“Sıkıntılı Bir Dönemden Geçiyoruz”

Artık o ‘sıkıntılı dönem’lerden geçirile geçirile, hemen her kavramımız gibi İslam ümmeti kavramımız da buharlaştı. Seküler fırınlarda, tağutî kazanlarda kaynatıldı, yakıldı ve külleri ‘birey’ çukuruna atıldı İslam ümmeti kavramımız.

“SIKINTILI BİR DÖNEMDEN GEÇİYORUZ”

Mehmed Durmuş

Şu anda şöyle veya böyle fikirle ilgilenen herhangi bir yazarın rastgele bir yazısına baksanız, “sıkıntılı bir dönemden geçtiğimiz”e dair bir cümleye rastlamanız çok büyük ihtimaldir. Bundan on sene öncenin matbuatına baksanız, sıkıntılı bir dönemden geçtiğimizi anlatan yazıları mutlaka görürsünüz. Yirmi sene, otuz, elli ve yüz sene öncesine gitseniz yine sıkıntılı bir konjonktürden geçtiğimize dair yakınmaları mutlaka fark ederiz.

Peki, bundan ne anlam çıkar? Sıkıntılı bir dönemden geçtiğimizi söyleyenler yalan mı söylüyorlar? Hayır, sıkıntılı bir dönemden geçtiğimiz, yalan da değildir, yanlış ta değildir. Fakat ortada, birbirine karıştırılan ‘iz’ler var, karıştırılan nesneler var… Sapla saman gibi…

“Sıkıntılı bir dönemden geçiyoruz” hüküm cümlesinin her bir ögesinin iyi tahlil edilmesi gerekir. Başta, ‘sıkıntı’ nedir? Hangi sıkıntıdan bahsediyoruz? Bu, kimin sıkıntısıdır? Herkesin ittifak ettiği bir tek ‘sıkıntı’ mı var? İşte izler ilk kez burada ayrışmaya / seçilmeye başlıyor. İki: Sıkıntılı bir dönemden geçen kim? “Geçiyoruz” kelimesi çoğul olduğuna göre kim bunlar? Bütün bir ülke mi? Toplumun belli bir kesimi mi? Üç: sıkıntılı bir ‘dönem’den bahsedildiğine göre, demek ki bir geçiş döneminden bahsediyoruz! Geçtiğimiz bir süreç var, bir tünel, bir dar geçit söz konusu. Peki, bu dar geçitten/tünelden sonra bizi nasıl bir coğrafya beklemektedir?

***

Türkiye’nin ve dünyanın dar geçitleri hiçbir zaman bitmeyecektir. Bu, her şeyden önce ontolojik bir gerçekliktir. İnsan, ötelerden gelip, bu sıkıntılı geçiş dünyasından ahiret âlemine doğru yol almaktadır.

Bir yerde insan varsa, orada paylaşamamak, bölüşememek olacaktır. Çünkü bir yandan İblis, ebedilik duygusunu fısıldamaktadır. Vahiy, Âdem’in iki oğlu kıssasını bunun için anlatmaktadır. Kabil’i hep ‘sıkıntı’ların sembolü olarak okusak, yanlış okumuş olmayız. Çünkü Kabil kıskançtır, bencildir, egoisttir, saygısızdır, adaletsizdir, insafsız ve merhametsizdir; kan akıtmayı sevmektedir. Fakat aynı zamanda beyinsiz/sefihtir de. Kabil kardeşine diklendiğinde belki ‘adam’ sanılmaktadır ama ‘adam’ değildir. Cahilin tekidir o. Kardeşini (Habil’i) öldürüyor yine ‘sıkıntı’ bitmiyor. Çünkü kardeşinin ölüsü ortada kalmıştır! Kendisindeki o cahilî enerji boşalmış, kini yatışmış ama kardeşinin cenazesini ne yapacağına dair hiçbir bilgisi yoktur! Aptaldır o.

Neticede kabil’e bir karga rehberlik etmiştir. Kabil’in kılavuzu bir kargadır… Sıkıntılı dönemin içinden Kabil, bir karganın marifetiyle geçmiştir. İnsanlığın en az yarısı Kâbil’dir.

***

Peki, Habil’in sıkıntısı yok muydu? Olmaz olur mu? Habil’in sıkıntısı, ‘kardeşi’ tarafından kıskanılmaktır; haksız yere üzerine gidilmektir; takdîmesi Allah katında kabul edilmeyen ‘kardeş’in hıncına, öfke seline maruz kalmaktır ve nihayetinde canıyla bedel ödemektir. Fakat Habil’in asıl sıkıntısı takva’dır! Allah’tan sakınmak, Allah’ı gazaplandıracak, O’nun rızasını devşiremeyecek hal ve hareketler Habil’in asıl endişesidir. İnsanlığın bir kısmı da Hâbil’dir.

***

Şu halde herkesin sıkıntısı farklı farklıdır. Bir ülkede yaşıyor olmak, oradaki bütün insanları tek bir ümmet yapmaz. Sıkıntılarını ortaklaştırmaz. Bir toplumu ancak bir dava, uğruna ölünesi bir yüce mefkûre kardeş yapar.

Artık o ‘sıkıntılı dönem’lerden geçirile geçirile, hemen her kavramımız gibi İslam ümmeti kavramımız da buharlaştı. Seküler fırınlarda, tağutî kazanlarda kaynatıldı, yakıldı ve külleri ‘birey’ çukuruna atıldı İslam ümmeti kavramımız. Şimdilerde artık ‘birey’in borusu ötüyor, kent dindarlığı, nihilist bir gençliğe umut olarak telkin ediliyor. Kentin bay ve bayanları özgürlüğü yaşıyorlar doyasıya…

Müslümanlar olarak hiçbir soruna duyarsız kalamayız. Yeryüzündeki her sorun, her yeni durum, her vak’a bizi doğrudan ya da dolaylı olarak ilgilendirmelidir. Fakat hiçbir zaman, toplumu laikleştirme, özgürleştirme, mankafalaştırma, sürüleştirme projeleri bizim ödevimiz değildir. Hele hele Müslümanları, İslam’ın, içi anlam dolu mutenâ kavramlarını, İslam’ın nezih müesseselerini ve hele de Allah’ın ismini kullanarak, yani üzerimize basarak bizi dönüştürme, aptallaştırma, uyuzlaştırma projeleri asla bizim ‘sıkıntımız’ değildir. Bunlar, tersinden bizim sıkıntımızdır. Fitne, yeryüzü için gerçek bir sıkıntıdır ve işte bizim sıkıntımız, o fitnenin önünü kesmektir, fitneyi ifnâ etmektir. Din’i Allaha has kılmaktır bizim asıl derdimiz. Şu anda yeryüzünün neredeyse tamamına yakınında Din Allaha tahsis edilmemiş vaziyettedir. Din’e tiranlar, mele ve mütrefler, Samirîler, Ebu Amir Rahip’ler, İbni Selûl’ler yön vermektedir. Müslümanlara sadece, Müslüman ‘mış’ gibi davranmaları ‘özgürlüğü’ tanınmaktadır.

Türkiye’de hâkimiyeti kayıtsız şartsız insana tahsis eden böyle din karşıtı siyasal ve toplumsal düzen var oldukça, terör, açlık, fuhuş, çıplaklık, bencillik gibi sıkıntılar hiç bitmeyecektir. Bu sorunlara çözüm bulmak öncelikle, hâkimiyeti Allah’tan gasp edip kendilerine tahsis eden müstekbirlerin vazifesidir. Çünkü bu sorunların bir numaralı sorumlusu onlardır. Lakin bu sorunların hiçbirine biz ilânihaye sessiz kalamayız. Bu sorunları sadece seyretmek ve müstekbirlerin çözmesini beklemek bizim ahlakımız olamaz.

Kuşkusuz bizim sorunumuz öncelikle Allah’a iyi bir kul olmaktır. Yeryüzünde imanı güçlendirmek, Allah’ın kelimesini yaymak, marufu emredip münkerden vazgeçirmek, açların, bîçarelerin imdadına kulak vermek, namazın, orucun ne anlama geldiğini anlatmak, kelime-i tevhidin arzın her noktasında egemen olması için bütün gücümüzle çaba harcamak. Bunları bir bütün halinde elbette Kur’an istemektedir bizden. Bakara suresinin 177. ayeti ise bu görevlerimizin bir kısmını tafsil etmektedir.

Bir Müslüman için sıkıntı, yaşadığı hayata kendi imanının rengini verememektir. Gözümüzün önünde eriyip giden koskoca bir el-asr’a İslam damgasını vuramamaktır. Her gün önümüzde adeta bir değirmen gibi öğütülen, zamanları heder edilen, güzellikleri, gençlikleri, toylukları aşağılık zevklere, sahte hedeflere, münafıkça gelecek kurgularına kurban verilen milyonlarca gencimize sahiplenememektir. Kısacası, bize ve bütün dünya insanlarına dayatılan bayağı, kokuşmuş değer yargılarına İbrahimî bir balta indirememektir.

Bizim geçtiğimiz sıkıntılı süreç hep budur, bu olmaya devam edecektir.

Bu dar boğazları, dar geçitleri genişletebildiğimiz sürece bizden daha mes’ud insan olmayacaktır. Yeryüzünün en hayırlısı biz olacağız. Elhamdu lillah. Yeryüzünde hayrı çoğaltmak, vahyin kılavuzluğuna teslim olmak en büyük kaygımız olmalı. Kâfirler tağut yolunda, müminler de Allah yolunda mücadele ederler ayetlerini sanırım böyle anlamalıyız.

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *