaramaz’ adını takmışız; en masum sözcüğümüzdür belki de, yaptıkları hareketlere ‘yaramazlık’ demek… ‘Yaramaz’… Kim yaramaz, neye yaramıyor, niçin yaramıyor? Hâlbuki onlarsız bir gün bile yapamayız. Okuldan beş dakika gecikseler anında vesvese duyargalarımız olağanüstü işlemeye başlıyor.

Çocukların her yaptığı tabi ki uygun olamaz. Ama onlar çocuktur işte. Aslında, çocuklar biz büyüklerin eğitmenidir desem, en azından bir boyutuyla, bilmem katılır mısınız? Çünkü onlar öğretmektedir bize nice zamanlar affetmeyi, barışmayı, sabretmeyi. Kendisini azarlayan ve hatta elini kullanan anne ya da babasına biraz sonra gelip sarılmak, ne müthiş bir büyüklüktür öyle…

Hayatta en çok imrendiğim işlerden biri, kardeşlerin, zaman zaman birbirini hırpalayarak da olsa, birbirlerine olan o doyumsuz ilgileridir. Kardeş kardeşi atmış da yar başında tutmuş oğlum derdi merhume babaannem.

Evet, çocukların yaramazlığından bahsediyorduk…

Aslında dünya adı verilen cennetimizi cehenneme çeviren, çocuklar değil, büyüklerken, büyükleri bırakıp da küçüklere ‘yaramaz’ demek, tam da Âdem’in Kabil evladına yakışan bir tutumdur. Yirmi dört saat hiç ‘sorun’ çıkartmadan duran, ya tahnit edilmiş ve içine saman basılmış bir hayvan heykeli gibi dikilen ya da donmuş bir film karesi misali, sessiz sedasız oturan bir çocuk olmaz ve istenen de bu değildir. O halde çocukları çocuk olarak kabul etmek gerekmektedir. Onların, bizim beğenimizi kazanamayacak bazı davranışları yapmalarını daha baştan kabullenmek gerekir.

Bununla beraber çocukları eğitmemek lazım dediğimiz sanılmaz inşaallah. Eğitim hem de çok gerekmektedir, ama nasıl? Kendisi günde bir sayfa kitap okumadığı halde öğrencilerine kitap okumayı tavsiye eden öğretmenler gibi bir eğitim mi? Kendisi de aynı hataları geçmişte yaptığı ve babasından aynı yanlış ‘eğitimi’ aldığı halde, aynı metodu şimdi çocuğu üzerinde deneyen babalar gibi mi?

İnsanın iyisi-kötüsü, faciri-salihi, itaatkârı-isyankârı mutlaka olacaktır. Bütün insanlığı tek tip, mum gibi yapacağımızı ne iddia ediyorum, ne de umuyorum. Biz dünyanın en iyi eğitimini versek de, çocuklarımızdan bazılarının gerçekten ‘yaramaz’ olmaları mümkündür. Bütün çocuklar İsmail olacak değil ya. Nuh’un oğlu örneği de var. Musa’nın kendisine eşlik ettiği, Allah katından kendisine ilim verilmiş kulun öldürdüğü çocuk da var.

Öyleyse?

Benim demek istediğim bunların hiçbiriyle çelişmiyor. Çünkü ben, yanlış eğitim anlayışıyla, yanlış geleneğin, yanlış törelerin kurbanı yaptığımız, yığınları oluşturan, ortalama çocuklardan bahsediyorum. Kendilerinde yaratılıştan var olan en güzel yetenekleri adeta metodik olarak katlettiğimiz; toplum önünde konuşamaz, düşünemez ya da düşündüğünü söyleyemez yaptığımız, fıtrî ayrıcalıklarını geliştirmesi yerine körelttiğimiz biricik değerlerimizden söz ediyorum… Çok mu zor, bizden bir parça olan çocuklarımıza biraz daha müsamahakâr olabilmek?

Çocuğumuzu sevmeli, çocuğumuzu öpmeli, çocuğumuzu koklamalıyız. Çocuğumuzu ödüllendirmeliyiz.

Şunu hepimiz bilir ve yeri geldiğinde de en üst perdeden konuşuruz: Allah, kötülüğün cezasını misli misline yazmakta, iyiliklere ise birden yedi yüze kadar bir oranda mükâfat takdir etmektedir. Bu ‘takdir’ bize, çocuk eğitiminde de çok şey anlatmaktadır.

Unutmamalı ki çocuklar aslında göründüklerinden daha büyüktürler. Onlar her şeyi çok net, açık ve iyi anlamaktadırlar. Ve çocuklar çok hassastırlar. Onlara güzel bir üslupla seslenmeliyiz. Yine unutmamamız gereken bir şey daha var: marifet iltifata tabidir. Bir çocuğa kırk gün “sen adam olmazsın” dersek, çocuğumuzu biz kendi ellerimizle, itina ile adam etmemiş olacağız. Aksi ise fazlasıyla geçerlidir.

Hayat bir mekteptir aslında ve mektepte ödül kadar ceza da olmalıdır. Fakat ceza ve ödül dengesi, yukarıda hatırlattığımız ilahi dengeye uygun olmalıdır. Ceza verirken bile yavrularımızı merhamet ve sevgi kanatlarımız altında bulundurmalıyız.

Her gün defalarca tekrar ettiğimiz Allah’ın Rahman ve Rahîm sıfatı kendi hayatımızda acep ne gün makes bulacaktır?…

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *