Bizler, Kitâb’a uymakla mükellef olduğumuzun bilincindeki mü’minler olarak, Kitâbullah’ı her alanda ve her konuda temel belirleyici, asılların aslı, ölçüler üstü ölçü, her şeyin kendisine arz edilip onayından geçmesi icap eden furkan ve hakem olarak biliyor, öylece iman ediyoruz.
Şükrü Hüseyinoğlu / Köklü Değişim (Eylül 2021)
İnsanlar, tarih boyunca Rabbimizin yol göstericiliği karşısında temelde üç farklı yaklaşım içinde olmuşlardır. Rabbimizin yol göstericiliğine “işittik ve itaat ettik”[1] netliğinde tâbi olmak, “işittik ve fakat isyan ettik”[2] şeklinde tuğyana yönelmek ve Kitâb’a uymak yerine, “kitabına uydurmak” şeklinde nitelediğimiz yaklaşım.
Bu sonuncu yaklaşım biçimi, Rabbimizin yol göstericiliği karşısında cepheden bir karşı çıkış, açık bir inkâr ve tuğyan yerine, pazarlıkçı, telifçi/sentezci, “uzlaşmacı” bir yaklaşımı ifade etmekte ve insanlık tarihinde özellikle de toplumların din algısının tahrifinde son derece etkili olduğu görülmektedir. Bu durumun en bariz misallerinden biri olarak, Pavlus’un ve tabi sonrasında Pavlus’un yaklaşımlarını kurumsallaştırıp “resmi din” haline getirerek payandalaştıran Roma İmparatorluğunun, İsa (a.s.)’ın risâleti, onun tebliğ ettiği tevhid mesajı üzerinde yapmış olduğu “içeriden” tahrifatı gösterebiliriz.
Yahudilerin, Musa (a.s.)’ın risâletini zamanla yine “içeriden” bir tahrif süreciyle “ulusal bir tanrının, ulusal dini”ne dönüştürmesi de, söz konusu “kitabına uydurma” yaklaşımının neticeleri arasındadır. İnsanlar tarih boyu, kendi heva ve hevesleri doğrultusunda oluşturdukları ictimai, siyasi, iktisadi düzen ve işleyişlere, putperest yönelimlerine müdahil olmayan, salt vicdanlara hitap edip mâbedlerdeki ritüellerle sınırlı kalan bir din arzulamış, egemen güçler, ancak böyle bir din algı ve pratiğine tahammül gösteregelmişlerdir.
Medyenlilerin, Şuayb (a.s.)’ın dâveti karşısındaki şu itirazları bu yaklaşımın ifadesidir:
“Onlar şöyle dediler: Ey Şuayb! Bizim, babalarımızın taptıkları ilahları terk etmemizi veya mallarımızda istediğimiz gibi tasarrufta bulunmaktan vazgeçmemizi sana namazın mı emrediyor? Şüphesiz ki sen yumuşak huylu (halim), akıllı (reşid) birisin.” (Hûd, 11/87)
Mekke câhiliyesinde Darun Nedve yönetimini teşkil eden müşrik önderlerin, Rasulullah (a.s.)’a yönelik “uzlaşma” tekliflerinin bir vechesini ifade eden şu yaklaşımları da, egemen güçlerin geçmişten günümüze Allah’ın dini (insanlar için belirlediği hayat nizamı) konusundaki yaklaşımlarını ortaya koyar niteliktedir:
“Onlara âyetlerimiz apaçık belgeler olarak okunduğunda, bizimle karşılaşmayı ummayanlar şöyle dediler: Bundan başka bir Kur’an getir veya onu değiştir. De ki: Benim onu kendiliğimden değiştirmem olacak bir şey değildir. Ben, yalnızca bana vahyolunana uyarım. Eğer Rabbime isyan edersem, gerçekten büyük günün azabından korkarım.” (Yunus, 10/15)
Son olarak yine Mekkeli müşriklerin Kur’an mesajı karşısında sergiledikleri bir başka “muhalefet” türüne daha dikkat çekerek, konumuza giriş yapmaya çalışalım. Rabbimiz, Fussilet sûresi 26. âyette şöyle buyurmaktadır:
“İnkar edenler dediler ki: Kur’an’ı dinlemeyin ve o okunurken yaygara/gürültü koparın. Belki böylece üstün gelirsiniz.” (Fussilet, 41/26)
Bâtıl batı menşeli post-modern algı biçiminin, insanların genelde İslam ve özelde Kur’an algısını tahrif etmek, İslam’ı temel iddiası olan hakikat ve hâkimiyet iddiasından soyutlayıp onu tıpkı muharref Hıristiyanlık gibi bir mâbed dinine, religiona indirgemek gayesine mâtuf olarak dayattığı rölativizm/izafiyet/görecelilik yaklaşımını, bu yaklaşımın gayesini, hangi zemine oturduğunu anlamak için, bu âyet-i kerimelerin bize bildirdiği hususları iyi kavramak gerekir.
Geçmişten günümüze müstekbirlerin, tağutların Allah’ın dini karşısındaki tutumlarını, hakkın yeryüzünde egemen olmasını engellemek için izledikleri strateji ve taktikleri kavradığımızda, bugün bize “bilimsel düşence”, “felsefi yorum” vs diye pazarlanmaya çalışılan birçok yaklaşımın temelinde, aslında müstekbirlerin, Allah’ın dini karşısında ürettikleri şeytani stratejilerin olduğunu görme imkânına kavuşmuş oluruz.
İslam’ı Hakikat ve Hâkimiyet İddiasından Alıkoyma Çabası
Evet, kadim câhiliyenin temsilcisi müstekbirler de, günümüzün modern ve post-modern câhiliyesinin temsilcisi olan müstekbirler de, kendi hevaları üzerine kurup sürdürdükleri ictimai, siyasi ve iktisadi bâtıl düzenlerine müdahil olan, hakikat ve hâkimiyet iddiasıyla yeryüzünde hakkı hâkim, bâtılı zail kılma hedefi olan bir dini asla kabul etmemişlerdir, etmemektedirler.
Onlar, insanlara sınır çizen, göklerin olduğu gibi yeryüzünün de Rabbi, hükümranı bir İlah yerine, kendisine insan hevasıyla sınır çizilen, hâkim değil mahkûm bir “tanrı” ve aynı şekilde insanlara sınır çizen değil kendisine sınır çizilen, hâkim değil mahkûm bir din arzu etmektedirler. “Namazını kıl, lakin o namazın, bizim putperestliğimize, heykelperest düzenimize, kapitalist yağma ve yığma düzenimize müdahil olmasın, kıl beşini yap işini” şeklinde çerçevesini çizdikleri bir din ve dindarlığa müsaade etmektedirler.
Bu sebepledir ki, bu çerçeveye uymayan, yaratmanın olduğu gibi emretmenin de ancak Allah’a mahsus olduğunu[3], hükmün O’na ait olduğunu[4] bildiren, insanları, Rablerinin kendileri için belirleyip bildirdiği sınırlara (Hududullah’a) tâbi olmaya çağıran[5] risâlete muhatap olan müstekbir odaklar, önce bu risâleti boğmaya, yok etmeye çalışmışlar, buna muvaffak olamadıklarında ise, “ara bir formül” olarak uzlaşma arayışlarına girmişlerdir. Tabi söz konusu uzlaşma arayışlarının temelini, risâletin tevhidi mahiyetini tahrif etmek, onu hakikat ve hâkimiyet iddiasından uzaklaştırarak kendi bâtıl işleyişleriyle uyumlu hale getirmek çabası oluşturmuştur, oluşturmaktadır.
İnsanlığa yönelik, kıyamete kadar geçerli olacak Rabbani yol göstericiliğin son halkası olan Rasulullah (a.s.)’ın risâlet ve dâveti karşısında Mekke müstekbirlerinin taktiklerinden söz eden Fussilet 26. ve Yunus 15. âyetlerden anlıyoruz ki, onlar, Kur’an’ın mesajı Mekke meydanlarında yankılanıp etkili olmasın diye, bir taraftan kaba gürültü yapılmasını teşvik ederken, diğer taraftan da Rasulullah’ı uzlaşma, hakla bâtılı birbirine bulama tuzağına çekmeye çalışmaktaydılar.
“Bundan başka bir Kur’an getir veya onu değiştir” ifadeleriyle, Kur’an’ın, Mekke’deki câri şirk düzenini temelden reddeden ve insanları ancak Allah’a ve Rasulü’ne itaat etmeye çağıran egemenlik temelli mesaj ve ölçülerini kabul etmeyeceklerini dile getirmiş ve bu haliyle Kur’an’a, İslam risâletine tâbi olamayacaklarını deklare etmiş oluyorlardı.
Günümüz câhiliyesinin temsilcileri olan küresel ve onların acentası konumundaki yerel müstekbirlerin de, İslam risâleti, Kur’an mesajı karşısında kadim câhiliyenin temsilcilerinden farklı bir tutum takınmadığını görmekteyiz. Taktikler, yaklaşım biçimleri çeşitlenmiş olsa da, temeldeki yönelim ve stratejinin aynı olduğunu görmekteyiz. Günümüzde tarihselcilik, evrenselcilik (mealcilik) gibi modern algı ve tahrifat biçimleri ve rölativizm/görecelilik gibi post-modern algı ve tahrifat biçimlerinin, tam olarak Kur’an mesajı karşısındaki modern ve post-modern gürültüler ve “Bundan başka bir Kur’an getir veya onu değiştir” teklifine tekabül eden saptırma girişimleri olduğunu görmek zor değildir.
Teşkil ettikleri yağma ve yığma düzenlerini temelden sarsan mesaj ve ölçüler bildirdiğinden dolayı, Kitâbullah’a, tâbi olmama önyargısıyla hareket eden bugünün istikbar odakları, buna karşılık tahrifat esaslı çeşitli yaklaşım biçimleriyle Kitâb’ı kendi işleyişlerine tâbi kılmak, onu hakikat ve hâkimiyet iddiası ve bu iddialarına dayalı ahkâmından soyutlamaya, bir mâbed kitabına, ayin nesnesine dönüştürmeye çalışmaktadırlar.
Protestan reformu sürecinde ilk olarak muharref İncil’e uygulanmış ve temelde, insanı vahiy karşısında işitip itaat eden muhatap olmaktan çıkarıp, vahyin üzerinde belirleyici kılmaya mâtuf yorum biçimleri olan hermenötik ve tarihselciliğin, “mesajın evrensel, ahkâmın ise tarihsel olduğu” gibi kerameti kendinden menkul bir iddiayla Rabbimizin insanlar için belirlediği hayat menbâı ahkâmı iptal etme yaklaşımının, modernizmin İslam dünyasına kopyalanması neticesi peydahlanan modernist akımlarca aynı şekilde İslam’a da uyarlanmaya çalışıldığı bilinmektedir.
Zaman ve mekâna bağımlı ve dolayısıyla tarihsel olma niteliğiyle malûl olan insanı ve onun sınırlı aklını evrensel değer/ölçüt kabul edip, zaman ve mekâna bağımlı olmayıp bilakis zaman ve mekânı inşa için bildirilmiş olan vahyi ise tarihsel olarak konumladıran bu yaklaşım biçimi, neticede vahye tâbi olmak yerine, vahyi kendisine, hevasına tâbi kılmaya çalışan müstağni ve taği insan tipolojisine tekabül etmektedir.
Makalemizin konusu olan “Kur’an âyetlerinin izafiliği/göreceliliği” iddiası da, aynı kopyacılığın, kopyala-kes-yapıştır mukallidliğinin ürünü bir tahrifat girişiminden ibarettir. Türkiye’de zaten Tanzimat’tan bugüne hâkim tutum, her alanda batı acentalığıdır. Dünya görüşünden hukuk sitemine, siyasetten iktisadi düzene bâtıl batıyı körü körüne taklid etme, fısk-fücur, tuğyan dahil onun ürettiklerinin acentalığını yapma tutumu, devlet yönetiminden akademiye her alanda egemen yaklaşımı teşkil etmektedir.
Bu batı acentası yaklaşım biçimi, modernist tuğyanın ürettiği ne varsa alıp kopyaladığı gibi, modernizmin tıkandığı yerde onun krizlerini aşmak gayesiyle yine batıda üretilmiş olan post-modern tuğyanın ürünlerinin de hazır müşterisi olmuştur. “Tanrının ölümünü” ilan ederek “İlahi hakikat” karşısında insanı kendi kendisinin ilahı ve insan aklını da yegâne yol gösterici haline getiren, Katolik kilisenin karşısına konumlandırdığı “Bilim kilise” ile inşa ettiği “laik-seküler hakikati” insanlık için geçerli yegâne hakikat ilan eden modernizmin bu iddiasının tıkandığı, 20. asır itibariyle İslami uyanışın etkisini artırmasıyla ciddi bir meydan okumayla karşı karşıya kaldığı noktada, modernist yaklaşımın imdadına post-modern yorum biçimi yetişmiştir.
Madem ki batının tek hakikat iddiası tıkanmış ve büyük bir meydan okumayla karşı karşıya kalmıştır, o halde yapılması gereken, hakikat fikrini ortadan kaldırmaktır, yaklaşımıyla hareket edilmiştir. Batılılar, hakikat karşısında “Ya benimsin ya toprağın” tutumuyla hareket etmiş ve modernizmle “Hakikat benim” iddiasını savunup tüm dünyaya dayatırken, bu iddianın tıkandığı noktada “Öyleyse tek hakikat diye bir şey yoktur, her hakikat iddiası saygındır, geçerlidir. Kimse kendi inanç ve düşüncesini tek hakikat olarak kabul edemez, bu şekilde savunamaz. Herkesin hakikati kendine” yaklaşımını devreye koymuşlardır. Böylece hakikatin izafiliği ve dolayısıyla çokluğu ile, İslam’ın dünyada yükselen hakikat ve hâkimiyet iddiasının önüne geçilmeye çalışılmıştır. Değil mi ki; hakikat çoksa, o halde hakikat diye bir şey yoktur!
Görüldüğü üzere post-modernizm, tüm insanlar için bağlayıcı bir hakikat fikrini reddederek, hakikati göreceli hale getirmekte ve yorumu hakikatin önüne geçirerek her insanı kendi hakikatinin inşacısı, dolayısıyla kendi kendisinin rabbi ve ilahı haline getirmektedir. Dolayısıyla bugünün üzerinde durulması gereken en temel sapmalarından birinin bu yaklaşım biçimi olduğu açıktır.
Prof. Dr. Mustafa Tekin, Milel ve Nihal dergisinde yayınlanan “Postmodernizmin ‘Din’ Sorunu” başlıklı makalesinde konumuzla ilgili çok önemli tesbitlerde bulunur. Tekin, post-modern yaklaşımın, hakikati görecelileştirmesi sebebiyle onun açısından keşfedilecek bir hakikat kalmadığını belirterek, “…Postmodernizm her şeyden önce, tek evrensel hakikat fikrine meydan okurken, diğer yandan ‘bütün’lük anlayışından uzaklaşarak parçalanmış bir hakikat düşüncesi yaratır. Böylece modernizm soyut insanı Tanrı’nın yerine ikame ederken, postmodernizmde tüm insanlar birer Tanrı haline gelirler”[6] ifadelerini kullanır.
Mustafa Tekin, makalesinde şu çok önemli noktalara dikkatimizi çekmektedir: “Postmodern anlayış içerisinde dinin konumu da, bu istikrarsızlıktan payını almaktadır. Zira hakikatin reddi ve doğruluğun göreceli hale gelmesi dinler ve özelde vahyî dinleri yerinden eder. Postmodernizmde dinler, ancak tekil insan sınırları içerisine sıkışarak kendilerini ifade ederler ki, dinlerin “kendi”liği böylece bozulmaktadır. Halbuki dinler, evrensel dinsel bir hakikat üzerine dayanmaktadırlar. Modernizm, dinin ihatalı alanlarını indirgemeye tabi tutarak daraltırken, postmodernizm bunu kökten reddeder. ‘Bu aşırı durumda postmodernizm, bağ anlamına gelen religio olarak dinin bizzat özünü ya da herhangi bir tanımını temelden yoksun kılar.’ Bu anlamda postmodernizm, dine kendi anlam çerçevesinde bir dizi işlemden geçmesini teklif etmektedir. Bu işlemlerin birincisi, postmodernizmin dinlerin evrensel hakikat iddialarını reddetmelerini istemesidir.”[7]
Tekin, makalesinin devamında yine çok önemli bir tesbit ile, post-modernizmin kendi bünyesinde yer verdiği dinin, işlemden geçirilerek ancak bu çerçeve içerisinde yeniden tanımlanan, kendi bütünlüğünden koparılmış, hakikat iddiasını terk etmiş senkretik bir karakter taşıdığını vurgulamakta ve post-modernizmin totalitarizme karşı konumlanma iddiasının aksine totaliter mahiyetini şöyle dile getirmektedir:
“Böyle bir başkalaşım geçiren dinin ise, ‘kendi’si olarak kaldığını iddia etmek kadar, bir imkan açacağını da düşünmek zordur… Diğer yandan postmodernizm, din ve felsefeleri iddialarından geri çektirerek onların bir kültüre dönüşmelerini sağlar. Her bir kültürün de ‘doğru’luk iddia alanı, ancak kendi sınırları içerisindedir ve diğeriyle karşılaştırılabilme imkanı yoktur. Burada aslında iki tür totalleştirme söz konusudur. Birincisi, din ve felsefelerin iddialarından arındırılarak birer kültüre dönüştürülmesi, postmodernizmin totaliter tavrıdır. Çünkü bir ‘yapı’yı bütünlüğü ve mahiyetinden kopararak ‘kendi’liğinden uzaklaştırmaktadır.”[8]
Göreceli Bir Kaynak, Hakem ve Furkan Olabilir mi?
Bu soruyu esasında tersinden sormak icap eder. Furkan ve hakem vasıf ve misyonuna sahip olan bir kaynağın, göreceli olmasından söz edilebilir mi? Bunu söylemek, en hafifinden bir maraton koşucusunun bir bacağının olmadığını iddia etmek kadar abestir. Post-modernizmin, yeryüzündeki insan teki kadar hakikat peydahlama ölçüsüzlüğüne, Rabbimizin insanlar için hidâyet rehberi kıldığı muhkem Kitâb-ı Kerimiyle karşı koyacak yerde, o post-modern ölçüsüzlüğe teslim olarak Kitâb-ı Kerim’i dahi o algı çerçevesinde algılamaya kalkışmak, ilhadın ve ifsadın en büyüklerinden biridir.
Apaçık bir Rabbani hitap olarak[9] hakla bâtılı birbirinden kesin çizgilerle ayırmak[10] ve insanlar arasında kendisiyle hükmedilsin için[11] Rabbimiz tarafından inzal olunan Kur’an, bağlayıcı ve belirleyici bir hayat kaynağı olmaktan, hakla bâtılı, doğruyla yanlışı ayırt eden temel ölçü (Furkan), insanlar arasındaki ihtilaf ve sorunları çözen (Hakem) olmaktan çıkarılarak, temel başvuru kaynağı vasfından soyutlanmak, herkesin ondan dilediği şeyi anlayıp üzerinde dilediği yorumu yapabileceği felsefi bir metne dönüştürülmek istenmektedir. Kur’an’ı hayat rehberi ve temel hüküm kaynağı kılan husus, onun ihtilaf kaynağı değil, bilakis ihtilafları çözen muhkem bir hüküm Kitâbı oluşudur. Görecelilik iddiasıyla, işte Kur’an’ın bu temel vasfı ortadan kaldırılıp, onun imam, furkan ve hakem olma özelliği yok edilmek istenmektedir.
“Herkesin Kur’an’dan anladığı kendine!” mantığı, maalesef Müslümanlar arasında o kadar etkili olmaya başladı ki, artık herhangi bir konuda Kur’an’a atıf yapmak veya Kur’an’ın ölçülerini bir muhataba hatırlatmak, tam anlamıyla post-modern bir ölçüsüzlükle, dayatmacılık ve diktecilik olarak yaftalanır oldu. Gündeme gelen bir konu hakkında Kur’an’ın ölçülerini hatırlatmak istediğinizde, bazı muhatapların gündeme getirilen âyetlerin mesajları üzerinde müzakere etmek yerine hemen söz konusu post-modern reflekse yönelip, “O sizin yorumunuz” diyerek işin içinden çıkıverdiğini görüyorsunuz.
Mesele öyle bir hal aldı ki, artık Müslümanlar arasında bile Kur’ani ilkeleri gündeme getiremez olduk. Kısacası, aynı Kitâb’a iman ettiğiniz bir insana o Kitâb’dan bir ölçüyü hatırlatmanın alabildiğine zorlaştığı bir dönemden geçiyoruz. Bu durumu, 2010 yılındaki “Anayasa referandumu” sürecinde, bâtıl bir anayasanın revizyonuna destek vermenin neticede onun teşekkülüne katkı sağlamak demek olduğuna dair nasihatlarımız karşısında muhataplarımızın yer yer, nasihatlarımıza kaynak teşkil eden âyet-i kerimelerle ilgili olarak “Bu, söz konusu âyetlerle ilgili sizin yorumunuz” yaklaşımıyla yoğun olarak yaşamıştık.
Şimdilerde ipin ucu öylesine kaçmış, post-modern tuğyan kendisini İslam’a nisbet eden kimi insanların kalp ve zihinlerini öylesine teslim almış durumdaki, ferâizle, muâmelatla, ukûbatla ilgili hüküm âyetleri dahi, itaatin konusu olmaktan çıkarılıp yorumun konusu haline getirilmekte, dileyenin dilediği yorumu yapıp Kur’an’a giydirebildiği bir post-modern göreceli algı ortamı oluşturulmaktadır.
Rabbimizin “Hablullah” olarak niteleyip topluca sarılmamızı emrettiği[12] Kur’an’ın, Müslümanların ortak referansı olma özelliği ve bağlayıcılığı, söz konusu yaklaşımla zayıflatılmakta, etkisiz ve işlevsiz hale getirilmektedir. Bilindiği üzere bugüne dek Kur’an mesajının önündeki engel daha çok geleneksel din anlayışlarından kaynaklanan “Kur’an’ı herkesin anlayamayacağı” şeklindeki yaklaşımdı. Çoğu zaman muhatabınıza Kur’ani bir ölçüyü hatırlattığınızda, herhangi bir konuyla ilgili bir âyet-i kerimeyi referans gösterdiğinizde “Biz anlamayız, hocalar anlar!” mahiyetindeki tepkilerle karşılaşırdınız.
Bu anlayış şimdilerde büyük ölçüde aşıldı. Düne kadar Kur’an meâli okumayı sapma sebebi olarak gören birçok geleneksel anlayış sahibi çevre dahi, şimdi meâl okumayı teşvik eder duruma geldi. Artık Kur’an mesajının önündeki en güçlü engel, geleneğin “Kur’an’ın anlaşılmazlığı” iddiası değil. Onun yerine, ölçüyü, post-modernizmin “hakikatin göreceliği” ölçüsüzlüğünde arayan, vahyin net ve apaçık ölçüleriyle modern ve post-modern kuramlara yaklaşmak yerine, söz konusu kuramlarla vahye yaklaşmayı yeğleyenlerin flulaşmış zihni algı ve duruşları Kur’an’ın apaçık, berrak mesajlarının önüne dikiliyor.
Kur’an mesajını, rölativizmin kör kuyusunda işlevsizleştirmeye mâtuf post-modern gürültülere karşı durmak yerine, bu gürültülere bilinçsizce ses katanlar, Kur’an’ın nasıl bir kitap olduğuyla ilgili onca âyeti nasıl gözden kaçırabiliyorlar? Kur’an’ın apaçık oluşu, kolaylaştırılmış oluşu, açık ve açıklanmış bir kitap oluşu ve furkan (hakla bâtılı birbirinden kesin çizgilerle ayıran) oluşu ile, post-modern ölçüsüzlüğün “hakikatin göreceliği” anlayışının bir uzantısı olan “Herkesin Kur’an’dan anladığı kendine” anlayışını telif etmek nasıl mümkün olabilir?
Herkesin farklı anlamasına müsait bir kitap nasıl bağlayıcı olabilecek, hakla bâtılı nasıl birbirinden ayıracak ve insanlar arasında hakem olabilme misyonunu nasıl yerine getirebilecektir? Kur’an herkese aynı anda aynı şeyi söyleyen, içinde çelişki bulunmayan, kendisine iman edenlere tefrikaya düşmeyi yasaklayan[13] inşa edici bir kitaptır. Bir felsefe kitabı veya akademik kaynak gibi, tartışılsın, etrafında beyin fırtınaları yapılsın diye değil, Âlemlerin Rabbi tarafından, anlaşılsın ve hayata hâkim kılınsın diye inzal olunmuştur. Dolayısıyla Kur’an’ın, mezhebî, meşrebî, kavmî vs önyargılardan arınmış olarak muttaki bir yönelişle kendisine yönelenleri, farklı istikametlere sevk etmesi düşünülemez.
Tabii ki Kur’an’ın kimi âyetleri Müslümanlar arasında farklı anlaşılıp yorumlanabilecektir. Sahabe arasında bile zaman zaman âyetleri anlama konusunda farklılıklar ortaya çıkmış, ancak Rasulullah (a.s.)’ın veya onun bulunmadığı ortamlarda içlerinden konuya vâkıf bir sahabinin devreye girmesiyle doğru anlama ulaşılmıştır. Bakara Sûresi 195. âyette geçen “Kendinizi kendi ellerinizle tehlikeye atmayın” ifadesinden neyin kastedildiği konusunda sahabe arasında yaşanan tartışma ve Ebu Eyyub El-Ensari’nin izahıyla konunun açıklığa kavuşması buna örnek olarak verilebilir.
Fakat bu durum Müslümanları farklı istikametlere yöneltecek bir yorum ve anlayış farkına yol açmamış, birtakım yorum farklılıkları, Kur’an’ın muhkemiyatı ışığında ve Allah Rasulü’nün hayatta iken doğrudan, vefatından sonra ise sünnetinin öğreticiliği ışığında ortak İslami aklın işletilmesiyle çözüme kavuşturulmuştur. Ta ki Kur’an dışı etkileşimler başlayana dek… Bugün, Müslümanların 14 asırlık kültürüne ve bugünkü durumlarına bakıp, ortaya çıkmış olan farklılıkların faturasını Kur’an’a çıkarmak son derece yanlış bir okuma ve büyük bir haksızlıktır. Müslümanlar arasındaki mevcut iftilafları, tarihsel süreçte belirleyen olmaktan çıkarılıp önemli ölçüde belirlenen bir konuma mahkûm edilen Kur’an’a fatura etmek, eli ayağı bağlanmış bir kişiyi o haliyle cinayet işlemekle itham etmekten farksızdır.
Ne Hariciliğin Bağlamsızlığı, Ne Post-modernizmin Hakikatsizliği
Kur’an’a yaklaşımımızı belirleyen, yine Kur’an’da Rabbimizin Kur’an’a dair yaptığı tanımlamalar, ona nasıl yaklaşılması ile ilgili ölçüleri ve bu çerçevede, bizim için usvetun hasene (en güzel örnek) kılınan[14] Rasulullah (a.s.)’ın örnekliği olmalıdır. Farklı kültürlerin metinlerini anlama ve yorumlama ihtiyacıyla üretilmiş yöntemleri, kalkıp Rabbani bir hitap olan Kur’an’a uyarlamaya çalışmak son derece yanıltıcıdır. Kur’an’ı nesneleştirecek, onun hayatı inşa eden belirleyicilik ve bağlayıcılık vasfını zayıflatacak, perdeleyecek yaklaşımlardan titizlikle kaçınmak gerekir.
Tarihsel süreçte Harici okuyuş biçiminin yaptığı gibi, âyetleri Kur’ani bağlamından kopararak eldeki keskin bir kılıca dönüştürmek nasıl ki Kur’an’a yapılan bir haksızlık ise, Kur’an’ı “Ondan herkesin anladığı kendine!” ölçüsüzlüğüne mahkûm etmeye kakışmak da en az onun kadar haksızlıktır, Kur’an’a yapılan bir zulümdür. Katolikliğin kilise yorumlarını naslaştırmasına benzer bir ölçüsüzlükten de, Protestanlığın nasları izafileştirip, tamamıyla yoruma indirgenmiş sâbitesiz bir din üreten ölçüsüzlüğünden de titizlikle sakınmak gerekir.
Kur’an’ın, dileyenin ona dilediğini söyletebileceği bir nesne değil, Âlemlerin Rabbi’nin insanlık için vahyettiği apaçık sözleri taşıyan inşa edici bir özne olduğunu, onun furkan oluşunun ve mesajının bağlayıcılığının altını ısrarla çizmemiz gerekir. Hele de “hakikatin göreceliği” anlayışıyla her şeyin flulaştırılmak istendiği, net olmanın, itiraz etmenin, iddia sahibi olmanın, bir hakikatten söz etmenin “totalitarizm” yaftasına muhatap kılındığı bu post-modern çağda… Yegâne hak dinin, insanlığa dünya ve âhiret saadeti vaad eden sadasının, Âlemlerin Rabbi’nden gönderilmiş son kurtuluş reçetesi Kitâb-ı Kerim’in apaçık mesajının post-modern gürültüler altında ezilmemesi, bizlerin bu sofistike gürültülere pabuç bırakmamamıza bağlıdır.
Sözün özü olarak şunu söyleyebiliriz ki, tarih boyunca insanların çoğu (ekserun nas) ve özellikle de toplumları sevk ve idare eden müstekbir odaklar, kendilerine sınır çizen değil, kendilerinin sınırını çizdiği, hevalarına uygun, hâkim değil mahkum bir din arzulamıştır. Bu sebepledir ki, Rabbimizin bildirdiği hayat nizamına, Hududullah’a “işittik ve itaat ettik” teslimiyetiyle tâbi olmak yerine, ya “işittik ve isyan ettik” tuğyanına yönelmiş ya da “kitabına uydurma” yaklaşımıyla, Allah’ın dinini kendi hevaları çerçevesinde tahrife, hevaları Allah’ın ölçülerine tâbi kılmak için gelen dini, hevalara tâbi kılmaya çalışmışlardır.
İşte, “Tanrının ölümünü” ilan ederek, insanı kendi kendisinin rabbi ve ilahı olma tuğyanına tahrik eden, gerçekte ise egemen odakların hevalarına tâbi, kula kulluğa mahkum bir nesne haline getiren modernist tuğyanın tıkandığı noktada, onun krizini çözmek üzere gündeme getirilen post-modern tuğyanın “hakikatin göreceliği” yaklaşımı ve bu yaklaşımın İslam’ın ölçülerini belirsizleştirmeye ve bağlayıcılıktan uzaklaştırmaya yönelik boyutu olan “Kur’an âyetlerinin göreceliği” iddiası, Kitâb’a uymak yerine kitabına uydurmaya çalışma tutumunun son versiyonu, virüs gündemi literatürüyle ifade edecek olursak, son varyantıdır.
“Elif, Lâm, Râ. Bu Kur’ân, Rablerinin izniyle insanları karanlıklardan (zulümattan) aydınlığa (nûra), güçlü ve her övgüye layık olanın yoluna çıkarasın diye sana indirdiğimiz bir kitaptır.”
Bu ve benzeri âyetlerde dikkat edilirse bâtıl “zulümat” kelimesiyle çoğul olarak, hak ise “nûr” kelimesiyle tekil olarak zikredilmektedir. Aynı şekilde Fatiha sûresi 6. âyetindeki “sırat-ı mustekîm” terkibinde olduğu gibi, İslam, çoğulu olmayan “sırat” kelimesiyle nitelendirilmektedir. Tüm bu Kur’ani vurgular, rölativizm/görecelilik yaklaşımıyla insan teki kadar hakikat üretmeye kalkışan post-modern tuğyanın aksine, hakikatin biricikliğine yapılan Rabbani vurgulardır.
Evet, hakikat biriciktir ve o da Rabbimizin Muhammed (a.s.) ile insanlığa bildirdiği son risâlet, yegâne hak hayat nizamı olan İslam’dır.[15] Post-modernizm, yegâne hak din/hayat nizamı olan İslam’ı, bu niteliğinden uzaklaştırarak onu dinlerden bir din, kültürlerden bir kültüre indirgemeye çalışmaktadır.
Bizler, Kitâb’a uymakla mükellef olduğumuzun bilincindeki mü’minler olarak, Kitâbullah’ı her alanda ve her konuda temel belirleyici, asılların aslı, ölçüler üstü ölçü, her şeyin kendisine arz edilip onayından geçmesi icap eden furkan ve hakem olarak biliyor, öylece iman ediyoruz. Dolayısıyla ona modern veya post-modern tuğyanın öncülleriyle, onların çizmiş olduğu fasid çerçeve ile yaklaşmak yerine, bâtıl batı menşeli bu tuğyan anlayışlarını Kitâbullah’ın muhkem ölçüleriyle ele alıyor ve Rabbimizin yol göstericiliğine ittiba etmek yerine müstağnileşip müstekbirleşmeyi, yeryüzünde rablik ve ilahlık taslamayı ifade eden bu tuğyan biçimlerini temelden reddediyoruz.
[1] Bkz: Bakara, 2/285; Nisâ, 4/46
[2] Bkz: Nisâ, 4/46
[3] Bkz: A’raf, 7/54
[4] Bkz: Yusuf, 12/40; Kehf, 18/26
[5] Bkz: Bakara, 2/229, 230; Nisâ, 4/14; Tevbe, 9/112; Talâk, 65/1
[6] Prof. Dr. Mustafa Tekin, Postmodernizmin “Din” Sorunu, Milel ve Nihal Dergisi, Temmuz-Aralık 2015 sayısı, Sh. 14
[7] Prof. Dr. Mustafa Tekin, A.g.m, Sh. 16
[8] Prof. Dr. Mustafa Tekin, A.g.m, Sh. 17, 19
[9] Bkz: Yusuf, 12/1; Hicr, 15/1; Şuarâ, 26/2; Neml, 27/1
[10] Bkz: Bakara, 2/185
[11] Bkz: Bakara, 2/213; Nisâ, 4/105; Mâide, 5/49
[12] Bkz: Âl-i İmran, 3/103
[13] Bkz: Âl-i İmran, 3/103
[14] Bkz: Ahzab, 33/21
[15] Bkz: Âl-i İmran, 3/19
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *