Diktatörlükler ve Düşünce Netliği

Biz Müslümanlar, İslam’la, gerek batı düşüncesi, gerekse başka kadim veya modern putperestlikler arasında kesin bir ayrıma gitmek zorundayız. Tarihin sonu liberal demokrasi değil, Din’dir, yani İslam’dır. Çünkü tarihin sonu, kıyamettir.

DİKTATÖRLÜKLER VE DÜŞÜNCE NETLİĞİ

Mehmed Durmuş

Tunus ve Mısır bağlamında Müslümanların zihinsel sıkıntıları bir bir masaya yatırılmaktadır. Fakat masadan neredeyse hiçbir tartışma, tam olarak sağaltılmış biçimde kalkmamaktadır. Kuyrukta bekleyen yığınlarca meselenin varlığının bilinmesinin verdiği bir tazyikle, acele tıbbi müdahaleler yapılan konu hemencecik masadan kaldırılmakta fakat kısa süre sonra aynı mesele yeniden sıraya girmektedir.

Aslında yaşadığımız tartışma, Tunus ve Mısır meselesi değil, bir bütün halinde, İslam-siyaset ilişkisi; İslam-modernizm ilişkisi, İslam-demokrasi ve İslam-sekülerlik ilişkisidir. İslam sadece ferd (şimdi birey)lerin vicdanlarını (ruhlarını) rahatlatmayı hedefleyen, eline, diline, beline sahip olmakla kişisel ve toplumsal asayişi sağlama almayı isteyen, namaz ve oruç gibi ibadetlerle insanları ‘takvalı’ sessiz yığınlara dönüştürmeyi amaç edinmiş bir ‘müspet insanlar dini’ midir? Yoksa, hayatın her alanına ilişkin önerileri, teklifleri olan, hayatı baştan sona tanzim etmeyi isteyen, kulluğu sadece ve sadece mülkün sahibi Allah’a hasreden, bunun için, Allah’ın ortağıymış havasındaki bütün beşerî otoriteleri reddederek, tam anlamıyla tevhid merkezli bir dünya kurulmasını isteyen essahtan bir Din midir? İşte tartışmanın mihveri budur.

Eğer cevabımız birinci şık ise, bu çağın şerikleri nazarında bir sorun görünmemektedir. Günlük hayatı, siyaseti tanzim etmeye kalkışmayan, hükmetmeyi insandan alıp Allah’a tahsis etmek gibi bir yönelimi olmayan, günlük, aylık ve yıllık ibadetlerle mensuplarını sessiz-sedasız, mutî sürüler (bir nevi koyunlar) kılan bir Din’den çağın şerikleri neden rahatsız olsunlar? Üstelik kendileri de tamamen Allah’sız değiller ya! Onlar da Allah’a inanmaktadırlar, onlar da zaman zaman bir tanrı fikriyle ruhlarını teskin etmek, tapınma duygularını tatmin etmek ihtiyacı duymaktadırlar. Yani onlar da tanrısızlık fikrine karşıdırlar.

Aslında Müslümanların en büyük sorunları, Zeynel Abidin bin Ali ve Hüsnü Mübarek gibi Firavun ardıllarının devrilmesi değildir. En büyük sorun, yukarıda sıraladığım gibi, İslam’la, tarihin sonu olduğu ileri sürülen bugünkü çağdaş liberal demokratik dünya görüşü arasındaki ilişkidir.

Bu sorunu nasıl çözeceğiz?

Sorunu, İslam’la demokrasi arasında tezat olmadığı, her ikisinin bir arada bulunabileceği şeklinde çözenler, kendi zihin dünyalarında her şeyi çözdüklerini, tehlike eşiğini aştıklarını varsayıyorlar. Ama İncil ve Tevrat’ın akıbetine uğratılamamış Kitap (Kur’an)la yüzleşmek, aslında pek bir şeyi halletmediklerini de kendilerine hatırlatmakta, vicdanlarını sızlatmaktadır.

İslam’la demokrasi, çağdaş siyasî zihniyet arasında uyum değil, çatışma olduğunu, İslam’la demokrasiyi veya başka bir ideolojiyi imtizac ettirmenin kesinlikle şirk olduğunu görmek ve buna inanmak tabi ki isabetli olan idrak düzeyidir. İslamî olduğuna inandığımız yol budur. Buna nebevî bakış da diyebiliriz. Kur’an İslam’ı bunu öngörür. Lakin bu idrak düzeyi, salt bir düşünce olmaktan çıkıp, nebevî harekete, müslümanca bir yaşam tarzına ve müslümanca bir davet/tebliğ hareketine dönüşmediği sürece, ‘çözüm’ olmaktan uzak kalmaktadır. Pratiği olmayan bir teorinin nebîler düzeyinde bir cazibesi olmayacağı açıktır.

Biz tekrar günümüz ‘devrimlerine’ dönecek olursak, Türk Ergenekon’u, Mısır ve Tunus Ergenekon’u iktidardan uzaklaşmakla Müslümanların sorunları bitmemekte, belki yeni başlamaktadır. Otuz yıl zalim bir diktatörün bin bir türlü zulmüne maruz kalmış Müslümanların, “bu adam iktidardan gitsin de, ne olursa olsun” duygusuyla hareket etmeleri bir noktaya kadar anlaşılabilir. Ama kendileri doktrin belirleme düzeyinde olan kimselerin aynı tavrı göstermeleri zihinsel bir çürümeyi gösterir.

Biz Müslümanların öncelikle akidemizi netleştirmemiz gerekmektedir. Merhum Seyyid Kutub bunun mücadelesini vermişti ve bu yüzden, ‘haklı yere’ şehid edildi. Ardından, akideyle doğrudan alakalı olan siyasî metotlarımızı da gayri İslamî düşünceden tamamen arındırmalı, düşüncemizi Müslümanlaştırmalıyız.

Biz Müslümanlar bilhassa son birkaç on yıldır, İslam’ın düşmanlarından ziyade, ‘dostları’ tarafından siyasî içerikli düşünce tacizlerine maruz kaldık. Kâfirlerin mescidlerimizi ahır yapmaları, Kur’an’ımızı inek fışkısı içerisine gömdürmeleri, ezanımızı tahrif etmeleri, İslam’a on dört asır öncesi çöl Arabı’nın fikirleri demeleri, Kur’an vahyini şizofren Arap Muhammed’in kendi şairce ilhamları olarak tanımlamaları biz Müslümanlara hiçbir zarar vermemekte, hele de İslam’a en küçük bir nakısa getirmemektedir. Bizi şaşırtan, tereddüte düşüren, yalpalattıran, kekeleten, duraksatan, kısacası bizi İslam hakkında kuşkuya düşüren, bizden, içimizden birilerinin İslam ve siyasallık üzerine söyledikleridir. Bu söylemler Kur’an siyaset kitabı değildir; Kur’an devlet önermez sözleriyle başladı, şimdilerde en iyi demokrasinin İslam olduğunu, İslam’ın demokrasiye ve İslam’ın laikliğe bir sorun teşkil etmediğini söylemeye kadar uzandı.

Müslümanlar batı düşüncesine ait özgürlük, insan hakları, bireycilik, çoğulculuk, feminizm, hümanizm gibi bütün seküler kavramları Kur’an’ın çağdaş tefsiriymiş gibi sahiplendiler. Üzerinde düşünen de, hiç düşünmeyen de bu kavramları sere-serpe kullandı. Müslümanlar, özgürlük deyince, insanların köle ve esir olmaması değil, tanrı ve tanrısal olduğu iddia edilen bütün ‘bağ’lardan azade olmanın kastedildiğini ne yazık ki kavramadılar. Çoğulculuk fikri, Allah’ın “De ki, ey kafirler!” hitabıyla İslam karşısında tek bir çuvala doldurduğu bütün kafirce düşünce sistemlerini hoş görmeyi, onları da Lat, Menat, Hubel ve Uzza gibi aziz ilahlar olarak taziz etmeyi doğurdu.

Müslümanların sorunu gerçekten müzmin diktatörlerin devrilmesi sorunu değildir. Müslümanların sorunu, zihinlerdeki müzmin putları devirme sorunudur. Seyyid Kutub, nebevî olduğuna inandığımız o muhteşem İslam anlayışına, en az Mübarek kadar zalim bir diktatör zamanında ulaşmıştı.

Biz Müslümanlar, İslam’la, gerek batı düşüncesi, gerekse başka kadim veya modern putperestlikler arasında kesin bir ayrıma gitmek zorundayız. Tarihin sonu liberal demokrasi değil, Din’dir, yani İslam’dır. Çünkü tarihin sonu, kıyamettir. Francis Fukuyama’nın bir müstevlî ezikliğiyle işaret ettiği ‘tarihin sonu’, tarihin gerçek sonu’nda son durak’ta, cehennemde olacaktır. İşte tarihin asıl sonu odur ki, o gün tamamen Allah’ın hükmünün geçtiği gün olacaktır. O gün herhalde Allah, liberal-demokrasi benim gerçek yolumdu, neden ona uymadınız demeyecektir.

Hiç kimse endişe etmesin, Tunus’ta da, Mısır’da da Türkiye’deki gibi Müslüman-demokratlığı referans alanlara iktidarlar, bugün değilse yarın teslim edilecektir. Bütün bu diktatörlüklerde liberal demokrat doğrultuda bir temizliği ancak bunlar yaparlar.

Bütün bunlara karşı duran, müslümanca düşünen ve müslümanca iş yapmak isteyen Müslümanlara ise ne yapacaklarını gösteren yeteri kadar ‘yoldaki işaretler’ vardır.

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *