Ramazan ve Sabır

Ramazan ve Sabır

Ramazan ayımız aynı zamanda sabır ayıdır. Büyük Türkçe sözlükte sabrın tamımı şu şekilde yapılmış. “Acı, yoksulluk, haksızlık vb. üzücü durumlar karşısında ses çıkarmadan onların geçmesini bekleme erdemi, dayanç.” Bu tanım tabiî ki oldukça sorunlu bir tanım. Tam da günümüz sufilerine uygun bir tanım yapılmış. Sabır kelimesi Kur’an-ı Kerim’de türevleriyle birlikte toplam yüz üç ayette geçmektedir.

Ramazan ayımız aynı zamanda sabır ayıdır. Büyük Türkçe sözlükte sabrın tamımı şu şekilde yapılmış. “Acı, yoksulluk, haksızlık vb. üzücü durumlar karşısında ses çıkarmadan onların geçmesini bekleme erdemi, dayanç.”

Bu tanım tabiî ki oldukça sorunlu bir tanım. Tam da günümüz sufilerine uygun bir tanım yapılmış.

Sabır kelimesi Kur’an-ı Kerim’de türevleriyle birlikte toplam yüz üç ayette geçmektedir. Bunlardan altmış tanesi mekkî, geriye kalan kırk üç tanesi medenîdir.

Sabır günümüzde anlaşıldığı üzere korkaklığın ve haksızlıklar karşısında suskun kalmışlığın adı gibi algılanmamalıdır.

Bu bağlamda sabrın Kur’ani karşılığını güzel görüp güzel tanımlayan yazarlar da olmuştur.

Toshihiko İzutsu ise sabrı şöyle tanımlamaktadır: “Kişinin, içten gelen bir şeyle (sabırla) ne olursa olsun davasından vazgeçmemesini sağlayan kararlılıktır.

Elmalılı M. Hamdi Yazır ise sabrı, iman ve güzel amel ile hak ve hayır yolunda sebat göstermektir ki bu şecaat, sadakat ve mertlik şiarıdır. Yoksa kötülüğe katlanmak, her aşağılığa boyun eğmek ve şerre rıza göstermek demek olan tembellik, zillet ve miskinlikten ibaret olan duygusuzluk değildir diye tanımlamış.

Bizce de bu tanımlamalar Kur’an’ın özüne uygun tanımlamalardır. Fakat gelin görün ki bu kavram Tasavvufçuların elinde bambaşka bir kavrama dönüşmüştür. Bu tanımlamaları kabul etmek ise mümkün değildir.

“Ebû Said Arabî sabrı, “bütün belâları gönül rahatlığıyla karşılamaktır” şeklinde açıklarken, İbn Atâ (ö.309/922), musibetler içinde iken en güzel şekilde edebe riayet etmenin sabır olduğunu ifade etmiştir.30 Ebû Tâlib el-Mekkî (ö.386/996) sabrı nefis mücadelesi bağlamında değerlendirerek şöyle tanımlamıştır: “Sabr, nefsin arzularına karşı, insanın içindeki kötü duygulardan temizlenmesi, edepli ve güzel ahlaklı olmasıdır.” Cüneyd-i Bağdâdî’ye (ö.297/909) sabrın ne olduğu sorulduğunda: “Zorluk ve sıkıntı zamanı geçinceye kadar rızık sıkıntısına Allah için tahammül göstermek, yüzü ekşitmeden acıyı yudum yudum içine sindirmektir” şeklinde cevap vermiştir.

Necmeddin Kübrâ (ö.618/1221) ise sabrı, tıpkı bir ölüde olduğu gibi, nefsin haz duyduğu şeylerden mücahede ile uzak kalması şeklinde yorumlamıştır. Yapılan tasavvufî tariflerden anlaşıldığı kadarıyla sabır, Allah’a teslim olmayı ve takdire rıza göstermeyi gerektirir. Allah’tan gelen her şeyi, ondan gelmiş olması münasebetiyle, hoşnutlukla karşılamak şeklinde anlaşılmaktadır.”1

Tasavvufçuların sabır kavramını da Kur’an’ın ana mecrasından ayırarak kendi mistik anlayışlarına uygun bir şekle soktukları görülüyor. Bu kimseler öyle görülüyor ki yaşadıkları çağın bel’am ve tağutları ile ilgili değiller. Kendilerine düşman olarak nefislerini bulmuşlar ve sürekli ona acı çektirmeye onla mücadele etmeye çalışıyorlar. Zaten çağlarının zalimlerini olumladıkları için bu kimseler tarafından herhangi bir sıkıntıya da uğratılmamışlar.

Gazali sabrı tanımlarken diyor ki; sabr, nefsin istek ve arzuları karşısında, dinin emirlerini yerine getirmede sebat etmektir.

Sabrın tümü nefsin istek ve arzuları karşısındaki durumu olarak açıklanmış. Böylelikle cihad, zalimlerin baskı ve korkutmaları, katliamları gibi konularda sabrederek davadan yüz çevirmeyip bu zalimlerle mücadele etmek gibi bir anlamının olduğunu göremiyoruz. Zaten bu durum günümüzde de aynen böyle algılanmakta hiç kimse çağının zalimleri ile bir hesaplaşma içerisine girmemektedir. Benlerini oluşturan nefisleri ile konforlu mağaralarında uğraşıp durmaktadırlar.

Üstelik bu kimseler nefsin pis olduğunu, onunla mücadele etmek gerektiğini hatta nefsimizi öldürmemiz gerektiğini söyleyebilmektedirler. O yüzden de nefis ile cihadın en büyük cihad olduğunu inancındadırlar. Doğrusu tüm bunları Kur’an’dan çıkarabilmek mümkün değildir.

Üstelik Peygamber Efendimiz de bu konuda uyarılarda bulunmuş;

“Sizden biriniz, sakın ‘nefsim habis (pis) oldu’ demesin!” (S. Müslim ve Tercümesi, Mehmed Sofuoğlu, c. 7, s. 118) (A.Kalkan)

“Sizden biriniz kendi nefsi için istediğini (din) kardeşi için de istemedikçe (tam) iman etmiş olamaz.” (Müslim, İman 71, 72, hadis no: 45) (A.Kalkan)

“Müftüler sana fetvâ vermiş olsalar da sen yine nefsine (kalbine) danış.” (Ahmed bin Hanbel, IV/228; Dârimî, Büyû’ 2; Buhârî, Târih) (A.Kalkan)

“Tasavvufa göre nefis, insanın içinde soyut bir varlık olup hayatının sonuna kadar insanın dizginlemesi, hatta savaşması gereken amansız düşmanıdır. Bunlar, nefsi arındırma, terbiye etme adına bir hırka bir lokmayla yetinip, diyar diyar gezmeyi, dünya nimetlerinden el etek çekmeyi, rabıta yapmayı, hatta bedene şiş batırarak işkence etmeyi öngörmektedirler. Bazıları, nefsin derecelerini sıralayarak son aşama olan nefs-i kamile ulaşanların artık ibadi sorumluluklardan azade olduklarını iddia edebilmişlerdir. Oysa Kur’an nefsi, insanın kendisi olarak tanımlayarak ruh-beden ikilemine yer vermez.”2

‘Nefs’, öncelikli olarak bir kimsenin kendisi veya özü anlamına gelir. Açık ve gizli, dünyaya ve ahirete bakan duyuları, maddî ve mânevî becerileri, arzu, heves ve ihtiyaçları, canı, ruhu, hayatı ve istekleriyle kişinin bizzat kendisi demektir.

Kur’an, “Biz insanı en güzel şekilde yarattık. Sonra onu aşağıların aşağısı kıldık. Ancak iman edip salih amel işleyenler müstesna.” (Tin, 4–5)” der.

Aslında bu tür inançlar hep başka dinlerden İslam’a girmiş olan hurafelerdir. Sadece Hıristiyanlık ya da Budizm’e bakarsak bunu çok açıkça anlayabiliriz.

“Örneğin, Hristiyanlığa göre insan, Adem ile Havva’nın işledikleri ve onlardan tevarüs eden günah içinde bocalamaktadır. Şeytan, insanların hayra, aydınlığa ulaşmalarını engellemeye, Mesih ise hayra ulaştırmaya çalışır. Maddi alem şeytani, ruh alemi ise ilahidir. İnsanın bedeni/cesedi, şeytanın Âdem’i aldatmasının sonucudur ve kötüdür. Eğer insan kurtuluşa ermek istiyorsa gönlünü, et ve kemik aleminden, Mesih’in kurban edilmesiyle beşeri günahın çözülüş makamına, yani ruh alemine çevirmesi gerekmektedir.

Budizm’de de ruhlar tedrici olarak tenasühe hazırlanıyor, kemale erdirilmeye çalışılıyor; benlik yok edilip, dünya ile ilişki kesmedikçe gerçek kurtuluşun gerçekleşmeyeceği, kemale ulaşılamayacağına inanılıyor.

Her iki anlayış da dünyayı doğuştan kirli olan nefsin arındırılması için bir işkence hane olarak telakki etmektedir. Bu anlayışlarda insan, çeşitli merhalelerden geçirilmekte, önüne çeşitli engeller konularak meşru ve helal olan şeyler kendisine yasaklanmaktadır. Dünya nimetlerinden ne kadar faydalanılır, ne kadar çile çekilirse o kadar arınılacağı düşünülmektedir.”3

“Kur’an, (tasavvufçuların topluma kabul ettirdiği görüşün aksine) nefsin sadece olumsuzluğa meyilli ve tek yönlü olduğunu kabul etmez. Kur’an’a göre, insanı daima kötülüğe çağıran nefsin hevâsına karşın, onu daima iyiliğe çağıran nefsin vicdanı da vardır. Dolayısıyla insan, içinde, kendisini sürekli olarak doğruya çağıran şaşmaz bir pusulaya sahiptir. Vicdan denilen nefsin bu yönü, bir anlamda doğruya yönelten Allah’ın sesidir. İnsan sürekli olarak bu sese kulak verdiği ve Kuran’da gösterilen temel prensipleri tam olarak kavradığı takdirde, sürekli olarak doğru yolda ilerleyecektir.

Sûfilerin nefsi çeşitli mertebelere ayırıp en düşük mertebesinin nefs-i emmâre olduğunu belirtmesini Kur’an’dan ve bir peygamberden yola çıkarak doğru bulmak mümkün değildir. Bu mertebe anlayışına göre, Hz. Yûsuf’un nefsi, demek ki en aşağı mertebede olmakta ve Hz. Yusuf’a devamlı kötülüğü emretmektedir. Hâlbuki, Hz. Yûsuf, nefsin bir özelliğinden bahsetmektedir. Her insanın nefsi, ne kadar terbiye ederse etsin, yine de kötülüğü emretmektedir. Önemli olan nefsin bu emrini kişinin yerine getirmemesidir ki, Yûsuf (a.s.) da böyle yapmıştır. Nefsin bu kötülüğü emredici (emmâre) özelliği, bir peygamber için bile söz konusudur.”4

Tabi bu tasavvufçuların işi çığırından çıkarma hadisesi burada kalmamış. Nefis ile ilgili bu yanlış algılamaları işi akaid ile ilgili sapkınlığa kadar götürmüşler.

Ahmet Kalkan bu konuda şu izahlarda bulunuyor; “Nefsin merhale ve makamları ile ilgili tasavvufî açıklamalarda her bir makamla ilgili akaid açısından çok tehlikeli ifadeler vardır…

Tasavvufa göre, nefs-i mülheme mertebesine gelen kişinin içine ilham gelmeye ve perdeler açılmaya, gizli şeyler görünmeye başlıyor. Nefs-i mutmainne mertebesine gelince beşer olma, yani insan olma özelliği bitiyor, “Nûr-i Muhammedî” ortaya çıkıyor. Yani kişi insan-ı kâmil haline geliyor ve Allah tarafından muhatap alınma yani Allah ile karşılıklı konuşma safhası başlıyor. Nefs-i râdıye mertebesinde ise kişi, esrâr-ı ilâhiyyeyi yani Allah’ın sırlarını öğreniyor. Nefs-i mardıye mertebesinde o, Allah’tan, Allah kuldan razı oluyor, karşılıklı olarak birbirlerini memnun ediyorlar. Şimdi bunlar, nefsin ilahlaşma süreci değildir de ya nedir?”

Evet tasavvufu böylesi bir düşünce ile İslam dairesi içinde görmek pek mümkün görülmüyor. İslam’ın birçok kavramlarında yaptıkları tahribatı maalesef sabır kavramı içinde yapmışlar.

Kur’an’da çeşitli sıkıntılar, belalar, işkence ve zor kullanmalar, aç kalma ve korkutmalar karşısında Allah’a dayanarak O’nu tek güç kabul ederek direnmek, davamızdan yüz çevirmemek, zalimler karşısında teslimiyetçilik göstermemek, tembel ve miskin bir şekilde tenha köşelerde saklanmamak olarak anlam bulan sabır kavramı maalesef bu kimselerce böylesi bir anlam kaymasına uğramıştır.

Böylelikle yukarıda tanımı Türk dil kurumunca yapılan tanıma da aynen uydurulmuş.

Üstelik sabır kelimesinin Kur’an’da geçtiği yerler genel olarak cihad ve müminlerin karşılaştıkları zorluklar ile ilgilidir.

“Yoksa siz, Allah içinizden cihad edenleri belli etmeden, sabredenleri ortaya çıkarmadan cennete girivereceğinizi mi sandınız?”(3/142)

“Sizin sabırlı yirmi kişiniz onlardan iki yüz kişiyi yener”(8/65)

“Onların söylediklerine sabret, yanlarından güzellikle ayrıl”(73/10)

Dikkat ederseniz Yüce Allah ayetinde cihad edenleri sabredenleri ortaya çıkarmaktan bahsediyor. Yani cidat etmede sabredip yoluna devam edenleri cenneti ile müjdeliyor. Sabredemeyip cihadı terk edenler içinde cehennemi müjdelemektedir. Sabır kavramı burada aktif bir roldedir. Zalimlerin bizler üzerindeki tahakkümlerine sabredip kendimizce uydurduğumuz ibadet şekillerini kimselerin görmediği evlerimizde yerine getirerek bir sabır örneği göstermemizden bahsedilmemektedir.

Sözün özü sabır asla pasif bir tutumu içermemektedir. Aksine zalimler karşısında asla yese düşmeden davamıza güvenerek, Yüce Allah’ı tek güç otorite görerek yolumuza devam etme kararlılığı göstermektir. Ramazan ayında inşallah sabrın provalarını yapıyoruz. Aç kalsak da Yüce Allah’ın bize verdiği ödevi eksiksiz yerine getirmeye çalışıyoruz. Açlığa, susuzluğa sabreden bizler inşallah canımızla sınandığımızda da bu kararlılığı göstereceğiz. Şunu hiçbir zaman unutmayalım ki; “… Allah sabredenlerle beraberdir.” (2/153), “Allah sabredenleri sever.” (3/146)

Kaynak;

1- C.Ü. İlahiyat Fakültesi Dergisi, XII/2 – 2008, 439–466, Recep ÖNAL

2- Oktay Altın, Haksöz Dergisi, Sayı:88, Temmuz 1998

3- Oktay Altın, Haksöz Dergisi, Sayı:88, Temmuz 1998

4- (Arşiv) Sayı: 61, Dönem: TEMMUZ 2006, Yozlaştırılıp Tahrif Edilen Kur´an Kavramlarına Bir Örnek: “NEFS” Ahmet Kalkan

Dipnot;

Sabır ile ilgili bazı ayetler;

“Ey iman edenler! Sabredin, direnip üstün gelin. Cihada hazırlıklı, uyanık bulunun ve Allah’tan korkun ki, başarıya erişesiniz.”(3/200)

“Calut ve ordusuna karşı savaş meydanına çıktıkları zaman da şöyle dediler: “Ey Rabbimiz! Üzerlerimize sabır dök, ayaklarımızı sabit tut ve kâfirler topluluğuna karşı bize yardım et!” (2/250)

“O sabredenleri, o doğruluktan şaşmayanları, o elpençe divan duranları, o nafaka verenleri ve seher vakitlerinde o istiğfar edip yalvaranları (görür)”.(3/17)

“Ey inananlar! Sabır ve namazla yardım dileyin. Allah muhakkak ki sabredenlerle beraberdir. Allah yolunda öldürülenlere “Ölüdür” demeyin; zira onlar diridirler. Fakat siz farkında değilsiniz. Muhakkak sizi biraz korku, biraz açlık ve mallardan, nefislerden, ürünlerden biraz eksiltmekle deneriz, sabredenleri müjdele. Onlara bir musibet geldiğinde; ‘Biz Allah’a aitiz ve elbette O’na döneceğiz’ derler.” (2/153–156)

“Size bir iyilik dokunsa fenalarına gider, başınıza bir kötülük gelse onunla sevinirler. Eğer sabreder ve Allah’dan gereğince korkarsanız, onların hileleri size hiçbir zarar vermez; çünkü Allah onları kendi amelleriyle kuşatmıştır.”(3/120)

“Yoksa siz, Allah içinizden cihad edenleri belli etmeden, sabredenleri ortaya çıkarmadan cennete girivereceğinizi mi sandınız?”(3/142)

“Sizin sabırlı yirmi kişiniz onlardan iki yüz kişiyi yener” (8/65)

“Onların söylediklerine sabret, yanlarından güzellikle ayrıl” (73/10)

“Muhakkak siz, mallarınız ve canlarınız hususunda imtihan olunacaksınız. Sizden önce kendilerine kitap verilenlerden ve Allah’a ortak koşanlardan size eziyet verici birçok söz işiteceksiniz. Eğer sabreder ve Allah’dan gereği gibi korkarsanız, şüphesiz işte bu azmi gerektiren işlerdendir.”(3/186)

“Ayrıca Allah’a ve Resulü’ne itaat edin. Ve birbirinizle didişmeyin. Sonra içinize korku düşer ve kuvvetiniz elden gider. Sabırlı olun, çünkü Allah sabredenlerle beraberdir.” (8/46)

“Sana vahyolunana uy! Ve Allah hükmünü verinceye kadar sabret. Çünkü O, hüküm verenlerin en hayırlısıdır.” (10/109)

“Ancak (her iki halde de) sabır gösterip iyi ameller işleyenler müstesnadır. İşte onlara bir mağfiret ve büyük bir mükafat vardır.” (11/11)

“Rablerinin rızasını kazanmak arzusuyla sabrederler ve namazı dosdoğru kılarlar ve kendilerine verdiğimiz rızıklardan gizli ve açıkça Allah yolunda harcarlar ve çirkinlikleri güzelliklerle yok ederler. İşte bunlar, bu hayatın akibeti kendilerinin olacak olanlardır.”(13/22)

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *