Din’in gayesi, bütün Rasullerin çabası ‘doğru tohumu doğru toprakla buluşturma işidir. Toprağa kök salmış, rüzgârın kolaylıkla eğemeyeceği, kuşların kapamayacağı, güneşin yakamayacağı ekin misali, ağyardan gelen hiçbir müdahalenin etkileyemediği, tuttuğu oruçla bayram eden müminler yeryüzünün ziynetidirler…
Mehmed Durmuş
İsa (as) bir gün deniz kıyısında, bir kayığın üzerine oturur ve oradan, kendisini dinlemeye gelen kalabalık bir gruba vaaz eder. Şöyle bir temsil verir:
“Ekincinin birisi tohum ekmeye çıktı. Ektiği tohumlardan kimi yol kenarına düştü, kuşlar gelip onları yediler. Kimi kayalık bir yere düştü, toprak derin olmadığından hemen filizlendi ama güneş doğunca kavruldu. Kök salamadığından kurudu. Kimi dikenler arasına düştü ve dikenler çıkıp onları boğdular. Kimi ise iyi toprağa düştü ve bazısı yüz, bazısı altmış, bazısı da otuz kat ürün verdi.
Şakirtler gelip İsa’ya, “neden onlara mesellerle söylüyorsun?” dediler. İsa kıssayı şöyle açıkladı:
Kim Tanrı’nın Egemenliği ile ilgili sözü işitir de anlamazsa, şerliler gelir, onun yüreğinde ekilmiş olanı kapar. Yol kenarına ekilen tohum budur. Kayalıklar üzerine ekilmiş olan da odur ki, sözü işitir ve hemen sevinçle alır fakat kendisinde kök yoktur, ancak bir zaman içindir. Ve sözden dolayı sıkıntı ve eza olunca hemen sürçer. Ve dikenler arasına ekilmiş olan da odur ki, sözü işitir, dünyanın kaygısı ve zenginliğin aldatıcılığı sözü boğar ve söz semeresiz olur. İyi toprak üzerine ekilmiş olan da şudur ki, sözü işitir, anlar ve gerçekten semere verir, bazısı yüz, bazısı altmış, bazısı otuz kat yapar.” (Matta, 13/3-23)
İsa’nın temsili, ‘Tanrının egemenliği’ uğruna verilen mücadeledeki derecelere ilişkindir. ‘Ekinci’ herhalde İsa (as) olmaktadır. Tohum ise, rasullerin insanların kalplerine ektikleridir. Temsilde hata olmaz; hele de İslam’ın tebliğ edildiği insanlar kinaye edilmişse. Tohum ve ekin temsiliyle, nebevî davet ve davete icabette insanların halleri açıklanmaktadır.
İsa, şakirtlerinin sorusu üzerine, temsili kısmen açıklamıştır. Ekincinin ektiği tohumların bir kısmı yol kenarına düşmüş, asıl toprakla buluşamamıştır. ‘Yol kenarı’ ‘ayak altı’dır. Gelen-geçen için paspastır. Kurda-kuşa yem olmaya namzettir. ‘Kullan at’ cinsinden şahsiyetler ardiyesi bir nevi. Bu tohumlar, ekincinin hedefindeki hududun, ekincinin etki alanının dışına düşmüştür. Bunlar Tanrının sözünü işitip de, onları ‘anlamayan’ kimselerdir. Buradaki ‘anlamama’, idrak zafiyetinden değil, işine öyle geldiğindendir. Göz, kulak gibi duyu organlarını ve aklın merkezi olan kalbini İslam’a açmaya istekli değildir. Şerliler gelip, onun yüreğindeki ekilmişi kaptığına göre, akıl seviyesinde bir sıkıntı yoktur. Duyuları sağlamdır. Fakat İslam’a kapattığı kapıyı şerlilere açık bırakmakta beis görmemiştir. ‘Şerliler’, şeytanın Truva atı ideolojiler. Her devrin, allanıp pullanan, parlatılan, Samirî’nin buzağısı gibi böğürebilen ideolojileri vardır. Onlar, yol kıyısına ekilen tohumlara yalancı memedirler.
İkinci kademe, altı kayalık olan toprak parçasıdır. Görüntü ‘iyi’, gerçekte ise ekine elverişli bir alan değildir. Tohum hemen filizleniyor ama ömrü de kısa oluyor; saman alevi gibi. Bu, heyecanlı, aceleci ve köksüz kişilerin alevidir. Sloganiktirler. Bu temsilin yanına Kur’an’ın, üzerinde az bir toprak bulunan, sağanak yağmur onu da alıp götürdüğü için çıplak kalan kaya (Bakara, 264) temsilini ya da verimsiz/çorak toprak (A’raf, 58) temsilini de ekleyebiliriz.
Kayalık zemine ekilmiş tohum gibi olanların kalplerine imanın girmediğini, kalplerinin iman evine dönüşmediğini kestirebiliriz. Yüzleri yanı sıra, konuşma tarzları da (Muhammed, 30) onları ele verir. Her bir kelimelerinden ve yüz hatlarından mürailik, gösteriş ve yapmacıklık akar da akar. Köksüz filizler ekin olmazlar, köksüz fikirler de sahiplerini, kalıcı bir davaya adam yapmazlar. Fikir ve akide insanın kalbine ve bütün varlığına kök salmalı ki, o fikri ve akideyi oradan söküp almak, bütün bedeni söküp almakla eş anlamlı olmalı. Kişi adeta, damarlarında kan yerine akidesinin aktığını hissetmeli ki, uğrunda bedel de ödeyebilmelidir. Yüzey ekininin akıbeti bir an önce solup gitmektir. İmanı hançeresinden aşağı inmeyen kişiler ise otlardan daha erken solmaktadırlar. Akide ve fikir göçebesidirler bunlar. Çakılı bir değerleri yoktur. “İki kere iki kaç eder?” diye soran efendisini, “kaç etmesini istersiniz efendim?” diye cevaplayan ‘hizmetkar’ misali, konjonktür hazretleri hangi ‘fikri’ tutuyorsa, dinleri odur. Değişen şartlara çok kolay uyum sağlamaktadırlar. Değişmeyen tek şey, değişimmiş.
Dikenler arasına düşen tohumların hali daha perişandır. Bu, kendi cinsinden değil, cinsine düşman olan dikenlerin arasına düşmüş ekin adaylarının hikayesidir. Bunların yaşama şansı hiç yoktur. İsa, “dünyanın kaygısı ve zenginliğin aldatıcılığı, sözü boğar” demektedir. ‘Söz’ü boğarmış. Dünya hayatının ziyneti olan maddi değerler, geçim derdi(!) türünden zehirli dikenler bir nebînin ektiği ekine hayat hakkı tanır mı? Altın, döviz ve faiz hesaplarının tanımadığı gibi.
Dikenler arasına düşmüş tohumları, küfür beldesini yurt edinmiş, kafirler arasında zilletle kalmayı, İslam yurduna, Rasulullah ve ashabının arasına izzetle katılmaya tercih eden kişilere benzetmekte beis yoktur. Halk muhayyilesi bu hakikati “haset içinde mal artmaz, gavur içinde din artmaz” diye özetlemiştir. Kafirlerin yurdunda müminlerin, -ekincinin göğsünü kabartacak denli- bir ürün kıvamında yetişip büyüyemeyeceğini, gelişip serpilemeyeceğini izaha ihtiyaç olmasa gerektir. Günümüz şartları her ne kadar Mekke-Medine dönemine birebir uymasa da, yol kıyısına, taşlık alana ve dikenliğe ekilenlerin ötesinde, gerçek tarlaya ekilen doğru tohumlar olarak nazar ettiğimiz müminlerin, Mekke küfür toplumundan Medine İslam yurduna hicret etmeye bir şekilde tetabuk edecek her türlü niyet ve teşebbüse yönelmek gibi bir ödevleri olsa gerektir.
Kur’an’dan, Matta İncilindeki temsille örtüşen ya da onu şerh edip tamamlayan birçok temsil getirmemiz mümkündür. Gökten düşüp parçalanmış, kuşların kaptığı (yem) ya da rüzgârın savurduğu nesne (Hac, 31); fırtınalı bir günde rüzgârın savurduğu kül (Hud, 18) benzetmeleri ile benzer karakterler resmedilmektedir. İmanı kalbine yerleşmemiş kişiler, cisimlerinin iriliğine, suret ve sîretlerinin göz dolduruculuğuna, kariyerlerinin azametine rağmen ya kuşlara yem ya da rüzgârın savurduğu kül olmaktan başka bir şey olamamaktadırlar.
Ekincinin ektiği tohumdan iyi toprağa düşmüş sağlam tohuma gelince, işte o, tevhîdî duruşun, Müslüman izzetinin, akidenin kök salmışlığının izahıdır. Yüz, altmış ya da otuz kat ürün vermektedir. Kitabımız Kur’an bunu, yedi yüz kata çıkarmaktadır. Allah yolunda infak etmeyi temsilen verilen mesel (Bakara, 261), neden İsa’nın temsilindeki anlam için de kullanılamasın?
Din’in gayesi, bütün Rasullerin çabası işte bu ‘doğru tohumu doğru toprakla buluşturma işidir. Toprağa kök salmış, rüzgârın kolaylıkla eğemeyeceği, kuşların kapamayacağı, güneşin yakamayacağı ekin misali, ağyardan gelen hiçbir müdahalenin etkileyemediği, tuttuğu oruçla bayram eden müminler yeryüzünün ziynetidirler. Onlar İslam davasına değil, İslam davası onlara şeref katmıştır. Rasulullah’ın ekininde yeryüzünün bu en güzel varlıklarının timsalleri sayılamayacak kadar çoktur. Mekke’de, İslam davasının en zor zamanlarında evini Allah’ın Rasulüne tahsis ederek, adeta o günün bütün sultasına meydan okuyan Erkam onlardan biridir. Hudeybiye anlaşması gereği Medine’ye gidemeyen, İslam’a ve Rasulullah’a bağlılıkları, Mekke-Şam yolu üzerindeki Îs bölgesinde bir mağarada üslenmeyi gerektiren Müslümanlardan biri ve liderleri olan Ebu Basîr bir başkasıdır. Ebu Basîr ve arkadaşlarının oluşturdukları şartlar neticesinde Medine’ye gitme engelleri oradan kalkınca Rasulullah kendilerini bir mektupla Medine’ye çağırmıştı. Rasulullah’ın mektubu eline ulaştığında ise Ebu Basîr mağarada ölüm döşeğindeydi, yine de son nefesini vermeden, Rasulullah’a selam gönderebilmişti. Bir de Enes b. Nadr vardı, Enes b. Malik’in amcası. Uhud savaşında kafirler Muhammed’i öldürdük diye nara atınca Müslümanlar büyük bir dağılma ve panik yaşadıkları, kiminin silah bırakarak savaştan vaz geçtiği, kiminin kaçtığı hengamede amca Enes ortaya atılmış ve “Muhammed öldüyse yaşayıp da ne yapacaksınız? Haydi, onun uğrunda öldüğü dava için siz de savaşın ve ölün!” diyerek, kılıcını kavradığı gibi düşman arasına dalmış ve şehid düşünceye kadar vuruşmuştu. Zeyd b. Desine. Recî vak’asında esir alınmış, köle olarak satıldığı Mekke’de (Bedir’de öldürülen Ümeyye’nin intikamı olarak) idam edilmişti. İdamdan önce yanına sokulan Ebu Sufyan, “şimdi senin yerinde Muhammed olsaydı da sen sağ-selamet evine dönsen olmaz mıydı?” diye sormuş ve şu cevabı almıştı: “Bırakın onun idam edilmesini, vallahi Muhammed’in ayağına bir diken batmasını bile istemem.”
Bunlar dünyanın ve -inşaallah- cennetin güzel ekinleridir. Ticaretin, alış-verişin kendilerini Allah’ı anmaktan (gerektiğinde şehid olmaktan) alıkoymadığı, kalpleri ve gözleri allak-bullak eden günden korkan yiğit insanlar. (Nur, 37).
Düşünüyorum da, ekinci bizi doğru ekti de, biz uygun toprağa düştük mü acaba? Ekinimizin Allah rızasına uygun olmasını kaygı ettik mi? Ekinimiz hususunda burnumuzdan kıl aldırmadığımızın farkında mıyız? Eğer ekinimiz ‘organik’ olsaydı, en küçük bir demokratik esintide hapşırık olmazdık. Bin beş yüz yıllık Kur’an nasları dururken, feminizm adında bir başkaldırı bizi paçavraya döndürebilmektedir. Başörtüsü mücadelemiz(!) üç kuruşluk bir ekonomik bağımsızlık(!) içinmiş meğer. Ekonomik bağımsızlık, feminist bağımlılık… Lgbt rumuzlu azgınlık bütün gücüyle namusumuza savaş açmış durumda. Çocuklarımızı şerrinden nasıl koruyacağız, belli değil. Hiçbir fikrî temele dayanmayan, sonuna ‘izm’ eki getirmeye bile liyakati olmayan Kemalizm, İsa temsilindeki üç kategorinin yeni dini oluverdi. Anıtkabir Kâbe gibi tavaf edilmektedir. Günün moda düşüncesi neyse, ‘Müslüman’ ondan oluyor; bugün akılcı, yarın tarihselci, ertesi gün postmodern, bir sonraki gün değişimci vs. Ökçesi üzerine dönenlerden olmayın uyarısının hiçbir karşılığı yok. “Herkesin dini kendine!” diyerek restimizi çekiyoruz. Eskiden insanlar dinlerini fırka fırka yaparlarmış ve her fırka kendisindekiyle böbürlenirmiş, şimdi ise aynı işlemi bireyler yapmaktadır. Birey sayısı kadar din var ve her birey kendisindekiyle böbürlenmektedir.
Müslümanların değişip dönüştüğü, bir nevi irtidat halinde oldukları yorumlarını çokça yapıyoruz; bu yazıda da olduğu gibi. Fakat olaya belki bir de şu gözle bakmamız gerekmektedir: Adına üzüntü duyduğumuz ekinlerimiz belki de daha en başta yol kıyısına, kayalıklara ya da dikenler arasına ekilmişti. Belki onları doğru ekin sanmakla yanlış bir okuma yaptık. Uygun toprağa ekilmiş, doğru ekinler hep vardır ve hep var olacaktır Allah’ın izniyle. Allah bir tek kişi vasıtasıyla da inkılabını gerçekleştirebilir, yeter ki ekinimiz tam ekin olsun. Bütün mesele, “o bir tek kişi ben olabilirim” cesaretini gösterebilmektir.
Kötü ekinlerin hikayesi bize köstek olamaz. Nuh’dan ve Muhammed (as)’dan, yanındaki o, uzak görüşlü, baldırı çıplak takımını kovması istenmişti. Mele-mütref takımının kibri, onlarla aynı ortamı paylaşmaya izin vermiyordu. Müşriklerin hor gördükleri, yeryüzünün en büyük inkılabını gerçekleştirecek olan mütevazi müminlerdi. Firavunun gözünde Musa, iki lafı bir araya getiremeyecek kadar aciz biriydi. Aciz olanın kim olduğu ise çok geçmeden anlaşılmıştır.
Yanlış ekinlerin durduğu yerden bakınca Müslümanlar, yıllardır hep aynı şeyleri tekrarlıyor, hala bıraktıkları yerde debeleniyor olarak görünmektedirler. Evet, onların ‘bıraktıkları’, berikilerin ise bırakmayıp ‘sımsıkı tutundukları’ bir şeyler var. Ekincilerimizden öğrendiğimize göre bizim SÖZ’ümüz değil kırk-elli yılda, binlerce yılda bile değişmez evsaftadır. Allah’tan başka ilah yoktur” sözü binlerce, on binlerce yıl önce hakikatti, bugün de hakikattir, gelecekte de hakikat olacaktır. Esasında bu sözden başka hakikat yoktur. Bu sözü gözden çıkaranlar İsa’yı doğrulamışlardır. Onlar aynı zamanda, “Ya başka bir Kur’an getir ya da onu değiştir!” (Yunus, 15) teklifiyle, Muhammed (sav)’i de doğrulamışlardır. Başka bir İsa, başka bir Muhammed (sav) olmadığı gibi, başka bir Kur’an da yoktur.
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *