Biât

Biât

Bugün ya da yarın olsun biât ancak Allah’ın hükümleriyle hükmedilmesi üzerine yapılması halinde geçerlidir. Biât edilende de biât edenlerin kendisine sağladığı bir iktidarın bulunması zorunluluğu vardır. İktidar, olmazsa olmaz cinsinden bir şarttır.

Ercümend Özkan

Pratik hayatta karşılıklı konuşulan ve mutabık kalınan bir husus üzerine ‘el sıkışmak’ anlamında kullanılan Biât kelimesi mecâzi anlamda bir alışveriş yapıldığının, karşılıklı mutabakatın simgesi olarak araplar arasında yaygın biçimde kullanılmaktadır. Diğer bir ifade ile, görüşülüp konuşulan, üzerinde anlaşmaya varılan hususta el sıkışmak suretiyle, konuşulan şeylerin yerine getirileceğine dâir karşılıklı ‘söz vermek’ manasında kullanılıyor. Bu hâli ile bir alışveriş akdi gibi —mecâzi anlamda— kabul görüyor. Zaten kelime, kökü itibariyle ‘satma, satılma, satın alma’ anlamındaki ‘b, yâ, ayın’ harflerinden oluşan beyea’dan gelmektedir. Bâyi’ (satıcı), bey’ (satış), büyu’ (çoğuludur), (iki taraflı) kabul ve tasdik manasına gelen bey’ât ki biât şeklinde de çoğu kez kullanılmaktadır.

Kelime anlamı tek taraflı bir tasarrufu değil, iki taraflı bir tasarrufu kapsar. Yani biât denildiğinde bir mutabakat söz konusu olduğundan mutabakata varanlar en az iki taraftır. Bir de üzerinde mutabakata varılan husus (söz birliği edilen şey) söz konusudur. Bütün bunlar genel anlamda biât kelimesi ile ilgili bilgilerdir. Kelime her ne kadar kökü itibariyle ekonomik bir değer üzerindeki alışverişi söz konusu eden anlama sahip ise de pratikte en az o kadar ekonomik olmayan şeyler üzerinde de kullanılmaktadır. Sözleşmek, ahitleşmek tek taraflı değil karşılıklı taahhüdde bulunmak, akitleşmek manalarına da gelmektedir. 

Biât’ta bir biât edilen, bir biât eden (veya edenler) bir de üzerinde biâtlaşılan şey (sözleşilen husus) vardır. Biât eden(söz veren)in yerine getirmesi gereken taahhüdü bulunduğu gibi, biât edilenin de biât edene karşı yerine getirmesi gereken taahhüdü söz konusudur. Tabiidir ki üzerinde biâtlaşılan husus da biâtın önemli bir rüknüdür.

Biât bir sözleşme, bir karşılıklı taahhüd olduğuna göre üzerinde biâtlaşılan hususun mümkünâttan (yapılabilir, olabilir) şeylerden olması zarureti de vardır. Zira mümkün olmayan şeyler üzerinde bir taahhüdde bulunmanın anlamı yoktur. Tarafların her ikisinin de taahhüdlerini yerine getirecek güçte (iktidarda) bulunması da bir biâtın geçerlilik şartlarındandır. Bu iktidarın, üzerinde biâtlaşılan şeyi yerine getirmeye kâfi gelecek bir iktidar olması yeterlidir. Biât’ın geçerliğinin şümûlü açısından taraflarının dışındakiler üzerinde de etkin olması gerekmektedir. Böylesi bir biâtlaşma, taraftar olacaklar için bir ümit eseri (katılmaya özendirici), ya da karşısında bulunanlar için gereğinin yerine getirilmesinin önüne geçilecek tedbirler tevessül ettirici nitelik taşımalıdır. Kısaca, biâtlaşanlarca ciddiye alınması gerektiği gibi, dışında kalanlarca da ciddiye alınacak nitelikte bulunmalıdır. Ciddiye alınması ise ancak biâtlaşılan hususun mümkün şeylerden olması, biâtlaşan tarafların da bu mümkün hususu gerçekleştirmeye kâdir oldukları izlenimini vermeleri ile kabildir. Bu izlenim ise, sadece biâtlaşan tarafların üzerinde biâtlaştıkları şeyi yerine getirmeye karşılıklı olarak kâdir olup olmadıklarıyla, buna iktidarlarının yetip yetmeyeceği ile verilebilir. 

Üzerinde biâtlaşılan konunun mümkün olmaması ya da gerçekleştirilmesi mümkün olmayan bir şey üzerinde biâtlaşılması halinde biât ciddiye alınmaz. Gerçekleştirilmesi istenilen sonucu da doğurmaz. Belki ‘ölü doğan’ bir biâtlaşma olur. Taraflar için inkisar kaynağı olurken, dışındakiler ve hele istemeyenler için de alay konusu olur. 

Yukarıda söylemeye çalıştığımız hususlar karşılıklı her türlü sözleşmenin, akitleşmenin, taahhüdde bulunmanın velhâsıl biâtlaşmanın geçerliği için gerekli hususlardır. Biz şimdi insanlar arasında özellikle de müslümanlar için çok şey ifade eden, İslâmi hayat tarzının kopmaz bir parçası olan Biât’tan bahse geçmek istiyoruz. 

İslâmî bir ıstılah olarak Biât kısaca ve genel olarak Allah’ın hükümleriyle hükmetmesi için bunu isteyenlerce, bunu gerçekleştireceği kanaatı taşınılan birine (Devlet Reisi, Emir, Halife, İmam ve aynı anlamlara gelebilecek başka deyimler), Onun taahhüd ettiği şeyi yerine getirebilmesi için bütün gayretleriyle çalışacaklarına dâir söz vermesi. Kendisine biât edilenin de üzerinde biâtlaşılan hususu gerçekleştirmek için söz vermesidir. 

Burada dikkatleri çekmesi gereken önemli bir husus vardır: O da söz verenlerin birbirlerine söz vermelerine rağmen taahhüdün, asıl üzerinde biâtlaşılan şey üzerinde yoğunlaşmış olmasıdır. İki taraf da gerçekleştirilmesi gereken hususa önem vermelerinden dolayı asıl sözlerini sanki birbirlerine değil de gerçekleştirecekleri şeye veriyorlarmış görüntüsü kendini ortaya çıkarmaktadır. Nitekim biâtlaşan her iki taraf da, üzerinde anlaştıkları şeyi gerçekleştireceklerdir. Bunu yapmanın doğal bir sonucu olarak da birbirlerine karşı taahhüdlerini yerine getirmiş olacaklardır. Diğer açıdan bakıldığında ise, taahhüdlerini karşılıklı olarak yerine getirmeleri hâlinde de üzerinde biâtlaşılan şey gerçekleşecektir. Biâtlaşma, bir karşılıklı söz vermedir. «Allah, şüphesiz Allah yolunda savaşıp, öldüren ve öldürülen mü’minlerin canlarını ve mallarını Tevrat, İncil ve Kur’an’da söz verilmiş bir hak olarak cennete karşılık satın almıştır. Verdiği sözü Allah’tan daha çok tutan kim vardır? Öyleyse yaptığınız alışverişe (bey’e) sevinin; bu büyük başarıdır.»(9/111) Buraya alıntıladığımız âyette Allah’ın mü’minlerle bir alışveriş yaptığı; bu alışverişte mü’minlerin Allah yolunda savaşıp öldüren ve öldürülenler olduğu, bunların can ve mallarını cennet karşılığında satın aldığı, bu konu ile ilgili sözünün Tevrat’ta, İncil’de ve Kur’an’da da tekîd edilen bir hak olduğu zikredilmektedir. İlave olarak da «Verdiği sözü Allah’tan çok tutan kim vardır?» buyurarak verdiği sözü yerine getireceğini, diğer bir tabirle kendi taahhüdünü yerine getireceğini belirtmektedir. Böylesi kârlı bir alışveriş yapmış olanların ise başarılı oldukları ve başarılarından ötürü de sevinmeleri gerektiğini vurgulamaktadır. 

Âyetin muhtevasından bey’atın bir (alış-veriş) akdi olduğu rahatlıkla anlaşılmaktadır. Üzerinde akitleşilen şey «Allah yolunda öldürmek ve öldürülmeyi» göze almaktır. Bunu göze alacaklar açısından verilecek bedel can ve maldır. Bu arzedilen bedel karşılığı ele geçecek değer ise ‘cennet’tir. Yapılacak iş ‘Allah yolunda ölmek ve öldürülmek üzere kendini arzetmek’tir.

Bu âyet bize biât’ın sınırlarının belirlenmesi konusunda ışık tutmaktadır. Öncelikle biât Allah ile mü’minler arasında söz konusudur. Tarafları Allah ve mü’minlerdir. Dolayısıyla böyle bir akdi yapacak taraflar bu vasıfları taşımalıdırlar. Mü’min olmayanlar Allah ile böyle bir akit yapamayacakları gibi, Allah da mü’min olmayanlarla (Kendine, vasıflarına uygun olarak inanmayanlarla) böyle bir alışveriş yapmamaktadır. Böylece akdin tarafları belirtilmiştir. Üzerinde akitleşilen şey ise Allah’ı râzı etmek için ‘O’nun yolunda ölmeyi ve öldürülmeyi göze almak’tır. Bu uğurda ‘can ve malını arzetmek’tir. Allah da karşılığında cenneti arzetmektedir. Zikredilen iş gerçekleştiği takdirde karşılıklı olarak arzedilen şeylere kavuşulacaktır. Bu bir bakıma şöyle müşahhaslaştırılabilir. Cennet satın almak isteyen birisi Cennet Satıcısına gitmekte ve Cennet’in bedeli olan değeri (can ve malını) O’nun tezgâhına koymaktadır. Karşılığında da Cennet’i almaktadır. Taraflar sattığının karşılığı olarak arzedilen bedele mâlik olmaktadır. Cennet, karşılığında canını ve malını verenin tabir yerinde ise mülkiyetine geçerken, mü’minin canı ve malı da cenneti verenin (Allah’ın) mülkiyetine geçmiş oluyor. Burada şunu belirtmek istiyoruz ki cennet mukabilinde Allah’a canını ve malını arzeden(veren)’e Allah dilerse her ikisini de alarak, dilerse canını bağışlayıp (almayıp) malını alarak ve yine dilerse canını kabul edip malını bağışlayarak (almayarak) ve dilerse her ikisini de bağışlayarak (almayarak) cenneti vermektedir. Bu tıpkı bir satıcının sattığı mal bedelini arzeden alıcıya verdiği bedelin bir kısmını tenzil etmesi, ya da hiç almayıp hediye etmesi gibidir. Ve tabii bu tasarruf yalnızca onun hakkıdır. 

Bu alışverişte şunu da gözden ırak tutmamak gerekmektedir. Cennet almak isteyen kimse ancak cennetin sahibine (ve tabii cennete de) inanan (mü’min kimse) olacaktır. Yani bu alışverişi yalnızca mü’minlerle yapmaktadır Allah-u Teâlâ. Mü’min olmayanların böylesi bir alışverişle alakası yoktur. Diğer bir tabirle mü’min olmayanlara cennet satılmamaktadır.

Biât, üzerinde biâtlaşılan şeye riâyeti getirmektedir. Biât edilen kişiye tâbi olma, ona itaât etme biât akdinin muhtevâsındandır. Biâtla tâbi olma o denli birbirini tamamlayan iki şeydir ki biri olmadan diğerinin gereği ve değeri yoktur. Her biât tâbi olmayı gerektirir fakat her tâbi olma biât değildir. Ehl-i zimmetin tebâiyyetinin, bey’ât anlamında olmadığı gibi.

Biz konunun burasında İslâm tarihinde meşhur olan, önemi itibariyle de İkinci Akabe Biâtı adı ile anılmasına rağmen devleti kuran iradenin belirleyicisi olması bakımından ilk sayılacak biâtın nasıl gerçekleştiği ile ilgili bazı bilgiler vermek istiyoruz. Zira bu biât sırasında geçen konuşmalar; mahiyeti itibariyle biâtın ne üzerinde ve neleri kapsadığını, karşılıklı mükellefiyetleri belirleyiciliği bakımından çok önemli ve açıklayıcıdır. İleride daha başka biâtlardan da bahsedecek ve Resulullah (s.a.)’ın İslâmi hayatındaki yerinin daha da aydınlanmasına yardımcı olmaya çalışacağız. 

Hz. Muhammed Mekke’de iken Medineli yeni müslümanlarla yaptığı İkinci Akabe Biâtı ile ilgili haberler göstermektedir ki Medineli müslümanları bilhassa biât daha da hareketlendirmiş, işi daha da ciddiye almalarını, sıkı tutmalarını sağlamıştır. 

Akabe’deki toplantının bir gizli toplantı olması münasebetiyle Resulullah’ın «Kim konuşmak istiyorsa kısa konuşsun, fazla uzatmasın, zira müşriklerin casusları sizi her yerde aramaktadırlar.» diye söze başlaması da üzerinde dikkatle durulması gereken bir husustur. Alıntıda gördüğümüz vechile Abbas’ın bir giriş mahiyetinde mütâlea edilecek konuşması, bir diğer bakımdan da Biât Akdi’nin taşıyacağı önemi vurgulayıcı, ciddiye alınması gerektiğini belirticidir. Karşı taraf olarak Medinelilerin «Sizin söylediklerinizi dikkatle dinledik. Bundan sonra Ey Resulullah siz buyurun ve bizden ne gibi taahhüt almak istiyorsanız alın.» diyerek konuya girdikleri görülüyor. 

Bundan sonra Peygamberin bir konuşma yaptığı, Kur’an’dan âyetler okuduğu, Medinelilerin İslâm’a sadık kalmalarını istediği ve konuşmasını şöyle sürdürdüğü anlatılıyor: «Sizin kendi çoluk-çocuklarınız gibi beni de himâye edeceğinize dâir sizden biât almak istiyorum.» Medinelilerden Berâ’ bin Ma’rur’un cevâben: «… Evet!.. Sizi Hak ile beraber göndermiş olan Allah’a and içeriz ki sizi, kendimiz ve çoluk-çocuğumuz gibi koruyacağız. O halde Ya Resulullah bizden biât alın» diye cevap verdiğini ve üzerinde biâtlaşılacak şeyi gerçekleştirecek güçleri bulunduğunu açıklamaya matuf olarak da «Biz savaşçı kişileriz. Biz kahramanlığı atalarımızdan miras almış bulunuyoruz.» diyordu. 

Aynı karşılıklı konuşmaların devamı olarak Medinelilerin endişelerini belirtici konuşmaları, Peygamberin ise bu endişelerini giderici sözlerini görüyoruz. Sonuna kadar birlikte yaşanacak bir hayattan, beraberlikten söz ederek onları temin etmeye çalıştığını görüyoruz. «Ben sizinim, siz de benimsiniz. Siz kiminle savaşıyorsanız, ben de onunla savaşacağım ve siz kiminle sulh yaparsanız ben de onunla sulh yaparım.» buyurarak itmi’nan hâsıl etmek istiyordu. 

Ne üzerinde biât edeceklerini soran birine cevaben de «İyi ya da kötü her vaziyette emirlerimi dinleyeceğinize, itaât edeceğinize, ister varlıklı ister sıkıntılı halinizde olsun mallarınızı harcayacağınıza, iyilik için çalışacağınıza, herkesi kötülükten men edeceğinize, Allah ile ilgili olarak her zaman doğruyu söyleyeceğinize, sizi kınayan veya size karşı gelenlerden korkmayacağınıza dâir biât edeceksiniz.» diye veciz olarak cevap verdiğini görüyoruz. Bunun üzerine orada bulunanlar Peygamberin elini tutarak biâta başlayacaklarken Medinelilerin en genci Es’ad bin Zürâre’nin, topluluğu uyarmak, yapacakları işin mahiyetini düşünerek yapmaları için müdahalesini görüyoruz. Diyor ki Es’âd: «Durun Ey Yesribliler!.. Biz kendisinin Allah’ın Resulü olduğunu bilerek develerimizi koşturduk ve kendisine geldik. Bugün kendisini yanımıza almak bütün Arapların düşmanlığını kazanmaktır. Bunun neticesinde bebekleriniz ölecek, kılıçlar kanlarınızı emecektir. Onun için bütün bunlara dayanacağınıza inanıyorsanız Resulullah’ın elini tutun. Allah size bunun mükafâtını verecektir. Fakat eğer siz canınızdan korkuyorsanız, şimdiden bu işten vazgeçin ve açıkça menfi cevabınızı verin. Zira şu anda menfi cevap vermeniz Allah katında daha makbul sayılacaktır.» 

Bu açıklamadan sonra orada bulunanların Es’âd’ı tasdiken «Ey Es’âd!.. Önümüzden çekil. Allah’a yemin ederiz ki biz ne bu biâttan vazgeçeceğiz, ne de ellerimizi Onun (Resulullah) elinden çekeceğiz» dediklerini ve birbirini takiben ve istekle hepsinin Resulullah’a biât ettiklerini, verdikleri sözü yerine getireceklerini gösteren ‘el sıkışma’yı yaptıklarını görüyoruz. 

Yukarıda metin içinde önemine binaen alıntıladığımız konuşmalar, mahiyeti itibariyle biâtın neleri kapsadığını gösteren bir belge olarak önümüzde durmaktadır. 

Biât’ın tarafları olarak Resulullah da, Ona biât edenler de beraberce bir takım değerleri gerçekleştireceklerine dâir sözleşiyorlardı. Bunu gerçekleştirebilmek için de bir organizasyon (devlet) oluşturuluyordu. Bu oluşum içinde kendisine biât edilenin emirlerine itaât edilecektir. Her hal ve ahvâlde bu itaât sürecektir. Zira Emir Sahibi, itaât edeceklere Allah’ın hükümleri ile hükmedecektir. Bu hükmetme iyiliğin gerçekleşmesi, kötülükten uzaklaştırma olarak tecelli edecektir. Bu amaç Emir Sahibi ve Ona tâbi olanlarla birlikte gerçekleştirilecektir. İtaât edenler, kendilerine (münkerden nehiy ve ma’ruf ile) Emr edenlerini dinleyip uyacaklardır. Gerek Emr edenin, gerekse Emri alanların gerçekleştirecekleri değerler aynı (üzerinde biâtlaşılan) değerlerdir. 

İkinci Akabe Biâtı adı ile anılan Biât’a, bugünkü tabirle «Sürgünde İslâm Devleti»ni gerçekleştirici bir akit gözü ile bakılabilir. Sürgünde tâbiri, kurulması kararlaştırılan devletin, ana unsurlarından birinin dışında bu akdin gerçekleşmiş olmasından kaynaklanmaktadır. Bilindiği gibi bir devleti oluşturan unsurlar ülke (dâr), bu ülke üzerinde bulunan ve siyasi iktidarın ana unsurunu oluşturacak olan ideolojiye inanmış halk (tebe’a, ki burada tebeanın müslüman olanlarını kastetmekteyiz) ve bir dünya görüşü (İslâm) ile hükmedecek Devlet Reisi(Otorite)’nden meydana gelmektedir. Doğal halde bu unsurlardan ikinci ve üçüncüsünün, birinci (yani ülke, dâr) üzerinde bulunmasını gerektirir. Şâyet bu hâl gerçekleşmeden bir süre önce bu tür bir akit yapılmış ve bu akit de Dâr’ın dışında yapılmışsa bu haldeki oluşum için ‘Sürgünde…’ tabiri kullanılmaktadır. 

Nitekim Resulullah’a, Mina’daki kayalıklar(Akabetepe)’da biât edenler Medine’nin bütün müslümanları olmayıp, bir bakıma onları temsil niteliği taşıyan temsilciler idi. Bunlar, üzerinde İslâm otoritesi(iktidar)’nin gerçekleşeceği toprakların dışında idiler, ki biâtın yapıldığı yer Medine’den takriben 300 mil uzakta idi. Kurulması anlaşması yapılan devletin başı, Devlet Reisi (ilk olarak bu görevi Resulullah deruhte etmişti) de ‘Dâr’ın dışında idi. Zaten genel anlamıyla ‘Dâr’ın ‘Dâr’ül İslâm’a fiilen dönüşmesi kendisine biât edilen devletin başının (Resulullah) ‘Dâr’ olacak yere (Medine) bizzat gelmesiyle gerçekleşecektir. Takvim başlangıcı olarak da anılmaya başlanan Hicret Olayı’ndan kasıt bu manada yalnızca kurulması kararlaştırılan devletin başının ‘Dâr’a Gelmesi Günü’dür. Bilindiği gibi Biât ile bu hicret arasında geçen süre içinde birçok müslüman Medine’ye taşınmış(hicret etmiş)tı. Hattâ daha önce iki kez Habeşistan’a gidişler de İslâm tarihinde Hicret olarak anılmaktadır. Devletler Hukuku açısından Resulullah (s.a.)’ın Medine’ye Hicreti’nin dışındaki hicretlerin ancak tâli önemi olabilir. Devletin fiilen varlık sahibi bulunmasını gerçekleştiren Hicret’ten, yalnızca kendisine biât edilen devletin başı (Emirü’l Mü’minin) Resulullah’ın Medine’ye hicreti anlaşılmalıdır. Habeşistan hicretlerinin veya Resulullah’tan önce veya sonra Medine’ye yapılan hicretlerin bu manada (Devletin fiilen kurulması manasında) bir önemi yoktur. 

İkinci Akabe Biâtı’nda yapılan konuşmalar, karşılıklı açıklamalar, (bir yerde) akdin sürekliliğinin temini üzerinde taşınan endişeler ve bu endişelerin giderilmesi için söylenenler, üzerinde anlaşılan (biâtlaşılan) şeyin esası ve yer yer de bu esasa aydınlık kazandırıcı açıklamalar, tarafların Biât ile ilgili neleri konu edindikleri konusunda bizlere çokça aydınlatıcı bilgiler verdiğini göstermektedir. 

Bilindiği gibi Medineli birkaç kişi, iki-üç yıl önce yine bir Hacc mevsiminde Mekke’de Resulullah (s.a.)’ın tebliği sırasında müslüman olmuştur. Bunlar Peygambere ‘Medine’deki sosyal ve siyasi durum’ hakkında bilgiler vermişler ve Medine’nin İslâm Mesajı’nın yayılması için müsait göründüğünden bahsetmişler ve tekrar yurtları Medine’ye dönmüşlerdir. Ertesi yıl tekrar gelişlerinde ‘bilebildikleri kadarını anlatmakla birçok insanın ilgisini çektiklerini, fakat İslâm’ı gereği gibi bilmediklerinden kendilerine İslâm’ı anlatabilecek birini vermelerini’ söylemişler, vereceği kişiyi Medine’de barındıracaklarını, yedirip içireceklerini ve onu koruyarak, yanlarında gezdirerek İslâm’ı anlatmasında kabileler ve aileler nezdinde yardımcı olacaklarını vadetmişlerdi. Mus’âb bin Umeyr (r.a.)’in yanlarına verilerek Yesrib(Medine)’e gönderildiğini biliyoruz. 

Mus’ab’ın Medine’de gerçekten kısa zamanda iyi sonuçlar aldığını ve hemen her aileden en az bir kişinin müslüman olmasına vesile olduğunu ve müslümanların Medine’de bir güç (o zamanın toplum ölçülerine göre) oluşturduklarından kendilerine güven geldiğini ve alıntıda da belirttiğimiz gibi «…Biz bir gün bir yerde toplandık ve Resulullah’ın durumunu görüştük. Biz aramızda dedik ki; …Resulullah (s.a.) ne zamana kadar Mekke’nin dağlarında ve tepelerinde çaresiz ve acıklı bir şekilde İslâm’ı yaymak için uğraşacaktır!.. Resulullah her yerde reddediliyor ve hiçbir yerde eman bulmuyor. En iyisi Onu biz buraya getirelim…» kararını vermişlerdi. Resulullah ise Medine’den ümitli olmakla beraber işin bu derecede ileri düzeye ulaştığını ve biâtlaşmak için geleceklerini bilmiyordu. 

Medine’den gelen müslümanlar Mekke’de kendisini buldular ve gizlice (maksatlarını başkalarından saklayarak) görüştüler ve Akabe’de görüşmek için sözleştiler. Peygamber yanında amcası Abbas’ı da bulundurarak (biâtla sonuçlanan) görüşmeye geldi. Hacc sırasında Mina’da geçirilen günleri(teşrik günleri)’nin ortasındaki günün gece vaktini kararlaştırmışlardı. Medineliler (müslümanlar) de «…Resulullah ile gizlice buluşmak üzere Akabe’ye hareket ettik, zira milletimizin (Medinelilerin) müşriklerinin bundan haberdar olmalarını istemiyorduk» düşüncesi ile kararlaştırılan yere gelmişlerdi. Bu toplantıda bulunan Medinelilerin 73 erkek ve iki kadın olduğu rivâyet edilmektedir. Son Akabe biâtıyla ilgili rivâyetlerde ittifak halinde belirtilen bir husus; gece vakti, Medinelilerin ‘ikişer-dörder gruplar halinde’ kararlaştırılan yere vardıklarında Resulullah (s.a.)’ı Abbas bin Abdülmuttalib’in yanında bulmalarıdır. 

Resulullah’ın gizli mes’elelerinde Abbas’a güveni bulunduğu düşünülmelidir. 

Buraya kadar anlattıklarımızdan ve İslâm Tarihi’nin devlet kuran irade beyanı anlamındaki ilk biâttan —diğerleri bu anlamda değildir— onun nasıl gerçekleştiği, tarafları, ne üzerinde biâtlaşıldığı, biâtlaşmanın devlet kurma anlamına geldiği rahatlıkla görülebilmektedir. 

Biât eden bunun sonucu olarak biât ettiği şeyler üzerinde vazifeleri (borçları) ve hakları da doğan kişi demektir. Tam karşılamamakla birlikte ‘vatandaşlık’ kazanan kişi demektir. Gayr-ı müslim tebaa da bir bakıma vatandaştır ama müslim tebaadan bir takım mükellefiyet farkları vardır. Gayr-ı Müslim tebaadan, üzerinde biâtlaşılan şeyi —ideoloji— doğrudan korumak beklenmez. Onların korumaya katılması; kurulan düzene uymaları, üzerinde yaşanılan toprakları, bu topraklar üzerindeki can-mal ve ırzın tecavüze uğraması halinde kendilerine yüklenen mükellefiyeti yerine getirerek def’e yardımcı olmak, cizyeyi vermek ve benzeri şeylerle sınırlı iken, Müslüman tebaanın mükellefiyetleri bundan fazla olarak ideolojiyi korumaktır. Elbette düzene uymak suretiyle gayr-ı müslim tebaa da düzenin korunmasında yükümlüdür. Düzeni bozmasına müsaade edilmez. 

Hadis kitaplarında Kitabü’l-İmare veya Biât bahislerinde birbirinden az farklarla değişik rivâyetlere çokça rastlamak mümkündür. Bütün bu rivâyetlerde üzerinde hassaten durulan hususların, Akabe’de sözleşilen hususlar etrafında dönüp duruyor oluşu, kurulan devletin üzerine oturduğu esasları korumaya, yaşatmaya, geliştirmeye ve sağlıklı bir şekilde devamını sağlamaya yöneliktir. 

Bilinmelidir ki biât ancak devlet kuran irade anlamındadır. Bu anlamın dışındakiler günlük hayatın gereklerinden sayılabilir ve devlet hukuku açısından bir anlam ifade etmezler. 

Halk arasında el vermek, etek tutmak veya biât etmek şeklinde geniş bir alanda kullanıldığını görüp duyduğumuz biâtın İslâm Devlet Hukuku açısından bir anlamı yoktur. Zira kendisine biât edilenin açıkça bir hukuk düzeni (İslâm Hukuk Düzeni) ile hükmetme yetkisi bulunmalıdır. Zaten biât akdi kendisine biât edilene bu hakkı veren ve sorumluluğu yükleyen akdin adıdır. Hükmetme yetkisi ise devlet olmaya yetecek bir iktidarın sahibi bulunmayı gerektirir. Bu tür bir iktidar (güç) ise hükmedenin üstünde, Allah’tan ve mü’minlerin murakabesinden başka gücün bulunmaması anlamındadır. Diğer bir ifade ile kendisine biât edilenin gücü (iktidarı) öylesine bir iktidardır ki onun iktidarının üstünde yalnızca Allah’ın iktidarı ve Mü’minlerin murakabe iktidarı vardır. Belki iktidar sıralamasında kendisine biât edilenin iktidarı üçüncü sıradadır: Allah’ın iktidarı, mü’minlerin (Ümmet-i Muhammed) murakabe, azil, tecziye ve yerine bir başkasına biât etme yetkisi iktidarı ve kendisine biât edilenin iktidarı sıralaması şeklindeki bir iktidarın sahibidir Emir’ül Mü’minin’in iktidarı. 

Emir’ül Mü’minin (Kendisine Allah’ın hükümleri ile hükmetmesi üzerine biât edilen kişi) müslümanların devlet başkanıdır. Konumuzla ilgili biât, devlet başkanına yapılan biâttır. Buna bağlı olarak da devlet başkanının tevkil ettiği (adına eyaletlere gönderdiği) vali, amil veya kumandanlara yapılan biât, devlet başkanına yapılan biât’a bağlı olarak geçerlik ve yürürlük kazanan biât’lardır. 

Bir devlet başkanına yapılan biât, onun tayin ettiği daha alt düzeydeki yetkililere de yapılmış gibidir. Kendisine biât edilen devlet başkanı azledildiği, öldüğü, kurtulmasından ümit kesilecek şekilde esir düştüğü veya bir başka yol ile devlet başkanlığını yitirdiği takdirde, kendisinin tayin ettiklerine yapılan biâtlar da kendisine yapılanla birlikte son bulur. Kendisine biât edilen yeni devlet başkanının tayin ettikleri veya eskisinin tayin ettiğini teyid etmesiyle ancak yeniden bunlar da kendilerine itaât edilecek yetkiyi kazanmış olurlar. 

Herhangi bir cemiyet, parti, teşkilat veya cemaat başkanlığı Devlet Başkanlığı’ndan farklıdır. Bu sebeple de bu sıraladıklarımız veya benzerlerinin başkanlarına itaât etme veya onların sözünü dinleme, emirlerine tâbi olmanın adı Biât değildir. Zira biât yalnızca devlet kuran akitleşmenin adıdır. Bugün, şurada burada duyduğumuz biâtlaşmalar, biât almalar İslâm Devlet Hukuku açısından kesinlikle biât sayılmazlar. Müslümanların kendilerini yakından ilgilendiren hayati bilgilerden mahrum oluşlarından yararlanarak ve müslümanlar aldatılarak yapılan gayr-ı ciddi oyunlardır. Zira bu akitler, kendisinde Devlet Başkanı iktidarı bulunmayanlara yapılmaktadır. Biât edenlerde de, kendisine biât ettiklerine sunacak bir iktidar yoktur. Bu tıpkı üç-beş yaşındaki kız ve erkek çocuklarının nikâhlarının kıyılıp, karı-koca edilmesi gibidir ki hukuken (fıkhen) geçersizdir. Zira karı-koca olmak kadınlık ve erkeklik iktidarını gerektirmekte olduğu gibi gerek biât edende, gerekse biât edilende devlet olmak iktidarı gerekmektedir. Böyle bir iktidar yok ise bu tür bir akid de (mümkün olmayan üzerinde akitleşildiğinden) geçersiz ve hükümsüzdür. 

Biât akdi, kendisine biât edilende, ona sunulan iktidarlarıyla biât edilenlerde bu gücün bulunmasıyla (mümkün olmasıyla) geçerlik kazanır. İktidarın mevcudiyeti mutlaka şarttır. Fakat hemen kullanılır olması gerekli değildir. Nitekim Resulullah’a yapılan biâtın gerekleri hemen işlemeye başlamamış, kendilerinin Medine’ye (Dâr-ı İslâm’a) hicretine kadar bir bakıma ta’lik olmuştur. Lakin olaylardan da yukarıda nakledildiği gibi —görüldüğü vechile her iki tarafta, kendisine biât edilende ve biât edenlerde— bu iktidar var idi. İktidarlarını icra edecekleri yere toplanmaları, varmaları ta’lik nedeni olarak söylenebilir. 

Yaygın olarak bilindiği gibi tarikat şeyhlerine yapılan biâtların, parti başkanlarına veya liderlerine yapılan biâtların İslâm Devlet Hukuku açısından kesinlikle geçerliği yoktur. Bu demektir ki biât edenler sorumluluktan kurtulmuş değillerdir. Zaten içinde yaşadığımız toplumda biât, anlamının tam tersine mükellefiyet getiren bir akid olmaktan öteye bilâkis insanları hareketsizlik ve sorumsuzluğa, yan gelip yatmaya sevk eden bir işlem olarak sürdürülmektedir. Bu görünümü ile de yaygın olarak bilindiği halde kimseler karışmamakta, görmezlikten, bilmezlikten gelinmektedir. 

Bizim burada konuya yaklaşımımız, İslâmî bir kavram olarak biâtın gerçek anlamının ortaya konulmasına yardımcı olmaktır. Elbette bu konuda söylenecek son sözler bu kadar da değildir. Lakin biz bu değinilerimizle müslümanların diğer kavramlarında olduğu gibi hayati önemi hâiz Biât Kavramı’nda da daha sağlıklı düşünebilmelerine, konunun içine kendilerini sokmaya çalışarak yardımcı olmaya uğraşıyoruz. Gerçeğine uygun olarak bilinmeyen bir işin gereğine uygun olarak hareket edebilmenin, eylem sahibi olabilmenin imkânı olmadığı bilinen bir gerçektir. 

Biât akdi, biât edenlere ma’siyetle emredilmedikçe itaât yükümlülüğü getirirken, biât edilene de Allah’ın hükümleriyle hükmetme mükellefiyeti getirmektedir. Kendisine biât edilenin her emri, biât edenlerin hepsi tarafından hoşlanılan, isabetli görülen bir emir olmayabilir. Bu emir (veya kanun) bir haramı helal edici ya da bir farzı farziyetten çıkarıcı olmadığı (ma’siyet bulunmadığı) sürece itaât farzdır. Devlet başkanına veya onun tayin edip kendisine itaât edilmesini istediği vazifelilere de itaât, devlet başkanına itaât cümlesindendir. Ki tümüyle bu itaât anlamına gelmektedir. 

Mü’minlere hitaben «…Allah’a itaât edin, Peygamber’e ve sizden buyruk sahibi olanlara itaât edin…»(4/59) buyuran âyette itaât sırası Allah, Resulü ve Sizden Olan (Allah ve Resulü’ne itaât eden) Ulu’l-Emr şeklinde sıralanmış iken, aynı konudaki hadiste «…Emir’e itaât eden bana itaât etmiş, bana itaât eden de Allah’a itaât etmiş olur»(1) buyurulmaktadır. Aslolan Allah’a itaât etmektir, O’na ma’siyet(isyan)te bulunmamaktır. Her itaât, insanı Allah’a itaâte bağlayıcı bir seyir takib ediyorsa bu takdirde anlamı vardır. Bu sebepledir ki Allah’ın emir ve nehiyleriyle hükmeden idareciye itaât, idareciye itaâtin ötesinde Allah’a itaât manasındadır. Hadis de bunu vurgulamaktadır. 

İdareci ma’siyetle emretmediği sürece kendisine itaât edilmelidir demek, isyan edilmemelidir demektir. İdarecinin görüş(ictihadları)lerindeki isabetsizlik kendisine uygun bir lisanla iletilir. Delilleri de ortaya konularak daha isabetli olan görüş arzedilir. Basiretli idareci elbette ki daha isabetli görüşü kabul edendir. Lakin ma’siyet ifade etmediği sürece kendi görüşüne göre doğru olanla hükmedebilir ve bu hüküm itaât edilen hüküm olmalıdır. Zira devlet hayatının, toplum düzeninin, herkesin bildiğini okumasına tahammülü yoktur. Ancak kendisine biât edilenin görüşü kanunlaşacaktır. Bu kanunun daha isabetlisi ile değiştirilmesinin yolu isyan olmadığı gibi kıyam hiç değildir. Ne var ki bu görüş İslâm dairesi içinde bir görüş olmak kaydıyla, ne kadar zayıf olsa bile.

İdareciye karşı kıyam’ın ise elbette kesin delillere, hükümlere ihtiyacı vardır. Bu da keyfiyet olarak idareciden küfür sâdır olması halidir. İdareciden küfür sâdır olması, onunla yapılan biât akdini kendiliğinden geçersiz kılar, mükellefiyetler sona erer ve biât edenler biât ettiklerini Allah’ın hükümleri üzerine getirmek üzere, sahibi bulundukları iktidarlarını bu yolda kullanırlar ki buna kıyam etmek diyoruz. Kelime olarak ayağa kalkmak, ayakta durmak anlamındaki kıyam burada idarecinin İslâm dışı icraatına, hükmüne karşı durmak için ayağa kalkmak manasındadır. 

Olur olmaz sebeplerle kıyam etmenin şer’an mümkün olmaması yanında idareciden her sâdır olana itaât etmenin de mümkün olmaması gerekir. Zira itaâtin de, kıyamın da, isyanın da birer tavır (amel) olarak sorumluluğu vardır. Allah’a karşı insanı (müslümanı) sorumluluk altına sokan ve hesabını vermeye sevkeden her tavır ise dayanağını Kitab ve Sünnet’ten bulmak zorundadır. İslâm’da ne kullara karşı ne de Allah’a karşı isyana cevaz vardır. İsyân, ma’siyet —kötülük— manasında olduğundan her türlüsü kınanmış ve türüne göre de cezalandırılmıştır. Kıyam ise yalnız haklı yere (İslâm hükümleri doğrultusunda) idareciye karşı gelmeye tesmiye olunmuştur. İtaât ise Allah’a karşı kulluğu yerine getirmenin genel metodudur. Bu metod her tavra göre bir başka şekilde biçimlenebilir. Lakin herhalde bu biçimlenmede de Allah ve Resulü (s.a.)’nün tavrı nasıl biçimlendirdiği bilinmelidir. «…Hoşuma giden ve gitmeyen hallerde dinleyip itaât etmek üzere sana biât ediyorum»(2) ifadesinden de anlaşılacağı gibi yöneticinin her emri onu telakki edene hoş gelmeyebilir. Emri telakki eden emrin hoşuna gidip gitmediğine değil, sözü geçen emirden Allah’ın râzı olup olmayacağına bakacaktır. Emrin, İslâm’ın dışında bulunmaması (ma’siyet olmaması) itaâti gerektirdiğinin gerekçesini teşkil eder. Emr-i Bil Ma’ruf genel manada her Müslüman’dan sâdır olması gereken bir emirdir. Burada özel manada resmi yetkilinin diğer bir ifade ile kendisine Allah’ın hükümleriyle hükmetmesi üzerine biât edilenin emri itaâtte öncelik ve zorunluluğu bulunan emirdir. Zira yetkilinin emri Ümmet’in düzeni açısından hayatiyet arzetmektedir. Bütün toplum olduğu gibi özellikle de kendisine biât edilen, bu düzenin korunmasıyla görevli, yetkili ve sorumludur. Bu sebeptendir ki yetkilinin emri birinci sırada itaâtin gerekli bulunduğu emirdir.

Biât’ın gereği itaâttir. Biâtı çözmenin gerekçesi ma’siyetle emredilmesidir. Buna diğer bir ifade ile idarecinin Allah’a isyan etmesi de diyebiliriz. Biât edenlerden birinin isyanı da yine isyan ettiği hususla ilgili olarak Allah’ın hükümlerinin onun üzerine uygulanmasıdır. Anlatılanlardan görülmektedir ki, ma’siyet üzere biât edilmez. Edilirse geçerli olmaz. Ma’siyet üzere biât etmek isyanla eş anlamlıdır. Müslümanların İslâm dışı düzenler üzerinde herhangi birine biât etmesi de ma’siyet cümlesindendir. 

Bugün ya da yarın olsun biât ancak Allah’ın hükümleriyle hükmedilmesi üzerine yapılması halinde geçerlidir. Biât edilende de, biât edenlerin kendisine sağladığı bir iktidarın bulunması zorunluluğu vardır. İktidar, olmazsa olmaz cinsinden bir şarttır. Ki biât, anlamını ancak iktidarla kazanır. Bunun dışındaki biâtlaşmaların, günlük hayatın gereği şeyler üzerinde yapılan akitlerin anlamlarını aşan anlamı yoktur, olamaz. Kim ki bunu yapıyor ve işlerliği için propaganda yapıyorsa ancak çevresini aldatıyor demektir. Zira bu iktidardan mahrumdur. Bu işler de evcilik oyunu gibi oynanacak oyunlardan olmayıp ciddiyet ister, her ciddi iş gibi. Kavramlarımızın karıştırılmasına göz yummamalı, onları gerçek anlamları ile bilmeli ve oyunlara gelmemeliyiz. Bilmeyenleri de uyarmak, yükümlülüğümüzün devamı niteliğindedir.

Dipnotlar

(1) S. Müslim, C. 6, S. 32, 1835 Nolu hadis; S. Buhari, C. 8, S. 349, 1240 nolu hadis. 

NOT: Kur’an’da biât ve itaâtle ilgili âyetlerin tümüne, hadis kitaplarında da İmare, Biât ve İtaât bahislerinde geçen hadislere bakılmasında zaruret görürüz.

(2) Sünen-i Nesei, C. 7-8, S. 204, 4157 nolu hadis

(İktibas, sayı 97-98-99)

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *