İnsan Hakları

İnsan Hakları

İnsan hakları kavramını meşrulaştırma çabası gösterenlerin dayandıkları temeller son derece zayıftır. Bu çaba içinde olanlar, kavramsal bir temelden hareketle, hem ‘insan’ hem de ‘hak’ sözcüklerinin, aslında islami olduğunu ve bu iki terimin terkibinden oluşan bir kavramı ‘İslamileştirme’nin mümkün olduğunu ileri sürmektedirler. Bu mümkün değildir…

‘İnsan Hakları’ (Human Rights) kavramı, Batı düşüncesinin temel değerlerinden biridir ve Batı’nın modernleşme sürecinin ürünü olarak, bilhassa II. Dünya Savaşı’ndan sonra yaygın kullanım alanı bulmuştur. Ancak kavramın antik Yunan’da doğacılığı savunan Stoacılığa kadar uzanan kökleri vardır.

Kavram, Roma Hukuku içerisinde de ius naturale (doğal hukuk) temeline dayalı olarak meşru bir zemin bulmuş ve doğanın, Romalı olsun-olmasın, bütün insanlar için geçerli kıldığı hakların devlet tarafından tanınması şartını içermektedir. Ancak bu dönemde geçerli olan doğal hukuk anlayışı, eşitlik ve özgürlük kavramları üzerinde şekillenen bugünkü doğal hukuk anlayışından farklıdır. Nitekim kölelik (serflik) o dönemin doğal hukuk anlayışında meşru bir zemin bulabilmiştir.

Fakat 15. ve 16. yüzyıllardan sonra, bilhassa Galileo ve Newton’un buluşları, Hobbes’un maddeciliği, Descartes ve Leibniz’in akılcılığı temelinde şekillenen yeni bir ‘varlık ve evren anlayışı’ doğmuş ve bu anlayış doğal hukuk kavramını yeniden işlemiştir. Nihayet Locke, bu düşünceyi somut bir felsefi zemine oturtmuş ve bireylerin yalnızca insan olmalarından kaynaklanan hakları olduğunu söylemiştir. Locke’a göre bu haklar, insanlığın ilk yaşam evresi olan ‘doğal durum’ ortamında zaten vardır ve her birey bunları kullanmaktadır. Fakat insanların tarihsel süreç içerisinde topluluk halinde yaşamaya başlamalarından sonra, yaşam, özgürlük ve mülkiyet gibi en temel hakları, toplumsal ilişkilerin tabiatı gereği, bir toplumsal sözleşme ile devlete devredilmiştir. Devlet bu hakları koruyamıyorsa, o zaman bireylerin devrim yapma hakları doğmaktadır. Locke tarafından somutlaştırılan bu düşünce, daha sonraları liberalizm olarak anılacak akımın temel felsefi öngörülerinden biri olarak belirginleşmiştir. Fakat öte yandan, bu saf doğacılığa karşı, ‘toplumcu’ teoriler ortaya atılmış ve bireysel haklar yerine, toplumun haklarının öncelenmesi gerektiğini söylemişlerdir. 19. Yüzyıl Alman İdealizminin ve Avrupa’da gelişen uluşçuluğun etkisiyle, özellikle Marksistler, temeli ne olursa olsun, hakların topluma ait olduğu tezini işlemişlerdir. Ancak bu yaklaşım, Batı düşüncesindeki baskın eğilime yönelik bir itiraz olarak kalmıştır. Başarabildiği tek şey, saf liberal düşüncenin doğal haklar kuramını, ‘insan hakları’ kuramı şekline dönüştürmek olmuştur.

‘İnsan hakları’ kuramı Batı düşüncesinin gelişim sürecinde iki ana evrede gelişmiştir. İlk evre, daha çok bireysel nitelikli, yasal eşitlik, kişi güvenliği, bireysel özgürlük, düşünce ve inanç özgürlüğü, siyasal haklar ve mülkiyet hakkının talep edildiği dönemdir. Devlet bu dönemde ‘bekçi’ rolündedir ve bireye karışmamaktadır. 19. yüzyılın ikinci yarısına doğru yaygınlaşmaya başlayan kitle hareketleri ile birlikte, sosyalist akım, ‘sosyal haklar’ kavramını popülerleştirmiş ve bu ikinci evrede, çalışma, adil ücret, sosyal güvenlik, sendika ve grev, sağlık ve eğitim gibi haklar da listeye eklenmiştir. Böylece bekçi devlet yerini ‘sosyal devlet’e bırakmıştır. Neticede liberalizmin saf haklar teorisi, sosyalizmin getirdiği modifikasyonlar ile dengelenmiştir. Ancak yine de ifade edilmelidir ki, doğal haklar kuramı çerçevesinde gelişen insan hakları teorisi, temel felsefi gerekçeleri itibarıyla liberal düşüncenin ürünü sayılmalıdır.

Bilindiği gibi, liberalizmin/özgürlükçülüğün doğal hukuk kavramsallaştırmasının özünde şu düşünce vardır: İnsan, doğuştan birtakım ‘haklara’ ve bunları kullanma ‘özgürlüğüne’ sahiptir. Bu hak ve özgürlükleri hiçbir güç/gerekçe iptal edemez. ‘Rasyonel insan’ (birey/vatandaş) kendi rasyonalitesi ile organize ettiği toplumsal düzenekte ‘özgürce’ yaşar; Tanrı dahil, hiçbir dışsal etki, insanın bu ‘mahrem’ alanına müdahalede bulunamaz. Burada birey, herhangi dışsal bir amaç için kendi özünden fedakarlıkta bulunmayı kabul etmemekte, varlık dünyasını kendi duruşu zaviyesinden değerlendirme ve biçimlendirme hakkına sahip olmaktadır.

Özetle, bu düşüncede ‘hak’ terimi ‘doğal’ ve rasyonel’ olanı meşrulaştırma çabasından başka bir şey değildir. Doğal ve rasyonel olanın ne olduğu konusunda ise uzun boylu pek çok tartışma yapılmışsa da Batı düşüncesinin bu sorunu çözebildiğini söylemek zordur. Ancak 19. ve 20. yüzyıllarda insanlık tarihine kara bir sayfa olarak geçen Kolonizasyon (sömürgeleştirme) tecrübesi ile, rasyonalitenin ne tür bir işlev gördüğü fiilen sabit olmuştur. Çıkar (interest) kavramı ‘rasyonelleştirilmiş’; pragmatizm, hakikatin/doğrunun tek felsefi ve pratik modeli olarak benimsenmiştir. Batı’nın o üzerinde çokça titrediği ‘rasyonalite’ insanlığın başına büyük dertler açmış, nihayetinde Postmodernizmin doğuşuyla birlikte saltanatını kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya kalmıştır.

İnsan hakları kavramının temel felsefi altyapısı bundan ibarettir. Bu yönüyle de bu kavramın İslam’la uzaktan yakından alakası yoktur. Müslümanlar arasında bu kavramı ‘meşrulaştırma’ çabası gösterenlerin, kavramın mahiyetini bilmedikleri, bilenlerin ise heva ve heveslerine uydukları çok açıktır. Bu çabanın, bir zamanlar Arap dünyasında ‘sosyalizm’in, daha sonraları tüm İslam dünyasında ‘demokrasi’nin meşrulaştırılması girişimlerinden hiçbir farkı yoktur. İslam Sosyalizmi ve İslam Demokrasisi(!)nin tutmadığını görenler bugün aynı şeyi İnsan Hakları kavramı temelinde gerçekleştirmeye çalışıyorlar ama bu çabanın da akibeti diğerlerinden farklı olmayacaktır. Zira İslam saftır ve başka bir katıştırmaya/bulaştırmaya karşı dirençlidir.

Her şeyden önce İnsan Hakları (Human Rights) kavramının özünde ‘human’ terimi yatmaktadır ve bu terim, ‘özel bir anlam’ı haizdir. Basit anlamda ‘insan’ı karşılamaz; daha derin ve felsefi içeriği vardır. Nitekim ‘man’ sözcüğü de insanı karşılamak için kullanılır fakat bu, ‘human’dan farklıdır. Zaten bu nedenle, insan-merkezli yaklaşımın adı ‘hümanizm’dir. Buna göre humanismus, felsefe ve din gibi ideal tasarımlar yerine, realiteye/varolana değer veren bir yaklaşımın adı olmaktadır. Bu ise yaşananı ya da arzulananı meşrulaştırmaktan başka bir anlam taşımaz. Nitekim Batı’nın hak arayışının sonucu bundan başkası olmamıştır. Bu bağlamda İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin temel haklar ve özgürlükleri açıklayan bölümleri, Batılı insanın heva ve hevesini meşrulaştırma gayretini temsil etmektedir. Din ve Vicdan Özgürlüğü, İfade Özgürlüğü, Düşünce Özgürlüğü başlıkları altında sıralanan maddelerde, insanın Allah’a ‘isyanını’ formüle eden pek çok düşünce yer almaktadır. Bu özgürlükler çerçevesinde tanımlanan haklar, Hududullah’ın açıkça çiğnenmesini haklı çıkarma gayretinden başka bir şey değildir.

Bu Vesika’da örneğin, Allah’ın hükümlerinin hakim olmasını istemek zaten baştan yasak/haram kılınmış ve dinin devlet/dünya işlerine karıştırılması olarak nitelenip takbih edilmiştir. Böyle bir talebi dile getirmek dahi suçtur; bunun düşünce özgürlüğü ile elbette bir ilgisi olamaz! Zira din ile devletin ayrı olması, önceden kabul edilmiş, tartışılamaz bir postuladır. Bu konuda özgürlük yoktur! Bunun ötesinde, içki içmek, zina etmek, fuhşu teşvik etmek, hatta uyuşturucu kullanmak, insanın ‘özgürlük’ alanına girer ve bu konuda bireyler üzerinde bir yaptırım uygulanamaz. Devlet de bu konuda bireyi sınırlayan yasalar çıkaramaz. Allah’a ve onun hükümlerinin gerçekliğine inanan bir mümin olarak, Emr-i bi’lma’ruf ve nehy-i ani’l-münker(iyiliği tavsiye edip, kötülükten sakındırmak)’i önermeniz dahi, insanın ‘özgürlük alanı’na veya ‘özel hayatı’na müdahale anlamını taşır ve mazur karşılanamaz! Size tanınacak hakların en iyisi, evinizde oturup dininizi yaşamanız, namazını kılıp ibadetini yapmanızdır! Kısaca, Batılı insan, hak’tan bahsettiği zaman, onu şöyle anlamak gerekmektedir: O, Allah’a karşı isyanını meşrulaştırmak istemekte; arzularını (nefsini) ilahlaştırmaya çalışmaktadır.

Elbette ki Batılı insanın bu tür bir sapmaya yönelmesinde Kilise’nin zulmünün önemli bir payı vardır. Kilise, Allah’ın adını kullanarak, uzun asırlar boyu insanlara zulmetmiştir. Fakat bir zulümden kurtulma mücadelesi, asla bir başka zulme kapı aralamamalı. Bir başka zulmü meşrulaştırmanın aracı ise hiç olmamalıdır. Batılı insan, Kiliseyi inkar edeceğim derken, dini inkar etmiş ve nefsini ilahlaştırmıştır. Bu ise bir başka sapkınlıktır. Bu bağlamda müslümanlar da, kendilerine yapılan zulümleri bertaraf etmek düşüncesi ile bir başka zulme yönelmemeli, İslam’ın safiyetine halel getirecek düşünce ve tavırlardan uzak durmalıdırlar. İslam dışı düşüncelere yönelerek ve bu bağlamda, İnsan Hakları kavramı’na ‘sığınarak’, Allah’ı razı etmek asla mümkün değildir. Müminin zorluklarla mücadele stratejisi bellidir; gücü olduğunda fiilen müdahale etmek, o olmuyorsa söz ile karşı durmak, o da olmuyorsa kalben buğzetmektir. Fakat yanlışı meşrulaştırmanın İslam’da adı yoktur ve kesin olarak müsamaha gösterilemez. Mümin yanlışı yanlış olarak görecek, eğer hiçbir şey yapamıyorsa, kalbi buğzunu korumasını bilecektir. Evet mümin günah işleyebilir; ancak günahı meşrulaştıramaz. Günahı meşru görmek, iman dairesinin dışına çıkmakla eş anlamlıdır. Bu nedenle müslümanlar, öncelikle itikadi alanda, sonra da ameli konularda Tevhidi safiyete azami özen göstermelidirler.

İnsan hakları kavramını meşrulaştırma çabası gösterenlerin dayandıkları temeller ise son derece zayıftır. Bu çaba içinde olanlar, kavramsal bir temelden hareketle, hem ‘insan’ hem de ‘hak’ sözcüklerinin, aslında islami olduğunu ve bu iki terimin terkibinden oluşan bir kavramı ‘islamileştirme’nin mümkün olduğunu ileri sürmektedirler. Bu mümkün değildir; zira İnsan Hakları terkibindeki ‘hak’ tabirinin, İslam’daki ‘hakk’ kavramı ile uzaktan yakından alakası yoktur. İslam, Hukukullah ve Hukukulibad kavramlarını benimsemiştir ve İslam’ın hak, emniyet ve adalet kavramları, Batı’nın hak, eşitlik, özgürlük kavramlarından bütünüyle farklı anlam içeriklerine sahiptir. Allah’ın kulları üzerindeki hakları, kulun Rabbine karşı birey olarak yerine getirmesi gerekli olan hususları kapsarken, Kul Hakları kavramı toplumsal sorumluluğa karşılık gelmektedir. Her iki formülasyonda da adı geçen ‘hukuk/haklar’, ilahi kaynaklıdır ve bu nedenle Batılı normların belirlediği İnsan Hakları kavramından bütünüyle farklıdır. Nitekim Hukukulibad terkibindeki ‘ibad’ (kullar) sözcüğü bu düşüncemizi doğrulamaktadır. Zira İslam’da Batının kavramsallaştırdığı anlamda bir insan/özgürlük anlayışı olmadığı gibi bizatihi ‘özgürlük’ olarak değer atfedilen bir kavram da yoktur. Aksine, İslam ‘ibadet’ terimini öncelemiş ve kulların amellerinin değerlendirilmesinde ölçüt olarak bu kavramı esas almıştır. Kur’an’ın tanımladığı abd (kul) kesinlikle ‘human’ değildir. ‘Kul’ kavramı, biyolojik ve fiziksel özellikleriyle bir ‘beşer’ olmanın ötesinde anlamları haizdir. Kulun hakları ise akıl, nesil, can, mal ve din ‘emniyeti’dir. Bu emniyetlerin batılı vesikalardaki ‘haklar’la pek çok açıdan çeliştiği ise ortadadır. Nitekim bu emniyetler arasında zikredilen ‘nesil emniyeti’ Batı’nın 1960’larda resmileştirdiği Seksüel Devrim ile bütünüyle iptal edilmiştir. Akıl Emniyeti’nin ise Batı’da neredeyse hiçbir şekilde güvence altına alınamadığı söylenebilir. İçki ve uyuşturucu tüketimi oranları dikkate alındığında bu düşüncemizin doğruluğu kendiliğinden ortaya çıkacaktır.

Öte yandan, ‘özgürlük’ gibi meşrulaştırılan bir diğer kavram olan Eşitlik için de aynı şeyleri söylemek mümkündür. İslam’ın Batı tarzı bir eşitlik anlayışına cevaz vermesi mümkün değildir. Bilakis İslam adaleti öne çıkarır. Eşitlik, aslında kimi durumlarda ‘zulm’ ile eş anlamlıdır. Zira sorumluluklar, sahip olunan imkan ve güçle bağlantılı olmalıdır. Eşit fakat adaletsiz bir sorumluluk dağılımı elbette zulüm getirir. Nitekim Postmodernite’nin etkinliğini artırması ile birlikte Batı’da dahi “her alanda her şekilde eşitlik” anlayışı terk edilmeye başlanmıştır. Örneğin Feministler, artık kadın ve erkeğin bütünüyle eşit olmadıklarını, bu konuda kabul edilmesi gereken ilkenin “eşit fakat farklı” şeklinde formüle edilmesi gerektiğini dillendirir olmuşlardır.

İnsan Hakları kavramını meşrulaştıranların ‘insan sözcüğünü İslami terminolojinin bir ürünü olarak görüp olumlamaları da eleştirilmelidir. Zira Kur’an’da bu terim, günlük kullanımda olduğu gibi nötr anlamla değil çoğunlukla beşerin zaaflarını izah ederken kullanılmaktadır. Bu bağlamda bu sözcüğün Kur’an’daki kullanımlarına bakıldığında pek azı dışında, takvası ve fücuru ilham edilen insanın, zaaf ve isyan boyutunun öne çıkarıldığını görürüz. Buna göre insan “zalum ve cehuldur (Ahzab:72), zayıf yaratılmıştır (Nisa:28); zorluklar karşısında çabuk umutsuzlanır; zorluk anında Allah’tan yardım diler sonra bunu inkar eder (Hud:9; İsra:48; Abese:17); nimet verildiğinde yan çizer: şer dokunduğunda yeise kapılır; pek cimridir; her şeyde çok tartışır (Kehf:54); aceleci yaratılmıştır (İsra:11, Enbiya:37). Pek nankördür (Kehf:66, Şura:48; Abese:17; Hacc:66; İsra:27), hayr istemekten bıkmaz; ama bir şer dokunduğunda ümidini keser (Fussilet:49) ve hemen dua etmeye, Allah’tan yardım istemeye koyulur (Fussilet:51) bencil ve haristir; bir şer dokunduğunda feryadı basar; bir hayır dokunduğunda engelleyici olur (Mearic:19-21); önündekini(geleceğini) fücurla sürdürmek ister (Kıyame:5), sık azar (Alak:6), Rabbine karşı şükredici değil, inkar edici-kenud-dir (Adiyat:6) ve bu özellikleriyle apaçık bir hüsran içindedir (Asr:2)’’.

Bu ayetlerin açık şahitliğine göre, ‘insan’ kelimesi, Kur’an’da “heva ve hevesine uyma eğilimi ağır basan beşer”i tasvir etmek için kullanılmaktadır. Durum bu olunca, bu terimin bir çırpıda meşrulaştırılması çabalarının ne kadar köksüz ve yüzeysel kaldığı da kendiliğinden anlaşılmış olmaktadır. Özetle İnsan Hakları kavramını, felsefi içeriği bir tarafa, dil yönünden dahi ‘İslamileştirmek’ mümkün değildir.

İnsan Hakları kavramının İslam’da yeri olmadığının tarihsel kanıtlarını bulmak da mümkündür. Nitekim bu haklar içinde önemli bir yeri olan ‘özgürlük’ü terimsel veya kavramsal olarak müslüman devletlerin yasal ve hukuki metinlerinde bulmak mümkün değildir.

Özgürlük teriminin geçtiği ilk metin, 1798’de Mısır’ı işgal teşebbüsünde bulunan Napolyon Bonapart’ın Mısırlılara hitaben Arapça yayınladığı bir deklerasyondur. Napolyon bu metinde, Fransa Cumhuriyeti’nden “özgürlük ve eşitlik temeline dayanılarak kuruldu” şeklinde bahsetmektedir ve burada kullanılan sözcük ‘hürriyet’tir. Bu terim, bu tarihten önce köleliğin zıddı olarak kullanılırken, bu metinde ilk kez ‘siyasi’ içerikle kullanılmıştır. Bu tarihten sonra da, bu anlamıyla, Arapça ve diğer İslam dillerinde (Türkçe dahil) yaygın olarak kullanılmıştır. Bu tarihten önce 1774 yılında Ruslarla imzalanan Küçük Kaynarca Antlaşması’nda ise Kırım Tatarları ile ilgili bölümde “serbest ve bütün yabancı güçlerden bağımsız” kavim nitelemesi yapılmaktadır. Dikkat çekici olan husus, burada uygun görülen kelimenin hür/özgür değil ‘serbest’ oluşudur. ‘Serbest’ Farsça bir kelimedir ve muaf, imtiyazlı, bağışık, engellenmemiş, kısıtlanmamış anlamlarını haizdir. Fakat bu sözcüğün o güne kadar ki kullanımlarda felsefi ve siyasi bir çağrışımı yoktur, sadece mali ve idari alana ilişkin olarak kullanılmaktadır. Bu da göstermektedir ki felsefi ve siyasi içerikli olarak hürriyet/özgürlük teriminin İslam dünyasına girişi Fransız Devrimi’nden sonra, Aydınlanma Düşüncesi’nin İslam ülkelerini etkilemesi ile birlikte gerçekleşmiştir. Bu ise insan hakları kavramının İslam’la bir ilişkisinin olmadığının açık göstergesidir.

Aslında tarihsel süreç titizlikle incelenirse, insan hakları kavramının, Batılı güçlerce birtakım çıkarların meşrulaştırması için kullanıldığı da gayet açık olarak görülebilir. Örneğin Ortaçağ kapanırken, feodal düzenden kurtulmak isteyen gruplar (bu arada tabii ki burjuvazi) bu ‘doğal haklar’ tezini, Kilise ve Kral’ın gücünü sınırlamak için kullanmışlardır. Ardından Sanayi Devrimi’ni yaşayan Avrupa’da bireysel haklar garanti altına alındıktan sonra kitlelerin talepleri ortaya çıkmış ve bu kez ‘sosyal haklar’ tezi ortaya atılmıştır. Nihayet son yarım asır içinde de Batı, evrensel ölçekli çıkarlarını tehlikede gördüğü her durumda, muhalif sesleri bastırmak için meşrulaştırıcı bir araç olarak bu kavramı kullanmakta ve kendi tanımladığı ‘insan hakları’na aykırı uygulamaları olduğuna inandığı ülkelere fiili müdahale etme hakkını kendine bulabilmektedir. Son dönemde Clinton Doktrini olarak resmileştirilen bu formülasyonda bu tür müdahaleler belirli bir ‘haklılık’ temeline dayandırılmaktadır. Kendi elleriyle hazırladıkları Evrensel Beyannamede yeralan, ülkelerin ‘kendi kaderini belirleme hakkı’ ya da ‘egemenlik hakkı’ dahi, bu gerekçeyle ihlal edilebilmektedir.

Nitekim, Batı’nın tek süper gücü olarak kalan ABD, bu gerekçenin arkasına sığınırak pek çok ülkeyi bombalayabilmiş, hatta Vahşi Batı’nın alamet-i farikası olan Wanted ilanlarıyla bazı devlet adamlarını ya da terörist ilan ettiği kişiler için sürek avına çıkma ‘hakkı’nı dahi kendinde bulabilmiştir. Bu son uygulama, Batı’nın kendi değerlerini dahi çıkarları uğruna ihlal etmekten çekinmediğini bir kez daha kanıtlamış ve aslında küfrün her çağda vazgeçilmez saydığı ‘sahici’ bir değerinin olmadığını göstermiştir. Mekke döneminde “putlarını helvadan yapıp sonra da afiyetle yiyebilenlerle” bugün çıkarları öyle gerektirdiği için (yani heva ve arzularına uyarak) kendi değerlerini yine kendi elleriyle ihlal etmeyi haklı gösterebilenler arasında özde bir fark yoktur. O halde müminler, sahte sevdalar, geçici hevesler peşinde koşmamalı, izzeti başka yerlerde aramamalı ve sadece Allah’a güvenip dayanmalıdırlar.

İktibas Dergisi

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *