Sakal-Sarık-Cübbe üçgeninde Fitne

Belli döneme damgasını vuran belirli tiplemeler vardır. Bu damgayı aslında bazı ‘güçlü’ odaklar vurmaktadırlar. Biz biliyoruz ki, bu tiplerin, kendi başlarına herhangi bir güçleri-yetenekleri yoktur. Fakat bir taraftan bir komedyen misali toplumu eğlendirirken, öte yandan da bir nifak adamı olarak Din’e zarar vermekte…

SAKAL-SARIK-CÜBBE ÜÇGENİNDE FİTNE

Mehmed Durmuş

Son on yıllar, laik-demokrat kesimlerin kırmızısı olan sakal-sarık-şalvar-cübbe araçlarının öne çıkartılmasıyla parlatılan ‘hoca’ kılıklı bazı insanların İslam’a verdikleri bağışlanamaz zararlarla geçti. Senaryo çok basit: önce bu işe birçok bakımdan uygun bir figüran bulunuyor, sonra bu insan “sen harikasın!” tamtamlarıyla parlatılıyor; argoda buna “gaz vermek” deniyor. İlgili kişinin, bunları yutacak iyi bir ‘alıcı’ olması icap ediyor. Zaten yönetmenler daha baştan, ‘alıcı’ları iyi seçiyorlar.

Derken kostüm ve makyajda eksik bir şey bırakılmıyor ve yavaş yavaş yeni aktör piyasaya sürülüyor… İlk başta, “bu da nerden çıktı?” tereddütleri, zamanla hiç kaçırılmayan dizi filimler misali, ‘ekserunnâs’ nazarında tiryakiliğe dönüşüyor. Muhalifler bile, “biraz eğlenelim” gerekçesiyle diziyi kaçırmamaya başlıyorlar. Evet, senaryonun ilk aşaması tutmuştur.

Bundan sonra aktörümüze, istenilen hareket (act)leri yaptırmak, istenilen sözleri söyletmek gerekmektedir. Yani ‘hoca’ kılıklı aktör, rolünü hakkıyla oynamalıdır. Oynayacaktır da.

Bu arada ilgili kişinin kirli ilişkileri, vahiy dilinde masiyet/fücur/fahşâ olarak bilinen rezillikleri çağın en büyük silahı denmiş olan kameraya kaydedilmektedir… Her işin erbabı var tabi ki ve erbablar, işlerini muntazaman yapmaktadırlar…

Aktörümüz çoktan TV ekranlarının gediklisi olmuştur, bilmediği bir konu yoktur, mütalaa yürütmediği bir mesele, fetva vermediği bir sual, ictihad yapmadığı bir alan bulunmamaktadır. Her soruya cevap vermekte ama hiç soru sormamaktadır… O artık yeni keşfedilmiş bir allâme, derin bir hoca, ‘hocaefendi’dir.

Artık, fikren ve siyaseten beğenmediği, düşman saydığı grup, hizip, kişi ve fikirlere saldırabilir; ölüm fermanları çıkartabilir, tekfir fetvaları yayınlayabilir; iftira ve hakarette sınır tanımayabilir.

Böylelerinden birini iki yıl kadar önce, bir gazeteci ile ‘tarihçi’ arkadaşının yanında TV’de izlediğimde Dinim İslam adına çok üzülmüştüm ve aklıma, çocukluğum döneminde yaptığımız topaçlar gelmişti. Hani o günlerde kendi topacımızı kendimiz yontardık. Topacı çevirmek için bir küçük değnek gerekirdi. Değneğin ucuna, biraz uzun ve ince bir çaput bağlardık. Çaputu topaca sarar sonra yerde hızlıca çekerdik; bu, topacın dönmesi için gereken ilk harekettir. Topaç dönmüştür. Bundan sonrası artık, değneğinizin ve çaputunuzun elverişliliğine ve sizin el becerinizin maharetine kalmıştır; çaputla topaça vuracaksınız ve o dönecek… Ne kadar da doyumsuz oyunlardı öyle. Bizi saatlerce sokağa bağlar, (olmayan) televizyondan, bilgisayardan ve cep telefonu gibi uyuşturuculardan uzak tutardı.

İşte o ‘hoca’nın, gazeteci ve ‘tarihçi’ önünde -tabi kendi hür iradesiyle!- maruz kaldığı maskaralığı bu bizim topaç işine benzetmiştim. Onlar topaçlarını bulmuşlardı, onu ‘yeni’ çaputlarla şaplaklıyorlar ve o da şaplağı yedikçe keyifleniyor, izleyenleri gülmekten kırıyordu muhtemelen. O keyiflendikçe, sanki tasavvufi anlamda sekr (esriklik) hali yaşıyor, bu durum, stüdyodaki ortaklarını coşturuyordu. Hatta bir ara gazetecinin, ‘hoca’ lakaplı bu şovmenin söylediği sözleri kast ederek, “maskaralık ya!” dediğini şimdiki gibi hatırlıyorum.

O esnada din adına anlattığı ve gazetecinin ‘maskaralık’ dediği şeyleri burada tekrar etmeyi abes buluyorum.

***

Hoca da olsa bir insan insandır ve insan olarak günah işleyebilir, hatalar yapabilir. İnsanların şehvet, para ve makam gibi vasıtalarla imtihanı çok zordur. Herkesten Yusuf olmasını, herkesten Ebu Hanife olmasını bekleyemeyiz… Ama mü’minler için Yusuf, şehvet sınavında en ideal örnektir. Çıtanın en üst noktasıdır. Ebu Hanife keza. Bütün müminlerin Yusuf gibi sağlam karakterli, edepli, iffetine düşkün ahlak timsali insanlar olmalarını Rabbimizden niyaz ederim. Çocuklarımızın da Yusuf gibi, Meryem gibi iffet abideleri olmaları için Rabbimize duamızı eksik etmemeliyiz.

Evet, insan hata yapabilir demiştik. İnsan hata yapar da, bu insan eğer bir mü’minse, hiç değilse biraz utanması olur, arlanmak diye bir şey bilir, işlediği günah birazcık yüreğini burkar ve insanlara bakarken (onlar bilmediği halde) günahının ezikliğini hisseder. Fakat bir adam hem bir fahşayı işleyecek, hem de o günahtan daha pişkin olacak! Sanki o günahı işleyen o değilmiş gibi, ya da böyle bir ‘efendi hazretleri’ taslağının günah işleme hakkı varmış gibi gayet rahat olacak ve dün o cürmü işleyip, bugün TV ekranlarından dünya âleme ‘hoca’lık taslayacak… Sonra da, işlediği bütün bu ahlaksızlıklar fâş olunca ilk sarıldığı silah ‘komplo’ gevezeliği olacak… İşte bunun affı olamaz ve bu yapıdaki bir insan da Müslüman olamaz.

Fakat ben burada daha farklı bir noktaya gelmek istiyorum. Bir insan zina, rüşvet, hırsızlık, zimmetine para geçirmek gibi haramlardan birini işlerse, bunların topluma verdiği zarar sınırlıdır ve telafisi mümkündür. Fakat aynı insanın, mesela bir tarikat şeyhi ya da tarikatta önemli bir mevkii olan kişi veya bir hoca sıfatıyla itikadî alanda işlediği cürümler çok daha büyüktür ve bunların telafisi imkânsıza yakındır. Yukarıda TV’de izlediğimi belirttiğim kişi, başka bazı konuşmalarında, mesela vahyin Muhammed (sav)’den Muhammed’e geldiğini anlatmaktadır. Efendi hazretleri diye takdis ettiği kişiyi bir ilah gibi anlatmaktadır. Efendi hazretlerine Azrail geldiğinde, henüz ölmek istemediğini belirterek, Azrail’i geri gönderdiğini ileri sürmektedir. Bir başkası, Muhammed eşittir Allah diyebilmektedir. Bunun gibi yığınlarca hurafeyi, daha doğrusu mistik hezeyanı din adına anlatmakta, hitap ettiği kitleleri dalalete sevk etmektedir.

İşte bu insanın bu cürümleri, yukarıda belirttiğimiz bazı haramlardan çok daha ağır bir suçtur ve insanı İslam dairesinden çıkartır.

***

Belli döneme damgasını vuran belirli tiplemeler vardır. Bu damgayı aslında bazı ‘güçlü’ odaklar vurmaktadırlar. Biz biliyoruz ki, bu tiplerin, kendi başlarına herhangi bir güçleri-yetenekleri yoktur. Fakat bir taraftan bir komedyen misali toplumu eğlendirirken, öte yandan da bir nifak adamı olarak Din’e zarar vermekte, İslam’ı kitleler nazarında maskaralıklarla eşdeğer hale getirmektedir. Son yıllarda gündemimiz bu tiplerden hiç hâlî kalmadı. Bu insanların sınır tanımayan ahlaksızlıkları ile sarık-cübbe-sakal gibi -sözde dinî- simgelerle insanlar arasındaki güven duygusu tamamen sarsılmak istenmektedir. Bu amaçla her fırsatta televizyonlarda boy göstermesi istenmekte, fitne, fesat, fahşâ yaymaları temin edilmektedir.

Öyleyse bu insanlardan ve şeytandan Allah’a sığınmalıyız. Bu insanların fitnelerini deşifre etmek, İslam’a attıkları iftiraları yüzlerine çarpmak maalesef kimi saf insanlar tarafından, Müslümanları eleştirmek olarak algılanmaktadır. Oysa mescid-i dırar, sonuçta adı mescid olduğu halde nasıl ki Allah’ın emri, Peygamber’in kavli ile yerle bir edildi ve kimse bunu Müslümanlarla uğraşmak olarak algılamadı ise, biz de günümüzün dırar mescidlerini bu şekilde açığa çıkartmalı, şerefli İslam dininin tertemiz esaslarını insanlara tanıtmalı, İslam’ın aziz olması için çaba harcamalıyız. Müslümanın, birilerinin kullanıp atacağı bir nesne olmadığını dünya âleme gösterebilmeliyiz. (Aralık 2011)

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *