Ya El Kaide, ya AKP mi?

Ya El Kaide, ya AKP mi?

Bu cümleler bir sayfalık röportajdan gazetenin sürmanşete çıkardığı ifadeler. Ki mülakatın can alıcı cümleleri de bunlar zaten.

Eskinin hızlı devrimcisi, şimdilerin neo-liberal kalemşörü Cengiz Çandar, Taraf gazetesine bugün (21 Şubat 2001) verdiği mülakatta şöyle diyesiymiş:

“Ortadoğu’daki İslami hareketler bakımından bir kutbu AK Parti, diğerini El Kaide temsil ediyor. Bölgedeki İslami hareketler ya El Kaideleşecekler ya da AK Partilileşecekler. Türkiye dindarların yönettiği ama din devleti olmayan bir ülke. Ak Parti Araplar için bir başarı öyküsü; Türkiye müthiş bir örnek.”

Bu cümleler bir sayfalık röportajdan gazetenin sürmanşete çıkardığı ifadeler. Ki mülakatın can alıcı cümleleri de bunlar zaten. Son dönemlerde bölgedeki olaylar vesilesiyle daha sıkça duymaya başladığımız ve bu mülakatta da karşımıza çıkan “Ortadoğu” ifadesi üzerinde de bir ara durmak gerektiğini belirtmekle yetinelim. Ki bu ifadenin, İngiliz emperyalizminin bölgeyi kendince tanımlama stratejisinin ürünü olduğu bilinmektedir.

Çandar efendiye göre, Müslümanlar olarak iki seçeneğimiz var: Ya birer El Kaide savaşçısı olup sağa sola bomba yağdıracağız; yahut da Büyük Şeytan’ın model ülkesinin aktörü, “dindar” kadrolardan müteşekkil olmakla birlikte küresel kapitalizmin en iyi partnerlerinden olan bir ekonominin icracısı ve emperyalist katillerle birlikte Afganistan ve Pakistan’da Müslüman kanı dökmekte beis görmeyen AKP’nin her geçen gün genişleyen saflarına katılıp uslu dindar çocuklar olarak küreselleşme sürecine entegre olacağız.

Hakikaten başka seçeneği yok mu önümüzdeki süreçte Müslümanların?

Emperyalistlerle savaşmak adına ölçü tanımayan bir şiddet körlüğü ile; emperyalizm ve onun ideolojik kalıplarıyla uyumlu, kapitalizmle partner, işgalcilerle müttefik bir “hoşkörü” dindarlığından başka gidecek yolumuz yok mu?

Bu çok güncel sorulara, 2008 yılı başlarında kaleme aldığım ve “Yangında İlk Kurtarılacak” adlı kitapta da yer verdiğim “Ne “hoşkörü”, ne şiddet körü!” başlıklı makaleden ilgili paragraflarla karınca kararınca bir cevap vermek istiyorum:

… Günümüzde Müslümanlar olarak fasit bir daireye mahkûm edilmek isteniyoruz. Yeni bir “Kırk katır mı, kırk satır mı?” dayatmasıyla karşı karşıyayız. Bizim için küresel ve yerel toplum mühendisliği merkezlerinde biçilen iki tür gömlekten birini seçmek gibi bir dayatmayla karşı karşıyayız. Küresel ve yerel ölçekte önümüze iki şık konuluyor: Ya tedhiş taraftarı olacaksın, ya da uzlaşma yandaşı! “Hoşkörü” olmakla şiddet körü olmak arasına sıkıştırılmak isteniyoruz.

Söz konusu iki tutum birbirlerini söz konusu ederek haklılık ve meşruiyet kazanma çabasına girişiyor. Birisi, “İslam’da teröre yer yoktur, şiddetin de bir hukuku vardır” hakikatini dillendirip, bu hakikati ihlal edenleri söz konusu ederek buradan tağutlarla, zalimlerle içli dışlı olmaya, izzeti zalimlerin yanında aramaya dayalı bir tutuma meşruiyet devşirmeye koyuluyor; diğeri ise zalim ve tağutlarla içli dışlı olmaya dayalı tutumları öne sürerek buradan kendi ölçüsüzlüğüne meşruiyet kazandırmaya çalışıyor.

Hangisini seçmeliyiz? Ölçüsüz bir şiddeti temel hareket tarzı edinmiş, şeffaflıktan uzak “şiddet körlüğü” çizgisini mi; yoksa küresel ve yerel zulüm odaklarıyla içli dışlı olmayı yeğleyerek izzeti bu zulüm odaklarının yanında aramaya yönelen, tağutlarla iyi geçinmeyi şiar edinmiş, zalime ve zulme karşı bir duruşu olmayan, Allah’ın dinini her şart altında savunma iradesi göstermek yerine yaşanan süreçlere göre tutum değiştiren “hoşkörü” çizgisini mi benimsemeliyiz? Kısacası kırk katırı mı tercih edeceğiz, kırk satırı mı?

Bu sorunun doğru cevabı şudur: Ne “hoşkörü”, ne şiddet körü! Bizler küresel ve yerel toplum mühendisliği odaklarınca biçilen gömleklerden birini tercih etmek durumunda değiliz. Kırk katırla, kırk satır arasında tercih yapmak zorunluluğumuz yok. Çünkü bizi dosdoğru yola ileten apaçık bir hidayet rehberimiz ve kendisinde bizim için güzel örnekler bulunan kutlu bir önderimiz var. Apaçık rehberimizin bize anlattığı ve kutlu önderimizin örnekliğiyle müşahhaslaştırdığı Rabbani yol, ne izzeti ölçüsüz şiddette arayan anlayışı işaret ediyor, ne de küresel ve yerel zulüm odaklarına yaranmaya çalışıp izzeti onların yanında arayan anlayışı…

Bizden yürümemiz istenen yol bellidir: Âlemlerin Rabbi yüce Allah’tan başka ilah ve rabb tanımamak, tüm bâtıl düzenleri, tuğyana dayalı otoriteleri reddedip yalnız Allah’ın hükümranlığına boyun eğme iradesini ortaya koymak, zalimlere asla meyletmemek, Allah’ın ilke ve ölçülerini asla eğip bükmemek, bâtılın sembollerine tazimde bulunmamak, Rabbani ölçüleri asla gevşetmeye kalkışmamak, izzeti zalim ve tağutların yanında değil yalnızca Allah’ın, Rasulü’nün ve Mü’minlerin yanında aramak; lakin netlikle sertliği birbirine karıştırmamak, şiddetin ve savaşın da bir fıkhı olduğunu unutmamak, hikmeti ve estetiği elden bırakmamak, merhameti, şefkati, affediciliği, kuşatıcılığı elden bırakmamak, haklıyla haksızı, zalimle mazlumu ayırmak, insanları şefkatle ve güzellikle İslam’a dâvet etmek, nefret değil şefkat saçan, ölüm değil hayat vadeden ihya ve inşa erleri olmak…

Kur’an’ın sınırlarını çizdiği ve Allah Rasulü’nün pratize ettiği bu temel ilkeleri yol azığı edinmeli ve gür bir sedayla, sıkıştırılmak istendiğimiz fasit daireyi parçalamalıyız: Ne şiddet körü, ne hoşkörü!

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *