“Bir milletin reddedip karşı koymasına rağmen, memleketine kahır ve kuvvetle saldırıda bulunması müstevliye meşru ve doğru olarak hiçbir hak temin etmez. Ve cebir ve zorlamanın bulunduğu yerde zaman aşımı diye bir iddia yoktur.”
Kâfir hakikat
Yakup Döğer
Abdülkerim El Hattabi, Kuzey Afrika’da Fransız ve İspanyol işgaline karşı silahlı mücadeleyi başlatan mücahid, Refi Cumhuriyeti’nin kurucusu ve başkanıdır.
Süleyman Nazif’in, Hattabi’nin müstevliye karşı mücadelesini ve sömürgecilerin yaptığı katliam ve zulümleri konu edindiği makalesini (ya da kısa risalesini) sizlerle paylaşıyoruz:
Haksız bir kuvvet, kuvvetsiz bir hakkı bir kerede bu hafta Afrika’nın şimalinde ezdi. O esirler diyarının bir köşesinde, nasılsa hür vicdanlı ve Abdülkerim adlı bir adam zuhur etmişti. Bu Afrikalı toplayabildiği bir avuç vatandaşıyla ve nispeten ilkel silahlarla müstevli İspanya devletine senelerce karşı durdu. Vicdanı ve imanı taht ve tacı gibi sahte olan Fas Sultanıyla kabilelerin reisleri de mücahitler aleyhine müstevliye taraftar ve hizmetkâr olmuştu. Bununla beraber İspanyanın ordusu, donanması, Hıristiyan medeniyetinin icat ettiği binlerce katliam aracıyla o bir avuç kıyam erbabının huzurunda yenildiğini defalarca itiraf etti. Güya Ref’in kıyamı Fas’ın uyanışını, Fas’ın uyanışı Şimali Afrika’nın kurtuluşunu, şimali Afrika’nın kurtuluşu, bütün Afrika’nın aydınlanmasını, bütün Afrika’nın aydınlanması Hıristiyan olmayan her diyarın halası imiş. Bir kısım insanın cildinden daha siyah olan o kıtayı Hz. İsa’nın kızıl medeniyeti namına gasp ettiler. Bir avuç erbab-ı kıyan huzurunda aczini ilan eden İspanya kralı şöyle feryat ediyordu: “Ey ehli salib şövalyelerinin ahfadı, neredesiniz? Müslümanlar uyanıyorlar.”
On üçüncü Alfonso’nun istimdadına ve imdadına en evvel İspanyanın da Ref’inde yanı başında bulunan Fransa koştu. Bu acelecilikte emperyalist Fransa belki haklı idi. Zira dünyanın son gününe kadar sömürgesi altında kalmasını istediği Müslüman sürüleri vardı.
Fakat bahadır Fransa… Fakat şair Fransa neden telaş etti bilmem? Kıyam etmeleri ihtimalinden korktuğu Müslümanların kendi boyunduruğu altındaki kısmı, insan değil, hayvan makulesi mahlûklarıdır. Hala öyledir. Ve belki ilelebet öyle kalacak. Biz onların binbir çeşit numunesini mütareke esnasında ve Darulhilafe dedikleri o zamanki bedbaht şehrin kaldırımları üstünde pek çok gördük. Nefer, zabıt, hepsi birer ecnebi üniforması altında, zilletlerin en menfuru olan esareti, mahalle mahalle, sokak sokak dolaştırıyordu. Fas’ın Cezayir’in, Tunus’un, Mısır’ın, Hindin o zaman İstanbul’a müstevli olanlar, bize o haşeratın dindarlıkları ve milliyet-perurlukları hakkında pek esaslı fikirler ve kanaatler vermişti. Türkler o kapkara günlerinde asıl Avrupalı düşmanlarından ziyade bu Afrikalı ve Asyalı düşmanlara kızıyor ve fazla olarak iğreniyorlardı.
Abdülkerim ortaya çıkınca hepimizin kar’ı kalbinden bir “acaba” yükseldi. O esirler memleketinde hür vicdanlı bir insan, demek ki varmış. Müslüman olmayan hakperestler bile Abdülkerim isminin huzurunda rükûu ettiler.
Abdülkerim o müthiş vasıtaların karşısında hiç boyun eğmiyordu.
Elinden – mümkün mahal – ne geldiyse geri koymadı. Son sağlam mevziisine çekildikten, son kurşununu attıktan sonra düşmana esir olmak, belki kahramanlığın mağlubiyeti fakat insanlığın galibiyetidir. Ölümü esarete tercih etmesinde, ihtimal ki hala yaşamak isteyen bir maksadı var.
Abdülkerim’in karşısına yalnız İspanya ile Fransa değil, Fas’ın yerli kabileleri de çıkmıştı. Cezayir’le Tunus’un Fransız orduları da karşısında çıkanlardandı.
Abdülkerim’i mağlup eden yalnız İspanya ile Fransa değil, Fas’ın, Cezayir’in, Tunus’un, miskin evladı da bu şerefsiz ve hicabı avar galibiyetten müstekreh bir hisse-i iftihar isteyebilirler.
Esaretinden birkaç gün evvel Abdülkerim’e, Fransa ile İspanya Refi kahramanının şahsına gayet müsait ve faydalı şartlarda şehri teslimi teklif etmişlerdi. Abdülkerim şahsı için harp etmiyordu. Teklif edilen şeraitin ihtiva ettiği müsaade ve menfaatleri kabul değil, tetkike bile tenezzül etmedi. Memleketi verdikten sonra, içinden nefsini emin surette kurtarıp çıkarmak, vatanseverlik değil, şahsi menfaattir.
Birkaç gün sonra kayıtsız şartsız esir düşeceğini bildiği halde, şahsına menfaat sağlayacak olan bütün teklifleri elinin tersiyle reddetti.
Kimin malını kime verecekti? Refi memleketi, Refi kahramanının malikânesi değil, yalnız mabudesi idi. Düşmana, Abdülkerim imzasıyla, düşmanına bir fetih kazandırmak istemedi.
Ah… O melun hakkı fetih!
Dünyada bunun kadar haksız ve manasız bir tabir yoktur. Eğer gasbın, eğer yankesiciliğin matah ve mukaddes bir hakkı mevcut ise, fetihlerin, istilaların da öyle hakları vardır.
Bir milletin reddedip karşı koymasına rağmen, memleketine kahır ve kuvvetle saldırıda bulunması müstevliye meşru ve doğru olarak hiçbir hak temin etmez. Ve cebir ve zorlamanın bulunduğu yerde zaman aşımı diye bir iddia yoktur. İşte Abdülkerim düşmanın müsaade tekliflerini ret ile hakikati teyit etmek istedi. Refi kahramanının şu hareketinde, “vatanımı ben ihtiyarımla vermedim, siz cebren aldınız” davası mündemiçtir. Ve şu davayı Ref’in hürriyet ve istiklali avdet edinceye kadar muhakeme-i tarihin kapıları önünde feryat edecek.
Refi dağları Abdülkerim zuhur edinceye kadar tarihsiz bir toprak idi. Abdülkerim toprağı muhafaza edemediyse de, ona bir tarih kazandırdı. Bu tarih dağların, derelerin, çöllerin, denizlerin fevkinde, ait olduğu diyarın ebedi delilinin temelidir.Ref’in kahramanı, nefsini düşmanların keyif ve insafına tevdii ederken, kendi eli ve binlerce refikinin kanıyla yazılmış olan bu mübarek ve mukaddes tarihi muhafaza etmek istedi. İşte esaretten evvelki teklif-i müsaade vakıa olan manası ve rumuzu budur.
Şimdi merak edilecek bir nokta kaldı. Abdülkerim Refi dağlarından götürdüğü hamule-i şan ve şerefi de, elindeki kırılmış kılıç gibi düşmanın ayakları altına koyarak ikinci bir Emir-ül Abdülkadir mi olacak? Yoksa Kafkasyalı Şeyh Şamil gibi çektiği ızdırapları kendi ayaklarının altına alıp zirve-i tarihe kadar mı yükselecek?
Bunu şimdiden kimse tayin edemez. Cezayirli Abdülkadir’in akıbetini Allah Refi’li Abdülkerim’e mukadder etmesin. Olursa, İslam’ın tarihi büyük bir kahramanı daha gaip eder.
*********************
Bir zaman Avrupa’da Fas kıtasından bir boğazla ayrılmış bir Müslüman diyarı vardı ki adına Endülüs demişlerdi. Boğaza hakim olan dağ, hala fethi Tarık’ın namına muzafidir. O devrin en medeni bir maşeri olan Endülüs, dahili nifak ve şikak, inhilale uğrattı. Eski düşman, yani bi-eman İspanya, Endülüs’ün yanı başında altı asırdan beri pusu kurmuştu. Zamanı müsait görünce üstüne kudurmuş köpekler gibi atıldı. Hicretin yedinci asrı nihayetlerine doğru idi. O devirde Endülüs’ün ve dünyanın en güzel beldeleri, şehirleri insanlarıyla birlikte, düşman ırk ve dininin eline geçti. Bedbaht Endülüs’ün bağrı yanık şairi Ebul Beka Salih Bin Şerif El Rundi, bu mecradan dünyanın sonuna kadar ağlayacak ve ağlatacak bir kaside-i matem çıkarmıştı. Endülüs Müslümanları tarumar olurken, Fas kıtası şimdiki gibi esir ve perişan değildi. Diyar-ı Mağribin evladı, kendilerinden dar boğazla ayrılmış olan Avrupalı kardeşlerine karşı hissiz ve hareketsiz kaldılar. Bu lakaydiden Endülüs’ün vatansever şairi şöyle feryat ediyor:
“Size ey müsabaka meydanlarında şahin gibi pervaz eden asil atların süvarileri… Ve siz ey tozların karanlığı içinde ateş gibi parlayan abdar kılıçlarla mechuz Müslüman kahramanları… Ve bilhassa siz ey denizin arka tarafında kendi vatanlarında kemal debdebe varidat ile muhteşem bir hayat geçirmekte olan din kardeşleri, size, evet size hitap ediyorum.”
“Endülüs’ten, Endülüs’ün zulüm gören o bedbaht insanlarından haberiniz var mı? Onların felaket menkıbeleri alay alay diyar-ı cihana yayıldı. Düçar-ı zaaf ve perişan olan o zavallı şehirler, o biçare esirler az mı feryat ettiler? Az mı yalvardılar? İçinizden hiçbirinin asabı titremedi, hiçbir damarın kanı kanamadı. Kardeş olduğunuz halde, neden bu kadar lakayd kaldınız? Niçin böyle bigane durdunuz? Ar ve mezelleten çekinen bir sahibi himmet kalmadı mı? Hakkın muini, nasiri kalmadı mı?”
O vakit ki lakaydiden, biganelikten şikayet eden şair, şimdiki hayatı görmüş olsaydı acaba ne derdi?
***************
İhtimal ki bu yolda yazılar bazı Fransız dostlarımızı veya dostumuz Fransa’yı rahatsız eder. Gerek Moro kıyamında, gerek Girit’in 1866 isyanında zalim olan Rum unsuruna Türkler aleyhinde Victor Hugo’nun avuç avuç sunduğu kasideleri unutmuş olsaydık veya Voltaire zamanından beri Türkiye’deki Hıristiyan cemaatleri kıyama teşvik eden kalem erbabı hatırımıza gelmemiş bulunaydı, dost bir milletin neşve-i galibiyetini, haksız da olsa ihlal etmek istemezdik.
Ey Güney Afrika’daki atanmış valilerin bir çeyrek asır evvelki gazasını Fransız edebiyatının en güzel şairlerinden biriyle takdis etmiş olan
Ey cenubi Afrika’daki transvalilerin bir rebi asır evvelki gazasını Fransız edebiyatının en güzel şairlerinden biriyle takdis etmiş olan Edmond Rostan’ın ırkdaşı şairler… Ey Fransız şairleri, yine o Afrika’nın güney batısındaki bir kavim sizin silahlarınızdan aldığı yaralarla şehit olmuş yatıyor. Ordunuzun zaferlerini terennüm ederken, silahlarınızdan aldığı yaralarla şehit olmuş yatan kavmi bir an olsun hatırınıza getiriniz.
*************
Fakat benim son hitabım sanadır Ya Rabbi!’
Diyorlar ki: Varsın. Bunu ben de inkâr etmiyor… Buna ben de perişan hissimle iman ediyorum.
Evet, varsın.
Bir türlü akıl erdiremediğimiz hikmetin, şu kâfir hakikati, bir kere de Refi dağları denilen masumlar mezbahanesinde, mazlumların kanıyla yer yüzünün tarihine yazdı. Arş ve ferşin utansın.
29 Mayıs 1926
Süleyman Nazif, Kâfir Hakikat, 1346/1927, İstanbul: İlhami – Fevzi Matbaası, 1344/1926
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *