Hicret

Hicret aslında bizlerin ayıplarımızı yüzümüze vurmaktadır. Eksiklerimizi hatırlatmakta, kusurlarımızı daire içine almaktadır. Hicret, bizlerin köklü bir nefis muhasebesi yapmamız için iyi bir ara duraktır.

HİCRET

Mehmed Durmuş

Allah’ın son Elçisi’nin genel sîretinin ‘gül Peygamberi’ ve benzeri sembollerle başka kanallara yönlendirilmek istenmesinden umarım, hicreti de pay sahibi yapmayız.

Hicret, sıradan bir sivil eylem gibi ele alınamaz. Hicret, son zamanlarda sayısına yetişemeyeceğimiz, türünü takip edemeyeceğimiz kadar artan birtakım sosyal etkinliklerden bir ‘etkinlik’ olarak kullanılamaz.

Hicret, Rasulullah Muhammed (sav)’in İslam tebliğinin çok önemli bir safhasıdır. İslamî tebliğin dönüm noktasıdır. Hicret, nebevî bir açılımdır; Mekke’yi çevreleyen tepelerin dışına çıkmak gibi gerçek anlamının yanında, dünyaya taşmaktır hicret. Tevhid sağanağının sele dönüşmesidir. Mekke’nin iflah olmaz şirk idrak(sizliğ)ine karşın, Yesrib taraflarında doğan medeniyet güneşinin fitilini yakmaktı hicret.

Maalesef geleneksel siyer ilmi hicreti, güvercin yuvası ve örümcek ağıyla müşriklerin tasallutundan korunmuş bir Peygamber hikâyesine mahkûm etmiştir. Kimileri de, yıllardır kendisini mağarada bekleyen Peygamber aşığı bir yılana, Ebu Bekir’in ayağını sokturarak, tuz biber eklemişler bu hikâyeye…

Oysa Hicretin her bir safhası, ibretamiz güzel bir derstir. Acaba hicreti, böylesi anlamsız rivayetlere kurban ederek, onun gerçek mesajını örtbas etmek mi istedik?

Bir de modern ‘anlamsız rivayetler’ var; onlar da hicreti hicret olmaktan çıkartmakta, bir tür mülteci kampına dönüştürmektedir. Bu saçma ‘rivayetler’in özünü, Rasulullah (sav)’in aslında bir İslamî yönetim kurmak gibi bir hedef taşımadığı, onun sadece dini tebliğ ettiği, Mekke’de özgürce(!) dinini yaşamak istediği, Mekkelilerden din özgürlüğü istediği, onların da bu özgürlüğü tanımamaları üzerine bilmecburiye Yesrib’e göç etmek zorunda kaldığı, böylece sanki Rasulullah’ın ne olduğunu anlamasına fırsat kalmaksızın, Medine’de bir İslamî devleti kucağında bulduğu mealindeki yaklaşım oluşturmaktadır.

İşte bu yaklaşım, ne hicreti anlamıştır, ne de risaleti. Anlamaması da gayet doğaldır.

Rasulullah (sav) Mekke’de, İslamî tebliğin en ekmel örneğini vermiştir. Onun tebliği, bütün insanların vahyi işitmesi gerektiğinin, nasıl işittirileceğinin en ince, en ustalıklı tatbiki idi. Kimseyi zorla Müslüman yapmanın mümkün olmadığını gayet güzel göstermiştir. Kâfirlerin egemen olduğu bir toplumda Müslüman olabilmenin, Müslüman kalabilmenin ama Müslüman kalmakla yetinmeyip, orayı bir İslam ülkesine dönüştürmenin en azimkâr örneği idi Muhammed (sav)’in mücadelesi. Onun mücadelesinde terör yöntemi de yoktu. Kâfirlere öykünmek, kâfirlerden merhamet dilenmek de yoktu. Onun kurallarını karşıtları değil, kendisi (vahyin kılavuzluğunda) belirliyordu. Sabote edilmeye, manipülasyona hiç de açık değildi o. Gemisi su almıyordu hâsılı. Fitne, girecek bir delik bulamıyordu.

Hicret, aynı zamanda bir İslam davetçisinin gönlüne küserek hayatı/toplumu terk etmesinin, köşesine çekilmiş bir münzevî olarak ömrünü tamamlamasının mümkün olmadığının en bariz örneğidir. Elli üç yaşında bir insan, kendi şehrini terk ederek, başka diyarlarda yeni bir toplum inşa ediyor, yeni bir cemaat kuruyor ve savaşlarla, seferlerle, acılarla dolu bir siyasal hayata sanki “yeni başlıyoruz” dercesine, düğüne gider gibi gidiyor.

Hicret alabildiğine fedakârlıktır. Rasulullah’ın (salât ve selam olsun ona) ta küçüklükten beri rahatla/konforla pek tanışmamış bedeni için, Mekke ulularının şerrinden korunmak için üç gün gizlendiği ve bu süre zarfında kendisine yatak-yastık-yorgan olmuş Sevr mağarasının taşlı ortamı, kendisini bekleyen on yıllık Medine hayatının da sanki habercisiydi. Yani hicret, İslam davetçisinin yaşam koşullarını daha da ‘iyileştirmek’ için değil, sadece kendisini görevlendiren Rabbinin rızasını hak etmek için çalışıp çabalaması, bu uğurda kendisini bekleyen en olumsuz şartları dahi göğüslemesi kararlılığıdır.

Hicret kâfirlerden asla ve asla ‘din özgürlüğü’ talep etmemektir. Kâfirleri böyle bir özgürlüğü verebilecek bir merci olarak görmemektir. Kâfirlerden böyle bir özgürlük dilenemeyeceği için, Din’in ve dünyanın yegâne sahibi olan Allah’a iltica ederek, kâfirleri kendi küfürleri içinde debelenmeye terk ederek, Allah’ın rızasını aramaya devam etmektir.

İşte hicretin bu gibi anlam zenginliklerini göz önüne aldığımızda, biz Müslümanların çıkartacağımız çok ders bulunmaktadır. Hicret aslında bizlerin ayıplarımızı yüzümüze vurmaktadır. Eksiklerimizi hatırlatmakta, kusurlarımızı daire içine almaktadır. Hicret, bizlerin köklü bir nefis muhasebesi yapmamız için iyi bir ara duraktır. Bizler sadece ve yalnızca Allah’ın razı olacağı hayatlara talip olmalıyız. Sadece Allah’ın belirlediği hayat tarzını yol edinmeliyiz. Sadece Allah’ın vaz ettiği Din’i yaşam tarzı haline getirmeli, dünyada kurtuluşumuzun bu olduğunu, ahiret saadetine de ancak bu yolla ulaşacağımızı bilmeliyiz.

Bir şeyi daha bilmeliyiz: hicretin kolay hak edilmediğini…

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *